Koalisyonun Bir Geleceği Var mı?

Devlet krizi koşullarında “farklı iktidar alanlarına dağılma” eğiliminde olan egemenlerin farklı fraksiyonları arasında yaşanan ve hepsi de halk düşmanı olan sefilce didişmelere karşı, elbette bu durumdan ortaya çıkan fırsatları da gözeten ama esas olarak kendisinde yoğunlaşan, kendisini kendi hareketiyle fiilen inşa eden halkın seçeneği “en meşru iktidar alanı” olacaktır.

AKP ve (kendi aralarında farklılıklar taşıyan bazı özel devlet fraksiyonlarını içinde barındıran) Ergenekon’dan oluşan iktidar koalisyonu özel bir zeminde konumlanıyor.

Bu zeminin ana kolonları neler, nerede güçlü ve nerede zayıflık taşıyor, nasıl çözülebilir?
Koalisyonun ortaklaşma asabiyeti hangi alanlarda yoğunlaşıyor ve nerede farklılaşıp zayıflıyor?
Koalisyonun varlığı açısından özel rol oynayan ve neredeyse onu taşıyan “kolonları” vurgularsak, iktidarın geleceğiyle ilgili fikir yürütürken daha gerçekçi olabiliriz.

1- Ana Rota: Sermayenin Önünü Açmak!

Herhangi bir sorun yaşamadan özellikle kaynaştıkları alanlardan ilki, sermaye birikiminin önünü açmaktır.
Bir ulusal iktidar alanı olarak dünya ve ülke dengelerinde konumlanabilmeleri için gerekli meşruluğu üreterek kalıcılık kapasitelerini güçlendirebilmeleri tam da bu noktadaki başarıları ya da başarısızlıkları tarafından belirleniyor.
Başka her şeyden önce, kapitalizmin ülkedeki gelişmesinin ulaştığı seviyenin ve yaşadığı küresel-yerel krizlerin dayattığı acil ihtiyaçların hızla ve sürekli karşılanması gerekiyor.
Bu ihtiyaçların en önemlileri, “içeride” neoliberal soygun politikalarının daha da yoğunlaştırılarak sürdürülmesi ve “dışarıda” başarılı askeri-diplomatik hamlelerle bölgesel-hegemon bir devlet olabilmektir.
İlki, daha azgın bir sömürü hatta talanla emekçileri yoksullaştırarak sermaye birikimini hızlandırma anlamına geliyor.
İkincisi, yerel sermayeyi, mallarını satmayı garantileyecek düzeyde hakimiyet kuracağı yeni pazarlara ve küresel rekabet ortamında inisiyatif kazanacağı daha ucuz iş gücüne kavuşturmayı hedefliyor.

A- Yoksullaştırma Politikaları

Halkın boğazını daha çok sıkmak konusunda koalisyon ortakları arasında bir sorun yok.
Bu konudaki olası bir iç gerilim, ancak yoksullaştırma politikalarına halk muhalefeti sertleşince hangi tepkiyi verecekleri konusunda çıkabilir. Koalisyon ortakları, öylesi bir halk tepkisine karşı devlet şiddeti hangi oranda kullanılacak ya da taviz verilecek mi, verilecekse hangi oranda olacak gibi farklı yönelimler üzerinden anlaşmazlıklar yaşayabilirler.
Halk hareketleri onca baskıya rağmen farklı biçimlere bürünüp zenginleşerek süreklileşse de, henüz parçalı, tepkisel ya da sadece günlük acil taleplere yönelik.
Her şeye rağmen, sadece var oluşları bile ülkeye temiz hava yayan bu hareketler, bütünleşmiş, kararlı ve politik bir zemine sıçrayamadığı için, koalisyonu dağıtabilecek düzeyde bir basıncı şimdilik üretemiyor.
Yine de, öyle ya da böyle hep sürüyor olmaları ve AKP ve MHP’nin azalma eğiliminde olan oy oranları, henüz sokakta birleşip sertleşemeyen halk muhalefetinin gerçek yaşamdaki varlığını hepimize gösteriyor, üstelik toplum içinde giderek daha geniş bir alana yayıldığı anlaşılıyor.
Halkın daha fazla risk taşıyan, daha yüksek güç, enerji ve moral gücü isteyen birleşik ve siyasi sokak eylemlerini henüz göze alamadığını, ancak iktidara karşı muhalefetini pasif düzeyde de olsa sürdürdüğünü hatta kalıcılaştırıp  güçlendirdiğini görüyoruz.
Peki, söz gelimi, kaybedeceği bir seçimle kendisine dayatılacak iktidar değişikliğini kabul etmeyeceği anlaşılan mevcut iktidar koalisyonu, umutlarını seçime bağlamış halk güçlerine “trafolara kedi girmiş” dediği zaman ortaya çıkacak tepkilere nasıl cevap üretecek?
Ya da, herhangi bir grev veya direniş, bir kadın cinayetinin protestosu, bir doğa yıkımının engellenme girişimi, yemek fiyatlarını reddeden bir öğrenci hareketi, bir yolsuzluk protestosu gibi her zaman rastlayabileceğimiz bir halk hareketi, yaşanan diğer lokal olayları etrafında toplayarak birleşik bir halk hareketine ebelik yaparsa acaba ne gibi sonuçlar yaratabilir?
Öyle değil mi, iktidarın bolca yaptığı yolsuzluklar ve sürekli kapsamını genişlettiği devlet şiddetiyle iyice tahammül edilemez hale soktuğu yoksullaştırma ve savaş politikalarının halkın tümünde yarattığı farklı düzeylerdeki öfke ve gerilim, herhangi bir güncel olayın tetiklemesiyle aniden parlayıvermeye hazır değil mi?
Acaba, şimdi dizi film karakterlerine özenip sosyal medyada silahlı pozlar veren vurguncular, halkın öfkesini karşılarında görünce ne yapacaklar? Hırsızlıkla ceplerine atıp biriktirdiklerini koruma telaşıyla kendilerini “güvenli” alanlara atabilmek için kaçma telaşı birleşince, dizlerinin titremesine engel olabilecekler mi?
O noktada koalisyon ortakları ne yapacaklar?
Gezi’nin ilk acemi denemesi AKP’nin bütünlüğünü bozup yönünü yokuş aşağıya çevirdiğine göre, şimdi daha olgun olmaya yazgılı olan birleşik halk muhalefeti, şayet kendisini var edebilirse, uygulayacağı basınçla koalisyon ortaklarını farklı yönlere savuramaz mı?

Erdoğan’ın Şansı

İktidar koalisyonunun en büyük şansı, kendisine karşı muhalefetin odaklaştığı siyasal alanın CHP olmasıdır.
İktidar ve resmi ana muhalefeti CHP aslında aynı despotik devlet ve sermayenin korunması zemininde konumlanıp “kardeşleşiyor.” Ancak, ortaklaşıp kardeşleştikleri despotik zeminin toplumsal gerçeklik içinde nasıl gerçekleşebileceği ya da hangi biçime bürünmesi gerektiği gibi konularda farklılaşıyorlar.
İşte, ortaklıklarının “derinliğinin” basıncıyla olsa gerek, her kritik aşamada “günün hassas koşullarını” gözeterek ve “devletin ve sermayenin bekası” adına Erdoğan önderliğindeki koalisyona açıkça destek olan CHP; şayet halk muhalefetini dizginleyebilme gücü hala kalmışsa, şimdiden sonraki kritik anlarda da “yüce devletimizin kutsal varlığını” gözeterek gene aynı tutumu hayata geçirmeye çalışacaktır.
Olağanüstü risklerle yüklü olarak kendisini sürdürmeye çalışan sermaye düzeni ve onun koruyucusu bütün güçler, hepsinin varlığının tehlikede olduğu güncel koşullarda hiçbir ek risk taşımak istemiyor. Arkasında durarak hem var ettikleri hem de neredeyse her adımını belirledikleri CHP’nin de aynı doğrultuda davranmaktan başka bir tutum geliştirmesi imkânsız. Zaten, kararları veren parti merkezi bürokrasisi farklı bir demokratik ya da halkçı istek taşımıyor, o yönde bir yoklama arayışları bile yok.
Onca baskıya rağmen kitle desteğini koruyan hatta yavaş da olsa sürekli arttıran HDP ise, “Kürt” odaklı olması gerçekliği tarafından sınırlandırılıyor. Özgürlüğe doğru tutkulu yürüyüşü ve saldırılara karşı kahramanca duruşuyla, Kürt halkı, günün ihtiyacını karşılayan politik zeminin bir kanadını fiilen oluşturmuş durumda, ama diğer kanat olmayınca bütünsel bir karşı duruş gerçekleşemiyor.

Halkçı İktidar Alanı

Önce iğneyi “kendimize” batıralım!
Kürt halkının dışında kalan toplumsal güçleri arkasına alıp, iktidara gerçekten muhalefet ederek onu zorlayacak bir siyasal muhalefet boşluğu, bilinmeyen bir yerlerden gelip de üzerimize yapışmış bir “kara kader” değil!
Bu felç edici zaafı, “sosyalist” ya da “halkçı” veya “demokrat” iddialı farklı yapılardaki muhalefet güçlerinin bilinçli ya da bilinçsiz kararları belirleyip gerçekleştiriyor.
Kapasite yetmezliği, bir sürü parlak laftan sonra gerçek güç ilişkileri alanına girememe ürkekliği, kavrayış derinliği eksikliği ve bağlı olarak görüş ufkunun darlığı ve yüzeyselliği, enerji düşüklüğünün ürettiği hantallık, güncele hapsolma veya güncelden kaçma gibi zaaflı tutumlar söz konusu boşluğu “kader” haline dönüştürüyor.
Halkçı-demokrat güçler, söz konusu zaafları ısrarla sürdürüp kendilerini kendi elleriyle felç edip açmaza sokarken; aslında hak ettiğinin tam tersi yönde, kendine sevdalı bir “küçük dükkancılık” ve o “küçük dükkanların” arasındaki gerçek toplumsal yaşamda hiçbir anlam taşımayan sözüm ona “güç dengelerinde” konum kazanma “manevraları” sürüp gidiyor.
Halkın arayış içinde olan muhalefetine uygun bir yapıda kendisini inşa eden, “sosyalist”, ya da “halkçı-demokrat” odaklı bir gücün, CHP’nin içindeki yurtsever, demokrat ve halkçı güçlerle uygun dengeler kurarak ve HDP ile gölgesiz-açık bir ittifak yaparak kendisini ortaya koyması gerekiyor.
Bu güç, masa başlarında değil, halk hareketinin zerrelerine dek her yerinde ve farklı biçimlere bürünen bütün nabız atışlarında fiilen var olarak kendisini inşa etmeli ve inşa sürecinde ilerledikçe-ilerleyebildiği oranda kendi meşru halkçı seçeneğini şimdiki kaotik ortama fiilen dayatmalıdır.
“Gezi”, bütün güzelliği ve gücüyle söz konusu alanının olası kurucu güçlerinin ortaklaştığı alandır ve zaten hareket halinde olan bütün toplumsal güçler o “ruhla” besleniyorlar.
Devlet krizi koşullarında “farklı iktidar alanlarına dağılma” eğiliminde olan egemenlerin farklı fraksiyonları arasında yaşanan ve hepsi de halk düşmanı olan sefilce didişmelere karşı, elbette bu durumdan ortaya çıkan fırsatları da gözeten ama esas olarak kendisinde yoğunlaşan, kendisini kendi hareketiyle fiilen inşa eden halkın seçeneği “en meşru iktidar alanı” olacaktır.
Aksi durumda, şimdi allanıp pullanarak devreye sokulan Babacan ve CHP’nin ortaklaşması, “fareli köyün kavalcısı” olarak halk muhalefetinin önüne geçecek, mevcut iktidarın emekçi düşmanı soygun politikalarını farklı soslarla süsleyip “restore” ederek “Batı-sermaye” adına sürdürecektir.
Öylesi bir durumda dahi, ancak halkçı-demokrat bir seçeneğin varlığıdır ki o uğursuz kavaldan çıkacak seslerin büyüsünü bozabilir!
Tarih, halkçı-demokratik ve sosyalist güçlere aslında ender zamanlarda sunduğu fırsatı-fırsatları neredeyse ard arda filizlendiriyor; o filizlerin itinayla büyütülüp halkçı bir iktidar alanı seçeneği haline dönüştürülmesi gerekiyor.

B- Koalisyonun Yayılmacılık Politikaları

Bölgesel yayılmacılık, yani alt-emperyalist girişimlerin hangi yoldan ilerlenerek bir statü kazanabileceği konusunda ise, iktidardaki koalisyon güçleri arasında farklı tutumlar var.
Koalisyonun bütün ortakları, yaşanan küresel hegemonya krizinin ortaya çıkardığı boşluklardan ve küresel hegemon güç adaylarının aralarındaki gerilimlerden faydalanarak bölgeye güç dayatıp hegemonya kurmaya çalışmakta anlaşıyor, ama bu tutumun hangi politikalarla hayata geçirilebileceği noktasında farklılaşıyorlar.
İktidarın hegemon gücü Erdoğan, kimi zaman “maceracı” denilebilecek bir “atılganlık” görünümü vererek yürüttüğü bölgedeki hamlelerini ancak oldukça ağır zaafları-zayıflıkları yüklenerek ve sonuçta ilerledikçe daha fazla sıkışarak sürdürebiliyor. Bu yoldan ilerlenerek hedefe ulaşılması imkansız, kazanılan-kazanılacak her başarı geçici olmaya yazgılı ve yolun sonundaki en güçlü olasılık şimdi Suriye’de yaşanan etrafı çevrilmiş üsler gerçekliğinin hem daha derin-ağır bir yapı kazanması hem de Irak’tan Libya’ya dek bütün bölgeye yayılması olacaktır.
Üstelik, günümüzde ilk belirtileri ortaya çıkan kaçınılmaz sona gelindiği zaman nasıl “dönüş” yapılacağı ve hatta bir “dönüş” yapılıp yapılamayacağı bile belirsiz. Öyle anlaşılıyor ki, tıpkı Hitler’in bir zamanlar Almanlar için düşündüğü gibi, Erdoğan da bilincinin gizli bir köşesinde “bu memleket-bu halk bana yar olmayacaksa hiç olmasın!” diye düşünüyor.
Evet, şimdilerde iktidar çevrelerinin dillerine doladıkları gibi, “sonunu düşünen kahraman olamaz”; ama bu gerçeklik, çıkılan yolun yapısı ve hedeflerinin doğru belirlenmesi gerekliliğini ortadan kaldırmaz.
Bölgedeki kaosu ve küresel hegemonya boşluğunu sermayenin çıkarları yönünde değerlendirmek, kendi askeri-politik ve ekonomik gücünün çok ötesinde bir konuma yerleşerek bölgedeki her yere hesapsızca saldırmak anlamına gelmez. Üstelik, üstüne “İslami” sos sürülmüş ideolojik saplantılarla yüklüyseniz, hamleleriniz ideolojik saplantılarınız tarafından belirleniyorsa, yürüdüğünüz zaten tehlikeli olan yolu kendi iradenizle daha da zorlaştırırsınız.
“Kahramanlık” mevzusuna gelince, komşularının coğrafyasını yağmalamak şayet başarılı olsa bile sadece hırsızlıktır, o kadar! Hırsızlığın çapının büyük olmasından dolayı yapılmasının zor olması, onun aslen hırsızlık olduğunu değiştirmez.
Kendilerinin doymak bilmeyen iştahlarını öyle olumlu anlamla yüklü adlandırmalarla gizlemeleri boşuna, her şey herkesin gözü önünde yaşanıyor. Dünya kapitalizminin bölgesel hegemon gücü olmak, hem böyle teneke parlaklığındaki içi boş uçuk-kaçık tutumlarla yerleşilebilecek bir konum değil, hem de ona “kahramanlık” gibi olumlu bir anlam yüklenemez.

Panik İşaretleri

Erdoğan’ın artık kaybettiğini görmemesi imkânsız.
O, tam da da bu gerilimle, o gerilimden çıkıp gelen farklı gerilim eksenlerinin kendisini gittikçe daha fazla sıkıştırmasının yarattığı panikle davranıyor.
Aslında Gezi döneminde başlayıp sonrasında sürüp gelen saldırgan politikalarının önemli bir iç-belirleyeni bu gerilimler; ancak, her ne kadar devlet gücünün giderek daha fazla alana yayılarak ve daha şiddetli olarak kullanılmasıyla “düşme” anı geciktirilse de, düşme yönündeki gidiş durdurulamıyor.
Aynı zamanda “faşist kurumsallaşmanın tamamlanamaması” olarak saptayabileceğimiz bu süreç devam ettikçe, Erdoğan ve etrafındaki dar ekibinin denge kaybı yaşamaya başladığını, rastgele söylemler ve hesapsız tutumlarla adeta çırpınarak düşüşlerini durdurmaya çalıştıklarını görüyoruz. Evet, faşist inşanın kendine özgü rasyonalitesinde böylesi “dengesiz-hesapsız” denilebilecek tutumların özel bir ağırlığı var. Bu yüzdendir ki, düşüşleri sürerken tersinden faşist inşa süreci de ilerliyor.
Ancak, “dengesiz-hesapsız” tutumların son dönemde özel bir ivme kazandığını, bağlı olarak çok sık “geri adım” atılmaya başlandığını da görüyoruz.
Olası tepkilerin bir “kıvılcım” rolü oynayarak hızla ülkeye yayılıveren bir “aleve” dönüşmesinden çok korktuklarını anlayabiliyoruz.
Haksız da değiller.
İşte, söz konusu “dengesizlik” Erdoğan odaklı koalisyonun bölgeye dönük politikalarında da kendisini gösteriyor. Küresel çakalların fırsat kolladığı bölgede yaşanacak bir “yenilgi”, iktidardaki koalisyonun geleceği de dahil ülkedeki her şeyi değiştirebilecek çapta sarsıntılar yaratacaktır.
Açıktır ki, TC kaldırabileceğinin çok üstünde sert ve karmaşık gerilimlerle yüklü alanlara itiliyor ve bu alanlardaki yüksek basıncın zorlamasıyla kritik bir anda “zayıflaması”, “dengesini büsbütün kaybetmesi” ya da “çözülmesi” bekleniyor.
Böylece, kendilerinin Türkiye coğrafyası üzerindeki hesaplarının önü açılacaktır.

Farklı Hesaplar

Erdoğan, ABD-Rusya arasındaki küresel gerilimin bölgeye yansıyan halini kendi çıkarları açısından değerlendirip yararlanmaya çalışırken, onların da Türkiye ve Erdoğan üzerine kendi “hesapları” olduğu-olacağı açıktır.
Söz gelimi, kimi kritik anlarda adeta “kolaylık” sağlanarak Erdoğan’ın önünün açılıverdiğini görüyoruz.
Açıktır ki, TC kaldırabileceğinin çok üstünde sert ve karmaşık gerilimlerle yüklü alanlara itiliyor ve bu alanlardaki yüksek basıncın zorlamasıyla kritik bir anda “zayıflaması”, “dengesini büsbütün kaybetmesi” ya da “çözülmesi” bekleniyor.
Böylece, kendilerinin Türkiye coğrafyası üzerindeki hesaplarının önü açılacaktır.
Evet, sadece kendisi değil, Erdoğan üzerinden TC ve içinde yaşayan halklar da daha çok dış desteğe muhtaç hale getirilerek ve olası bir “kırılma ya da çözülme” anında üstünde rahatça “oynanabilecek” bir konuma sürüklenerek adeta bir “tuzağa” sürükleniyor.
O “an”, ABD’nin kendisine muhtaç hale gelmiş-getirilmiş TC’ye “içerideki” ekonomik, politik ve askeri alanlardaki “yerli” güçleri kullanarak “müdahale” edeceği andır. O “içeridekiler” de öyle gizli-saklı falan değil, sermaye ortaklıkları ve NATO benzeri ilişkiler üzerinden kurulan ağlar içinde çoğunlukla hepimizin görebileceği açıklıkta ama kimi zamanda gizli olarak kendilerini var ediyorlar.
Emperyalizm, sadece “dışımızda” değil aynı zamanda “yerel ortakları” üzerinden doğrudan “içimizde” konumlanan, kapitalizm geliştiği oranda o konumlanışını daha da güçlendirip kökleştiren bir ağ yapısı içinde hareket ederek kendisini gerçekleştiriyor.
Ek olarak, Rusya’nın hızla güçlenen bölgesel hegemonyasında Erdoğan’ın uçuk-kaçık tutumlarını “kaldıraç” olarak kullandığını da belirtmeliyiz. O ilişkide Erdoğan sadece çırpındığı bataklıkta bir müddet daha boğulmamak için zaman kazanırken, Putin her zaman gerçekten kazanan taraf oluyor.
Elbette, ABD ve Rusya, bütün beklentilerini topyekun bir “çözülme” anına yüklemiyor, hatta işlerin o noktaya kadar gelmesini kendi çıkarları açısından istemeyebilirler de; ancak, öylesi bir “ana” doğru akan bir süreç içine soktukları Türkiye’nin sıkça oluşan “zayıf” anlarını kollayıp-kullanma fırsatlarını hiç kaçırmadıklarını görüyoruz. Hedeflenen, başka bir açıdan bakılırsa, hem ABD hem de Rusya açısından, zaten adım adım gerçekleştiriliyor.

“Kemalist” Egemenlik Alanı

Koalisyonun “gizli-utangaç” bazı ortaklarında ise, bölge politikalarında TC’nin bilinen eski tutumu öne çıkıyor.
TC’nin kuruluşu sürecinde, o kuruluşa hizmet etmekte “rasyonel” olan ve daha çok “kendisini koruyup var etmeyi” hedefleyen bu tutum, günün koşullarının dayattığı “imkanları” değerlendirmekte yetersiz kalacaktır.
ABD’nin ( ya da Rusya’nın) askeri-politik şemsiyesinin altından bir santim bile ayrılmadan ve sürekli riskten kaçarak günümüzün kaotik koşullarında yol alınamaz, hele ek inisiyatifler hiç kazanılamaz.
Özel bir an olan “kuruluş” sürecinde sonuç üretebilen tutumlar, şimdiki özel an olan “kaotik küresel ortamda kaos içinde çırpınan bir bölgede inisiyatif kazanma” sürecinde “vasat” kalacak, sonuç üretemeyecektir. Kurtlar sofrasına ucundan da olsa oturmak doğası gereği yüksek risk taşır, riskten kaçınarak gerçekleşemez.
“Kemalist” egemen güçlerin, “güvence” ihtiyacının belirleyici olduğu bilinen tutumlarının güncel biçimleriyle bölgesel alt-emperyalist konum edinme hedefine “stabilite-kalıcılık ve derinlik” kazandırması oldukça zor.
Türkiye kapitalizminin işleyişinin bir ürünü olarak zaten “ekonomi” alanında “bölgesel hegemonya” yönünde kimi fiili durumlar gerçekleşmiş olsa da, devletin risk alıp “çelik ve ateşle” rakip iradeleri “ikna” ederek o fiili durumları koruyup kalıcılaştırması ve uygun diploması hamleleriyle küresel-bölgesel dengelere yerleştirebilmesi gerekiyor.
Öte yandan, “Kemalist” egemen güçler aynı zamanda“ABD-AB” ve “Rusya-Çin” yanlısı olarak ayrılma eğilimindeler ve bu ayrışma onların bölgeye yönelik politikalarında zıt yönlere doğru savrulmaları sonucunu doğuruyor.
Söz konusu ayrılma eğilimi, taraflar günümüzün devlet krizi koşullarında ek risk almamak açısından şimdilik kendi özgün asabiyetlerini kontrole alıp sınırlandırdıkları için sorun yaratmıyor gibi gözükse de, zamanın akışı içinde sert ve gergin çatışmaların tohumlarını içinde taşıyor. Ayrıca, ABD ve Rusya’nın, “Kemalistler” arasındaki böylesi bir iç-gerilimden kendi inisiyatiflerini güçlendirecek tarzda faydalanacaklarını tahmin edebiliriz.
ABD’nin küresel hegemonyasını bir daha kazanamayacak bir tarzda kaybettiğini ve “Çin-Rusya” ekseninin geleceğin hegemon gücü olacağını saptayarak yönelim belirleyen kimi “Kemalist” egemenler, şimdi koalisyonun özel bir bileşeni olarak Rusya ile ilişkilerin güçlenmesinde iktidar politikalarında inisiyatif alıyor olsalar da, ilişkilerin düğümlendiği yer olan Suriye politikalarında belirleyici olamıyorlar.
“Kemalist” egemenler içindeki “Doğucu” kanadın inisiyatifinin herhangi bir eğilim olmaktan çıkıp devlet içi güç dengelerinde özel bir ağırlık kazanması, TÜSİAD’ ta temsil edilen büyük sermaye çevreleriyle ortaklaşmaları halinde gerçekleşebilir. Ancak, bu sermaye gruplarının “Batı” kökenli emperyalist tekellerle iç içe geçerek onların “yerli” şubesi olarak var olma gerçekliği ortadadır.
Türkiye ekonomisi doğrudan yatırımlar ve egemen sermaye gruplarının ortaklıkları üzerinden “Batılı” emperyalist güçlerin avucunun içindedir ve siyasal alandaki itişmeleri değerlendirirken söz konusu gerçekliği hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Sonuç Alınamıyor

Sonuçta, sermayenin bölgesel açılım talebinin aciliyeti düşünüldüğünde, ihtiyacı karşılayamayan koalisyonun ağırlık ve meşruiyet kaybettiği görülüyor.
Uygun bölgesel ve küresel diplomasiyle desteklenen askeri ve ekonomik hamlelerle mevcut boşlukların içinde yol alarak gerçekleştirilebilecek olan sermayenin bölgesel yayılımının önünün açılması “görevi” yerine getirilemiyor.
Bu yönde oldukça fazla gürültü kopartılıyor olsa da, çoğu hamlenin aniden sessizliğe gömülerek başarısızlığının gizlendiği, halen sürenlerin de aynı kaderle yüzleşmeye sürüklendiklerini saptayabiliriz. Mısır’da ve Libya’da kaybedilen milyarlarca dolarlık sermaye başka nasıl izah edilebilir?
Peki, başka bir sistem içi seçenek var mı, söz gelimi sermaye güçlerinin doğrudan kendisinden bu yönde özel-ön açıcı öneriler geliyor mu?
Hayır!
Onlar, tarihsel geçmişlerinde “Armut piş, ağzıma düş” bedavacılığına alışkın oldukları için, mallarının satışının garantileneceği bölgesel pazarın ve karlarını yükseltecek ucuz emek çapulculuğunun kendilerine “devlet babaları” tarafından sunuluvermesini bekliyor!
Türkiye kapitalizminin, kendi “ekonomik” gelişiminin geldiği aşamanın en önemli ihtiyacı olan bölgesel hegemonya ihtiyacını giderecek “politik ve askeri” kapasiteye henüz sahip olmadığı anlaşılıyor.
Sermaye güçleri, ilk defa başlarına gelen böylesi bir sorunu nasıl çözeceklerini, hangi yollarla stabil bir bölgesel hegemonya kuracaklarını bilemiyor, öyle ya da böyle yaptıkları hamlelerle bir sonuca ulaşmayı beceremiyorlar.
Sorunun çözümü, başka yönelimlerin yanı sıra, Erdoğan’ın “İslami” bagajlarının hızla çöpe atılmasından ve Kürtlük konusundaki “tıkanmayı” sermayenin çıkarlarını esas alan bir zeminde çözmekten geçiyor. O çözüm, aynı zamanda Kürt Hareketini sisteme içerebilecek bir yapıda olmalı ve kabul etmeyenler marjinalleştirilebilmeli!
Eh, oldukça “zor” işler, bir dizi engel böylesi karmaşık yönelimlerin önünü kapatıyor ve zaten sermaye güçlerinin kendilerinin de bu tarz bir çözüm için uygun bir yapı ve dolasıyla kapasiteye halen sahip olmadıkları-olamadıkları açıkça görülüyor!
“Eh, bölgesel hegemonya da olmazsa olmasın, iç pazar onlara yetmez mi” diye sorulacaksa, söz konusu ihtiyacın sermaye sisteminin rekabetçi yapısallığının ürettiği bir “zorunluluk” olduğunu belirtmeliyim. Aslında “kural” çok basit, sistemin doğal akışında sürekli büyüyemezsen küçülürsün, yutamazsan yutulursun! Vahşi bir alemin acımasız ve yırtıcı dünyasına hoş geldiniz!
Bölgesel hegemonya kurulamadıkça, kapitalizmin “yerel” sermaye güçleri açısından özel bir “güçlenememe-tıkanma” konumu belirginleşecek ve doğal olarak “küresel ortakların” içe doğru yaptıkları “ele geçirme” hamlelerinin önü açılacaktır!
Evet, daha büyük pazar ve daha ucuz emek bulamayan büyük sermaye gruplarının tıkanıp zor duruma düşmeleri ve hazır bekleyen emperyalist ortakları tarafından “ucuza” ele geçirilmeleri, hem günbegün zaten gerçekleşiyor hem de daha da fazlasının gerçekleşeceği zaman hızla yaklaşıyor.

2-  Sistemin Meşruiyet İhtiyacı

AKP-Erdoğan’ın sisteme en büyük hizmeti, iktidarda olduğu 18 yıldır sermayenin kasalarını eski dönemlerinden çok daha hızlı ve yoğun bir biçimde doldururken, yoksullaştırılan halk yığınlarında oluşan tepkileri, sistemin içinde kalacakları biçimde kontrol edebilmesidir. O, halkın tepkilerini, sınırlandıkları, birbirinden ayrışarak yalnızlaşıp güç kaybettikleri ve nihayet belirleyici sonuçlar alamadan sönümlendikleri bir zemine sürüklemeyi becerebildi.
Daha da ötesinde, yoksullaştırılan yığınların epey kalabalık bir kısmı da, özel bir siyasal İslam türüyle bilinçleri bulandırılıp kontrole alınarak, kendilerini yoksullaştıran sürece gönüllüce destek verdikleri bir konuma yerleştirildiler. Kapitalist sistem, neoliberal soygunu en azgın biçimde sürdürürken, yoksullaştırılan halk içinde Erdoğanist bir İslam üzerinden kendisine meşruiyet üretebildi.
İşte, Erdoğan’ın en büyük ağırlığı ya da kendisinden bir türlü vazgeçilememesinin “büyüsü” tam da bu noktadan güç alıyor.
O, sermayenin kurbanı olanlar-yoksullaştırılanlar içinden bazılarına kendilerini kesen bıçağı yalatmasını becerebiliyor!
Erdoğan’ın “başarısı”, Erdoğanist siyasal İslam odaklı ideolojik yanılsamaların etki gücüyle toplumsal bilinci bin bir biçimde çarpıtabilmesi ve sürekli olarak “bulanık” bir konumda tutabilmesidir.
Ayrıca, iktidar alanı, etrafında kurduğu pratik-toplumsal ağlar üzerinden milyonlarca insanı içine alan irili ufaklı rant  mekanizmalarını işleterek kendisine “bağımlı” bir geniş toplumsal alan yaratabildi.
İşte, söz konusu iki noktadan verilen ivmelerle iktidara ve hizmet ettiği sermaye düzenine toplumsal meşruiyet üretiliyor.
İktidarın ülkeyi zenginleştirerek yoksulluğu kaldıracağı umudunu yaymaktan, Aleviler, Kürtler ve “Türkiye’yi bölmek isteyen dış güçler” söylemleriyle oluşturulan “düşmanlara” karşı kendisini savunan “mazlum biz”-(“Müslüman dünyanın öncüsü Türkiye”) saflaşması inşa etmeye dek uzanan bir ideolojik yanılsama ağı, ülkenin neredeyse bütün hanelerine her an ulaşabilecek bir güçte sürekli çalıştırıldı, farklı sesler de susturuldu.
Ayrıca, kapılara bırakılan patates-soğan torbaları ve diğer sadaka ağlarından başlayıp işe yerleştirme ya da farklı biçimlerde gelir sağlamaya dek uzanan zengin pratiklerle “aşağıdakiler” kapsanırken; halkın zenginliklerinin yağmalandığı özelleştirmeler ve ihalelerle iktidarın etrafında tümüyle kendisine bağımlı sermaye birikim havuzları oluşturdu.
Ve elbette, en tepede konumlanarak TÜSİAD’ta kendilerini gösteren büyük sermaye güçleri zaten kontrollerinde olan sistemin günlük işleyişindeki pazar ilişkileri üzerinden kendi soygunlarını yaptılar.
İşte, farklı ağırlıkta ve çeşitli biçimlerde ama sürekli işleyen mekanizmalar kurularak, birbirinden çok farklı toplumsal grupları kendi etrafında toplayıp kendi politikalarının önünü açan farklı meşruiyet zeminleri oluşturuldu.
En tepedeki Koç Holding gibiler vurgunun en büyüğünü yaparken en aşağıdaki otopark değnekçisi ya da erzak dağıtan AKP militanlarına kapısını açan yoksul gecekondu emekçisi de oluşturulan menfaat ağlarına dahil ediliyor, başka bazıları gelecekte olacak güzel şeylerle umutlandırılıyor, diğerlerinin İslam ya da Türklük üzerinden bilinci bulandırılıyordu.
Ama bütün bu sürece ruhunu veren Türklüğü yedeğine almış olan Erdoğanist İslam anlayışıydı, sıkışılan her anda bu anlayış iyi bir “kurtarıcı” rolünü başarıyla oynadı.
Düşmanlaştırılan muhalif toplumsal güçlere karşı, önce “İslam” sonra “Türklük” üzerinden süreklileşen bir “teyakkuz hali” hatta bazen de “savaş durumu” yaratılarak, saflar sürekli konsolide edilebiliyordu.
“Şehit kanları”, AKP iktidarının en önemli güç kaynaklarından birisidir. Ayakta kalabilmeleri için, kendi deyimleriyle “Şehitler Tepesinin” hiç boş kalmaması, sürekli büyüyüp yükselmesi gerekiyor!
Osmanlının “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’”  düsturu diğerlerini belirleyen ana politika olmuştu; egemenlere ait bütün politik güçler devletin etrafında toplanmış, onu ayakta tutmaya, yeniden bütünlüğüne kavuşturmaya ve güçlendirmeye çalışıyorlardı.
Bu süreç halen de devam ediyor.

Kimin İslam’ı?

M.Kemal, kapitalizmin gelişip güçlenmesini engelleyen Osmanlı İslamını ve onun kurumlaşma alanı Halifelik kurumunu tasfiye etmişti. O, sermaye birikimi için daha elverişli bir ortam yaratan özel bir İslam yorumuyla/Kemalist İslamla ve onun kurumsallaşma alanı Diyanet’le, hem kapitalizmin öncesinden çok daha hızlı gelişmesinin önünü açmış hem de kuruluşuna öncülük yaptığı yeni ulus-devletin/TC’nin en önemli meşruiyet kaynaklarından birisini inşa etmişti.
Türklüğü omurgası yapan yeni devletin/TC’nin toplumsallaşma süreci, yedeğine Diyanet kurumuyla örgütlenen Kemalist İslamı almıştı.
Bir yandan devletin dini olarak İslamın Kemalist yorumu devlet eliyle fiilen inşa edilirken ve bu sürece uyum sağlamayan-sağlayamayan inançlar baskılanırken; öte yandan, aynı zamanda, aslında fiilen yapılanla uyumlu olmaya çalışan özel türden bir laiklik, yeni devletin temellerinden biri olarak inşa ediliyordu. Bu, sermaye ilişkilerinin önünü açacağı hesaplanan özel bir İslam anlayışını yeni devletin içinde yaşayanlara dayatan ve dışında kalanları baskılayan despotik bir laiklikti.
Despotik laikliğin omurgası, Osmanlı egemenlerine hizmet edecek bir tarzda yapılandırılan Osmanlı İslamı yerine, yeni “efendiler” olan Ordu merkezli devlet fraksiyonları ve sermaye güçlerine hizmet edecek tarzda yapılandırılan Kemalist bir İslam anlayışını dayatmasıydı. Yeni ulus inşa edilirken, onun önemli bir ögesi Kemalist İslama dayanan ve diğer inançları dışlayan özel bir laiklikti.
İşte, Erdoğan’ın siyasal İslamı aynı zamanda Kemalist İslama karşı yapılan bir rövanş hamlesidir ve Diyanet kurumu şimdi de Erdoğanist İslamın hizmetindedir.
Erdoğan, yoksullaştırdığı geniş yığınları Erdoğanist İslamı kullanarak uyuşturmaktadır.
O, sermaye ilişkilerinin ve pazarın çıplak saldırısına karşı halkta biriken öfkeyi, “İslam düşmanlarının” saldırısına karşı İslamı savunma ya da İslamın yedeğine alınmış Türklüğün düşmanlarına karşı Türklüğü savunma zeminine sürükleyerek kendi iktidarının etrafında saflaştırıyor.
Erdoğanist İslamın bir ögesi olarak en bayağı iç güdüleri kışkırtılarak sefilleştirilen erkeklerin kadınlara yönelik düşmanlaştırılması ise, zaten erkek egemenliğinin ağır baskısı altında olan kadınları adeta cehenneme itmektedir. Öyle ki, Kemalizmin kadınları kapitalizmin gelişmesine uyumlu hale sokabilmek için erkek egemenliğinin özüne dokunmadan yaptığı kimi reformlar, günümüzde birçok kadın için ulaşılması gereken bir hedef haline gelmiştir.
Böylesi bir sürecin egemenlik kurabilmesi için, yoksullaştırılan halk güçleri arasında ek olarak başka cahilleştirme ve yozlaştırma politikaları da bilinçlice yürütülmektedir. İmam-Hatip okulları ve yoksul semtlerdeki uyuşturucu dağıtım ağları bu sürecin araçları olarak kullanılmaktadır.

Türkçü mü İslamcı mı?

Gezi direnişi AKP’nin iç dengelerini bozarken, aynı zamanda alışılagelen meşruiyet kanallarının artık pek de işe yaramadığını ya da yetmediğini gösterdi.
Gezi sonrasında, AKP ve Cemaat arasındaki iktidar ortaklığının bozulması, Cemaatçi polislerin Erdoğan’a karşı yaptıkları 17-25 Aralık hamlesi ve nihayetinde yine Cemaatçi generallerin 15 Temmuz darbe girişimi ve darbeyi aldığı önlemlerle atlatan Erdoğan’ın eline geçen fırsatı kullanarak yaptığı karşı darbeyle devletin içindeki etki alanını güçlendirmesi süreci; bir yandan sonuç olarak Erdoğan’ın iktidarını sürdürebilmesini sağlarken öte yandan ama vurduğu darbelerle onun alışılagelen meşruiyet üretme süreçlerini yıpratıp yetmez hale getirdi.
Artık bütün boyalar akmış ve çıplak iktidar düşkünlüğü ve vurgunculuk büsbütün açığa çıkmıştı.
O arada tek başına iktidar olma kapasitesi kalmayan Erdoğan, kaybettiği Cemaat ortağının yarattığı boşluğu MHP üzerinden devletin “Türkçü” güçlerine el vererek gidermeye başladı. Bu süreç, Cemaatle birlikte tasfiye ettiği diğer “Ergenekoncu” güçlerin de cezaevlerinden tahliye edilerek ittifaka dahil olmasıyla, aslında neredeyse resmi Türkiye siyasetinin tümünü kapsayan bir zemine yerleşti.
“Ya CHP” mi diyorsunuz?
CHP, doğrudan bağlı olduğu Ordu merkezli eski devlet işleyişinin tasfiyesi sonrasında, varlığını borçlu olduğu ve üstüne konumlandığı zeminin yok olması gerçekliğiyle yüzleşiyor, dengesini kaybedip boşluğa doğru sürükleniyordu. O durumda, CHP zaten iç içe olduğu Türkiye sermayesinin ana güçleriyle ilişkisini Kılıçdaroğlu öncülüğünde derinleştirip “pürüzsüz” ya da “kılçıksız” bir yapıya büründürdü. Elbette yönelimlerini de tümüyle sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda belirledi.
CHP, Erdoğan’ın yerine gözünü diken, ama bu değişimi 15 Temmuz sonrasının devlet krizi koşullarında olağanüstü hassas dengelerde ancak ayakta durabilen “devletin bütünlüğünü yeniden inşa etme” refleksiyle sürekli dengeleyen bir duruş geliştirdi.
CHP, hem AKP’yi devirmeye çalışıyor hem de ama ayakta kalsın diye her dara düştüğünde hemen destek olmaya koşturuyordu.
Osmanlının “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’”  düsturu diğerlerini belirleyen ana politika olmuştu; egemenlere ait bütün politik güçler devletin etrafında toplanmış, onu ayakta tutmaya, yeniden bütünlüğüne kavuşturmaya ve güçlendirmeye çalışıyorlardı.
Bu süreç halen de devam ediyor.

Ulusumuz Bölünüyor mu?

Gelin görün ki, sorun tam da orada çıkıyordu.
Evet, devleti yeniden inşa edeceklerdi, ama yeni devletin toplumsal meşruiyet üretme-toplumu konsolide etme aracı olarak hangisi öne çıkacaktı, Türklük mü İslamcılık mı, yoksa ikisi birden mi?
İkisini ortaklaştıran girişimler ilk bakışta “rasyonel” gözükse de, tarihin eli günümüze uzanıyor ve onun içinde iki yüz yılı aşan bir geçmişte birbirleriyle sürekli mücadele eden yönelimler kolayca uzlaşmıyor, tam tersine kendilerini sürdürmeye çalışıyordu.
Evet, hepsini var eden devletin varlığının devamı/“beka sorunu” ana belirleyendi ve taraflar birbirlerine karşı sakınımlı davranıyorlardı, ama yolda ilerledikçe sıkça ortaya çıkması kaçınılmaz olan “kavşaklar” farklı tercihleri sürekli kışkırtıyordu.
“Mehdi’ye ortam hazırlayan” zat bir anda istifa etmek zorunda kalırken, başarılı olan kadın basketbol takımını sportif değil sefilce bir bakışla izleyen MHP’li belediye başkanı da partisi tarafından kapının dışına koyuluveriyordu. Erdoğanist İslamın iktidara tümüyle egemen olma ve toplumu kendi isteği yönünde konsolide etme yönündeki bazı “uç” girişimlerinin iktidar ortakları tarafından püskürtüldüğü görülüyordu.
Ancak, iktidarı boyunca bu türden geri adımlar atma konusunda olağanüstü kıvrak olan Erdoğan’ın attığı geri adımların rövanşını çoğunlukla misliyle aldığını da hiç unutmamak gerekiyor. Ayrıca, şimdi devletin içindeki gücünü arttırdığı koşullarda daha fazla imkana sahip olduğunu da!
Sorun şu ki; evet, Erdoğan Kemalist siyasal sistemi/Ordu merkezli devlet-siyasal alan örgütlenmesini tasfiye etti, ama onun yarattığı “ulus” ortada duruyor ve kendisini sürdürmekle kalmayıp yeniden egemen olacağı bir ortamın umudunu üstelik dipdiri bir güçle taşıyor.
Peki, ya AKP yıllarında yaratılan özel toplumsallaşma ne oldu?
Aslına bakarsanız, yaşanan sürecin bir sonucu olarak artık orada da Erdoğanist İslamın egemenliğinde yeni bir “ulus” oluştu. Üstelik, bu yeni “ulus”, hem devlet içinde güçlü dayanaklara sahip hem de sadece AKP ile sınırlı olmayan daha geniş bir alana yayılmış durumda. Hatta Türkiye dışındaki kimi ülkelerde “Ümmet” zemininde bir destek ağı da inşa ediliyor.
İşte, sadece bir “devlet krizi” yaşamıyoruz; özel türden bir “ulus krizi” de, sıkça kendisini gösteriyor ve öyle gözüküyor ki daha da fazla gösterecek!
Devleti ve ulusuyla bütünlüğünü kaybetmiş bir toplumsal gerçekliğin içindeyiz.
Devletimiz zor ayakta duruyor, ulusumuz ise farklı “uluslara” ayrışıyor.
Farklılıklar bir ulusun içindeki doğal farklılıklar olmaktan çıkıp kendi yolunda ilerledikçe yeni bir “ulus” olma asabiyeti kazanmaya başlıyor.
Bu bir süreçtir, oluşmuş, ivmesini almış, yavaşça ilerleyen bir süreçtir. Şimdi aynı ulus içinde barınan ama aslında gittikçe birbirinden ayrışan ve üstelik birbirine karşı yüksek motivasyona sahip olan farklı asabiyetler taşıyan yeni türden toplumsallaşmaların oluştuğu bir toplumsal gerçekliğin içindeyiz. Oluşan özel gerçekliğin, kendisini var ettikçe sert ve derin iç çatışmaların zeminini de oluşturduğu açık değil mi?
Ya da, bu düzeydeki bir farklılaşma aynı devlet içinde farklı iktidar alanları oluşmasını kışkırtmaz mı ve hiç de rastlantı olmayan bir şekilde bu sürecin bir “devlet krizi” koşullarında yaşanıyor olması sürecin hızlı ilerlemesi yönünde özel etkide bulunmaz mı?
“Devlet” ve “ulus” düzeyinde yaşanan krizler birbirleriyle zehirli sarmaşıklar gibi iç içe geçerek ilerledikçe ne gibi sonuçlara gebedir?
İşte, “Kemalist devleti” etkisiz hale getiren Erdoğan Cumhuriyet dönemi boyunca oluşan “Kemalist ulusu” yok edemiyor; Erdoğanist bir İslam zemininde oluşan ve şimdi güçlü bir devlet desteğine sahip olan “Erdoğanist uluslaşma” da bir nesnel gerçeklik olarak kendisini dayatıyor. Ancak,
Erdoğan kendi “ulusuyla” daha uyumluyken, Kemalist “ulusla” Kemalist egemenler arasında gözle görünen bir uyumsuzluk yaşanıyor.
Şimdi “devlet krizinin” baskısı altında birbirlerine karşı sakınımlı olan ama kendi özgün asabiyetleri ile birbirlerini dışlayan bu süreçlerin, kendilerinin doğumunu kışkırtan devlet ve ulus krizlerinin öyle ya da böyle aşılmasını zorlayan bir basınç oluşturduğu açık değil mi? Krizler aşılamazsa, birikecek basıncın önündeki barajı patlatma olasılığı güç kazanmaz mı?
Hemen vurgulamalıyız ki, söz konusu iki “ulusun” egemenleri şimdi adeta panikle birbirlerine sarılmış, hepsini var eden devletin yeniden- üstelik yeni “eklektik” bir ulus yaratarak kendisini re-organize etmesi için çabalıyorlar.
Ancak, üstte olan iktidar koalisyonu ve onun tarafları uzlaştıran “eklektik” politikaları olsa da, herkes de görüyor ki, aslında ortak yollarında ilerledikçe aralarında sürekli çıkan sorunlar “halının altına” itilerek yol alınabiliniyor. Peki, ya halının altına itilemeyecek büyüklükte bir sorunla karşılaştıkları zaman ne olacak?
İşte, şayet kendi gerçek karmaşası içinde göreceksek, aslında birbirini tolere edemeyecek hatta kimi alanlarda birbirine zıt süreçler günümüzde aynı anda hareket halinde; “Kemalist”, “Erdoğanist” ve şimdilik “eklektik” diyebileceğimiz “sentezci-faşist” uluslaşma süreçleri kendisini var edip egemen kılmaya çalışıyor.
Şimdi henüz “eklektik” bir “yüzeysellik” içinde tutunmaya çalışan “sentezci” uluslaşma süreci, üst üste binerek birbirini tetikleyen farklı krizlerin egemenleri olağanüstü zorlamasının da etkisiyle “mecburen” sürüyor ve elbette sürdükçe de güç kazanıyor. Taraflar açısından herkes kendi bagajını halen taşıdığı için  “geçici” olan “sentezci” konumlanma, krizlerin ağırlığının “terbiye edici” gücüyle ortakların kendi özel asabiyetlerini sürekli olarak “şimdilik” arkada tutması üzerinden zaman aktıkça yerleşiklik kapasitesi kazanıyor.
Tarihin derinliklerinden güçlü bir ivme alarak günümüze dek gelip hükmünü sürdüren “kutsal devlet” ya da “devlet baba” geleneğinin egemenlerin toplumsal meşruiyet üretebilmesi açısından taşıdığı muazzam önem ve güncellikte yaşanan devlet krizinin çözülmeyle sonuçlanması olasılığının birleşerek yarattığı basınç “sentezci” uluslaşmanın güç kaynağı oluyor. Bu basınç, şimdi olduğu gibi artarak sürdüğü ölçüde iktidar ortaklarını frenleyecektir.
Güncel gerçekliğin koalisyon ortaklarını sürekli-ortaklaşma yönünde zorlamasıyla öne çıkan “sentezci” uluslaşma, faşist zeminde yapılandırılıyor; bu süreçte, Türkçülük ve İslamcılığın özel bir sentezinden yeni bir uluslaşma ve devletin faşist temelde re-organizasyonu gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Kürtlerle savaş, Alevilerin zorla asimile edilmesi ya da katliam girişimleriyle sürgüne zorlanması, günlük yaşamda “Erdoğanist İslamın” ritüellerinin gittikçe daha fazla alan kazanması, kadınların köleleştirilmesi ve bölgesel yayılmacılık amacıyla yapılan askeri işgal girişimleri faşist bir devlet ve ulus oluşturabilmenin ana yönelimleri olarak birbirleriyle zehirli bir sarmaşık gibi iç içe geçerek gerçekleştirilmeye ve “yeni” faşist devletle uyumlu olacak “yeni” ulusun özel “asabiyeti” oluşturulmaya çalışılıyor.
Ancak, yine de sürecin koalisyon ortakları olan AKP ve “Ergenekon” (MHP, Ağar ve eski Kemalist devletin yürütücüleri) güçlerinin, her kritik anda kendi özel tarihlerinden çıkıp gelen özel asabiyetlerinin ürettiği farklı yönelimlerle birbirlerini zorlamaya devam ettiklerini de bir kez daha vurgulayalım. Bu zorlamalar bir kırılmaya ya da çözülmeye şimdilik yol açmamış olsa da, bundan sonra açmayacağı anlamına gelmez.
Ayrıca, ek bir sorun alanı olarak, sistemin egemeni sermaye güçlerinin Erdoğan’ın herkese o arada kendilerine de yönelik “vesayet” dayatmasını kabul etmedikleri, sakınımlı ve gergin olarak çıkış aradıkları, mevcut kaotik ortamın kendilerini korkutuyor olması ve kendi savaşçı kapasitelerinin eksikliğinden dolayı bir türlü başaramasalar da arayışlarından vazgeçmedikleri de görülüyor.
İşte, Babacan-İmamoğlu ekseninin bu arayışın bir ürünü olarak oluşturulup egemen kılınmaya çalışıldığı anlaşılıyor.
Bu noktada, ek olarak, altta ve sessiz bir tarzda ilerleyen ve pazarın çıplak ilişkilerinin toplumsal yaşama yansımasının bir ürünü olan özel bir toplumsallaşma halini de vurgulamalıyız.
Burada, Türklük, İslam, halkçılık veya demokrasi gibi “değerler” eski önemlerini kaybederek yok oluyor ya da kontrol edilebilir birer kültürel ögeye dönüşüyor. Oluşan boşlukta ise, sürekli daha fazla tüketim ve daha fazla haz odaklı, “değerleri” yük olarak görüp sırtından atan, hafif ve yüzeysel bir toplumsal var oluş biçimi kendisini güçlendirmeye çalışıyor.
Ancak, emperyalist ülkelerde egemen olan bu durum, Türkiye kapitalizminin bağımlı ve çarpık yapısı halkın büyük çoğunluğu açısından tüketim ve haz imkanlarını neredeyse imkansız hale getirdiği için, gelişip egemen hale gelemeden sınırlandırılıyor. Böylesi bir ruh halinin “zenginler” arasında güçlendiğini saptayabiliriz.

Hangi Kemalizm?

Başka bir sorun alanı da, önceden de belirttiğimiz bir özel durumdan çıkıp geliyor.
Evet, her ne kadar Ergenekon olarak adlandırılan eski Kemalist devletin egemen fraksiyonları AKP ile ittifak kurmuş olsa da, Kemalist dönemde oluşan “Kemalist-Batılı” ulus, söz konusu koalisyonun destekçisi olmadığı gibi, tam tersine gittikçe sertleşen ve yoğunlaşan bir karşıtlık zemininde ısrarla konumlanıyor. Sermaye güçleri Erdoğan’ı sınırlandırma ya da kenara itme yönündeki hamlelerinde bu toplumsal güçleri kendi yedeğine almaya çalışıyor.
Ancak, “Kemalist ulus” diye adlandırdığımız bu toplumsal güçlerin sermaye açısından öyle “kolay lokma” olmayacağını da hemen belirtmeliyiz.
Bu güçler oldukça heterojen; “Batılı” ve “Modern” bir toplum olma zemininde ortaklaşsalar da, içlerinde bir fetiş nesnesi olarak tapındıkları devlet üzerinden faşistleşmeye uygun bir kimlik taşıyanlar olduğu gibi, Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki kimi “modernleşmeci” kurucu ögelerden ve tarihi boyunca yaşanan toplumsal özgürleşme girişimlerinden etkilenerek  ağırlıklı olarak halkçı-demokratik bir kimlik taşıyan ve demokratik bir cumhuriyette yaşamayı umut edenleri de barındırıyorlar.
Evet, tek bir “Kemalizm” kavrayışı yok; onun kendi yaşanmış gerçekliğinin dışında, egemenliği altında yaşanan tarihin içinde olup bitenlerden çıkıp gelen farklı Kemalizmler/farklı Kemalizm yorumları var!
Gezi süreci, halkçı-demokratik bir Kemalizm yorumunu besleyip güçlendirdi.
Geçmiş dönemde devletin tek hakimi olan Kemalizmin toplumsal bilinçte kurduğu hegemonya öylesine güçlü ki, günümüzün bazı özgürlükçü-demokratik güçleri kendilerini ancak Kemalizmin içinden ifade edebiliyor.
Gelin görün ki, aynı durum İslam için de geçerlidir; Erdoğanist İslamın kendisini gerçekleştirdikçe ortaya döktüğü sefillikler, yüzyıllardır İslami bir hegemonya içinde bilinçleri belirlenen kimi halk güçlerinde, özgürlük arayışlarını Erdoğanist İslama karşı halkçı-demokratik bir İslamın içinde ifade etmelerinin zeminini oluşturup önünü açıyor.
İslami anlam dünyasının özellikle yoksul Sünni Müslümanların, Kemalist anlam dünyasının da özellikle aydınların ve Alevilerin bilinç ve davranışlarında kurdukları güçlü hegemonya, bu toplumsal güçlerin içinde konumlanan kimilerinin demokrasi, adalet ve özgürlük arayışlarını ancak söz konusu anlam dünyalarının içinden dolayımlanarak, o anlam dünyalarının rengini taşıyarak ve kavramlarını kullanarak ifade edebilmelerini belirliyor.
Her iki sürecinde çözümlenerek anlaşılması ve halkçı-demokratik bir toplumsal-siyasal alanın ve iktidarlaşmanın inşasında onurluca yer almalarının önünün açılması gerekiyor.
Kürt halkının özgürlük arayışı ve Gezi alanının hızla bütün ülkeye yayılan “özgürlük” çığlığı da kendilerini “bağımsız” bir toplumsal güç alanı olarak/özgürlükçü-demokratik-halkçı “uluslaşma” girişimleri olarak var etmeye çalışıyor.
Üstelik, bu özel toplumsallaşma süreçleri, kendilerini bilinen burjuva-ulus toplumsallaşmasından farklı bir yapıda var ediyor; Kürtler kendi deyimleriyle “demokratik” bir ulus inşa ettiklerini düşünüyor; Gezi’de oluşup halen de sürerek kalıcılaşma kapasitesi kazanmaya çalışan ortak topluluk ise ilk anında kendisini “Komün” olarak adlandırmıştı.

Kürtler ve Gezi Halkı

Söz sırası TC tarafından oluşturulan ortak ulusun içinde var olan farklılıkların ülkenin içinde çırpındığı kaotik ortam tarafından zorlanarak başkalaşmaya, hatta giderek kendi başınalık kazanmaya ve bağlı olarak ortak ulusun çözülmeye ve farklı “uluslaşmaların” oluşmaya başlaması gerçekliğine geldiğine göre, dahası da var!
Erdoğan kaotik ortamı çıkarttığı suni gerginliklerle ve elbette o uyduruk gerginliklerin gündemi belirlemesine “yardımcı” olan çıplak devlet şiddetiyle yöneterek iktidar olma sanatında epey ilerlese ve artık neredeyse kaotik ortamın varlığına ve sürekliliğine borçlu olduğu iktidarını bir “kriz bağımlılığı” üzerinden bilinçlice yönetse de; “umulmadık taş baş yarar” dendiği gibi, iktidarı ayakta tutan kaotik ortamın içinden aniden çıkıp geliveren “umulmadık sürprizler” de var.
Toplumsal gerçeklik, öyle isteyenin keyfince oynayarak istediği yöne sürükleyebileceği kadar hafif ve basit bir olgu değil, hele ki kaotik bir ortamın içinde çırpınan özel bir toplumsal gerçeklikse! Tam “artık tamamdır, her şey kontrolümde” dediğiniz anda, şayet yanlış bir zeminde konumlanmışsanız, bir anda ayağınızın altındaki zeminin yok oluverdiğini görebilirsiniz!
Erdoğan kendisinin “ustalık” dediği döneminde, esas olarak kaotik ortamı “fırsata çevirip” kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanarak, bir nevi “usta sihirbazlıkla” iktidarını sürdürebildi. Ama hepimiz iyi biliyoruz değil mi, birlikte yaşadık; aniden patlayıveren Gezi isyanı, “Barış süreci” içinde Kürt hareketini “bölmeye” çalışırken aniden ortaya çıkıveren Rojava gerçekliği, yine aniden ortaya çıkan 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimleri, kaotik ortamı sıkça kaosun sınırlarına doğru sürükledi. Evet, Erdoğan hepsini bir biçimde “atlattı”, ama hepsinin de izi kaldı, izler birbirinin üstüne binerek ülkeyi dibe çeken özel çekim güçleri ve ve kaosa sürükleyen özel ivmeler oluşturdu.
15 Temmuz sonrasında kendisini belirginleştiren “devlet krizi” ve Erdoğan kendi siyasal İslam hattında ısrar ettikçe ortaya çıkmaya başlayan ulusun farklı uluslara doğru çözülmesi eğilimi, ortaklaşarak yarattıkları etki alanında TC’nin siyasal ve toplumsal zemininde derin yarılmalar yaratabilecek şiddette fay hatları oluşturuyorlar.
O hepsi birbirinden zorlu eşikleri aşarak kaotik ortamı kaosa sıçratmadan idare ederek iktidarını uzattıkça, bir açıdan bakarsak evet yol alıyor-faşist kurumsallaşma alan kazanıyor; ama başka bir açıdan bakarsak geldiğimiz güncel aşamada artık “herkesin kendi borusunu çalacağı” sarsıcı bir kaosun çekim gücü de hissedilmeye başlanmadı mı?
Evet, nereye kadar?
Üstelik, farklı “uluslara” doğru çözülme, sadece egemenler arasında yaşanmıyor, ilki güçlü diğeri henüz zayıf ama bir biçimde var olan iki ayrı “uluslaşma” süreci de güneşin altındaki kendi yerlerinin inşası içindeler.
Egemenler ellerindeki askeri ve mali güce dayanarak hedeflerine doğru ilerledikçe devlet krize düşmüş ve ortak ulus çözülme eğilimine girmişse, bir kez “ortak büyü bozulmuşsa” ve egemenler arasında herkesin kendine özgü bir siyasal ve toplumsal alan oluşturması meşruiyet içine girmişse, başkaları da kendi ihtiyaçları doğrultusunda hamle yapar ve kaotik ortama kendi iradesini dayatarak kendine özgü alan yaratmaya cüret edebilir.
Bu ülkede sadece egemenler yaşamıyor ki?
İşte, Kürt halkının özgürlük arayışı ve Gezi alanının hızla bütün ülkeye yayılan “özgürlük” çığlığı da kendilerini “bağımsız” bir toplumsal güç alanı olarak/özgürlükçü-demokratik-halkçı “uluslaşma” girişimleri olarak var etmeye çalışıyor.
Üstelik, bu özel toplumsallaşma süreçleri, kendilerini bilinen burjuva-ulus toplumsallaşmasından farklı bir yapıda var ediyor; Kürtler kendi deyimleriyle “demokratik” bir ulus inşa ettiklerini düşünüyor; Gezi’de oluşup halen de sürerek kalıcılaşma kapasitesi kazanmaya çalışan ortak topluluk ise ilk anında kendisini “Komün” olarak adlandırmıştı.
Evet, egemenlerin “Türkçü”, “İslamcı”, “Türk-İslam sentezci” ve “pazar odaklı” olarak çatallanan “uluslaşma” çabalarının üstte olmasına aldanmadan, halkların kendi inisiyatifiyle düşünüp-eyleyerek fiilen inşa edip egemenlere dayattığı “demokratik ulus” ya da “Gezi komünü” girişimlerini özellikle belirtmek hatta parlatmak gerekiyor.
Egemenlerin-“Üsttekilerin” ülkeyi yönetmekteki başarısızlıkları sürdükçe “Aşağıdakilerin”-halkın önü açılıyor.

Halkın Arayışları

Açık ki, onlarca yıldır özgürlüğü için mücadele eden Kürt halkı, istediği anayasal güvenceyi-statüyü henüz kazanamamış olsa da, bir fiili gerçeklik olarak, mücadele içinde oluşan özgürlükçü-demokratik bir ulus olma zeminine yerleşti.
Kürtler, Cumhuriyetin 1921’de açıklanan ilk Anayasa taslağında kendilerine tanınan hakların kuruluşa esas olan 1924 Anayasası ile yok sayılması sonrasında, fırsat bulduğu her seferinde isyan ederek Cumhuriyet’e kendisini dayattı. Cumhuriyet ise, “despotik” yapısının ürettiği doğal bir tutum olarak Kürtlere “zorla asimilasyonu” ya da “göç etmeyi” dayatarak, ulusal sınırların içinde “Tek Dil, Tek Bayrak, Tek …vd” üzerinden bir özel Türk uluslaşması gerçekleştirdi.
Ancak, “Kürtlük” hiç yok olmadı, hep “kanadı” ve bağlı olarak hep “baş kaldırdı!”
Sonuç olarak, “zorla asimilasyon” Kürtlük üzerinde başarılı olamadı. Şimdi ulusal coğrafyanın Kürt halkının yerleşik olduğu bölümü ancak devlet zoruyla kontrol edilebiliyor; üstelik, eskilerinden epey daha ağır bir yapıda süren “kanama” tüm bünyeyi zayıf düşürüp zorluyor.
Cumhuriyetin kendine özgü uluslaşma serüvenini çıkmaza sokan “Kürtlük”, kendisi olmakta israr ettikçe, kendisini ait hissetmediği “Türk” ulusundan kopuşuyor ve “Kürt ulusu” olarak kendisini var edip başka halklarla- özellikle de “Türklerle” ve “Araplarla”, herkesin özgürce kendisini ifade edebildiği “demokratik ulus” zemininde ortaklaşmaya çalışıyor.
Bu tutumun Kürt halkının çoğunluğu tarafından benimsendiğini, onca baskıya rağmen ayakta kalmasıyla hatta güçlenmesiyle anlayabiliyoruz. Halen süren bu özel “uluslaşmanın” artık geri dönüşü olmayan bir kalıcılık kazandığını saptayabiliriz.
Peki, ya Gezi, o muazzam halk hareketinin yarattığı ve her fırsatta kendisini gösteren halk gerçekliği, neredeyse toplumsal yaşamın her alanında her fırsat bulduğunda o ana özgü bir özel biçime bürünerek kendisini var ediveren özel halk gerçekliği, o ne durumda?
Egemenlerin farklı biçimlere bürünen krizlerinden çıkış arayışlarında ortaklaştıkları alanlardan birisi de, Gezi ruhunun yok edilmesi: AKP-MHP alanı devlet terörüyle Gezi’nin ruhunu yok etmeye çalışırken, “Kemalist” egemenler Gezi kitlesi içindeki “Kemalist” ulusalcı güçleri kopuşmaya çalıştıkları despotik zeminde yeniden konumlandırmaya çalışıyorlar. İlki şiddet, diğeri ırkçı-şoven yanılsamalar üzerinden özellikle de Kürt düşmanlığını yeniden dirilterek Gezi kitlesini çözülmeye zorluyor.
Ancak, egemenlerin işleri zor; bataklığa geri çağırdıkları güçler artık eski hallerinde değiller.
Gezi’de öne çıkan kadınlar, ekolojistler, Aleviler ve işçi sınıfının yeni bölükleri, çıktıkları özgürleşme serüveninde yol almaya devam ediyor. Bu toplumsal güçler, özgürleşme sürecinin temiz ve diriltip ayıltan havasını içlerine çektikçe güçleniyor ve egemenlerin kendilerine dayattığı çürümüş çöplerden çıkarak uyuşturup öldüren kirli havayı yeniden soluma seçeneğini reddetmekte daha da kararlı hale geliyorlar.
Öte yandan, Gezi’de ağırlıklı olarak “yeni” bölükleriyle yer alan işçi sınıfının o zaman sessiz kalan sanayi işçileri bölümü de, kendilerini sürekli daha fazla yoksullaştıran ve güvencesizleştiren soygun politikalarına karşı tepki göstererek özel bir siyasallaşma sürecini yokluyor. Gezi kitlesiyle sanayi işçileri arasında toplumsal özgürleşme sürecine destek olacak özel ilişkiler şimdilik zayıf da olsa fiilen kuruluyor.
Gezi kitlesi ve işçilerin ortaklaştıkları insanca, özgür ve demokratik bir toplumsal yaşam arzusu, kendisini var etmekte ısrarlı olursa, yüksek bir toplumsal meşruiyet tarafından sarılıp sarmalanacaktır. Bir ucundan Gezi kitlesinin diğerinden bütün bölükleriyle işçi sınıfının tutup oluşturmaya çalıştığı bu özel toplumsal alanın, ortaklaşmanın kalıcılaşması halinde ve egemenlerin çok yönlü krizinin yarattığı özel fırsatları doğru kullanabilirse, kendine özgü bir demokratik-halkçı toplumsal güç alanı olarak kendisini var edeceği ve kendisini yok etmeye çalışan egemenlere karşı mücadele ettikçe güçlenmeye, kendine özgü bir gerçeklik olmaya yazgılı olduğu açık değil mi?
Peki ,iki halkçı güç, “doğuda” Kürt halkı, “batıda” Gezi kitlesi ve işçi sınıfı, iki alanı da kapsayacak bir özel toplumsal alanda kendi güncel ve toplumsal ihtiyaçları üzerinden ortaklaşamaz mı?
Bu güçlerin kendi ihtiyaçları temelinde ortaklaşıp fiilen inşa ederek kendilerini özgürce ifade edecekleri toplumsal alanın, yüksek bir var olma gücüne ve bütün toplumu da kendi öncülüğünde geleceğe doğru taşıma kapasitesine sahip olacağı açık değil mi?
Başta Kürt halkının muazzam özgürlük hamlesi olmak üzere günün gerçekleri tarafından “hükümsüz” hale düşürülen bu politikalar, koalisyonun tümünü açmaza alıp sürekli çırpınarak güçsüzleştikleri bir konuma yerleştirerek, şu ya da bu biçimde iktidarı kaybetmelerinin zeminini oluşturuyor.

3- Kürtler

Koalisyon ortakları Kürtlük ya da Kürtlere nasıl yaklaşılacağı konusunda adeta pürüzsüz bir şekilde anlaşıyor. Bütün ortaklar, Cumhuriyet’in bilinen politikalarını uygulamakta kararlılar; ortaklaştıkları despotik zemin onların Kürtlük konusundaki ortak yaklaşımlarını belirliyor.
Ancak, sorun şu ki, neredeyse yüz yıldır uygulanan bu “yok sayma” ama aslında “zorla asimile etme” politikası, şimdiye dek istenen sonucu üretemediği gibi günümüzde kendisi bir sorun haline geldi ve bambaşka sorunlar yaratıyor.
Evet, gelinen aşamada despotik yaklaşım sadece sorunu çözememekle kalmıyor, tersinden bir baskı oluşturarak kendisini bir araç olarak kullanan devleti çözme yönünde işlev kazanıyor.
Cumhuriyetin “zorla asimilasyon” ya da “göç” politikalarına bolca isyan eden ama hep yenilip ezilen Kürtler, egemenlerin tam da “artık bu iş bitti, sorun çözüldü” sandığı zaman/60’lar-70’lerde, eskilerinden bambaşka bir yapıda yeniden isyan etti.
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin ulaştığı aşamanın bir sonucu olarak, eskinin isyanlarına önderlik yapan “feodal” Kürt egemenlerinin hem eski güçlerini kaybetmeleri hem de güçlenen kapitalist pazar ilişkileri üzerinden kapsanmaları dolayısıyla tarih sahnesinden geriye çekildiği bir dönemde; Kürtler, özellikle de aydın ya da işsiz şehirli ve köy gençliğinin önderliğinde, “yoksul Kürtlüğün” damgasını vurduğu bir yapıda yeniden ayaklandı.
Dünyada ve Türkiye’de solun güç kazandığı ve moral üstünlük taşıdığı 70’lerde Marksizmden yola çıkarak kendisini oluşturan bu isyan, Kürt egemenlerinin tepkisellikle sınırlı olma, yerel kalma, sonuna dek gidemeyip dar çıkarlarını düşünerek kolay uzlaşma gibi sınıflarına ait özelliklerinin belirlediği tutumlarından oldukça farklı tutumlarla kendisini yapılandırdı.
Kürt egemenlerinin elini-kolunu bağlayıp bütün tutumlarını belirleyen “dünya malına” sahip olmayan “yoksul Kürtler”, kaybedecek bir şeyleri olmayanların cesaretiyle ve içinde oluştukları Marksizmin toplumları çözebilmek için kendilerine verdiği “anahtarları” iyi kullanarak, Kürtlüğün-Kürtlerin var olma ve özgürleşme ihtiyacını ideolojik-politik ve askeri biçimlere büründürüp yeni bir isyan başlattılar.
Bu isyan, günümüzde sadece Türkiye’de değil, İngiliz emperyalizminin 20. yüzyılın başlangıcında sonradan üzerinde “oynamak” amacıyla bölüp 4 ülkeye dağıttığı Kürt halkının yaşadığı bütün coğrafyalara yayıldı. Günümüzde Kürt halkı, yoksul Kürtlerin öncülüğünde, bizzat kendi örgütlülüğünün gücüyle bölgesel ve hatta küresel dengelerde konumlanıyor.
TC’nin sonuç alamayan “yok sayma” politikası ise, başarısızlığa uğradığını kabullenmeyen egemenler tarafından israrla sürdürülmeye çalışılıyor. Bu politika, başarısızlığına rağmen sürdürüldükçe, etrafında biriktirdiği ek yükleri TC egemenlerinin sırtına yüklüyor. Yükler, ülke içinde ve dışında TC’nin hareket hızını düşürüyor ve daha da ağırı kapasite kaybı yaşamasını belirliyor.
Türkiye kapitalizminin gelişme düzeyi, “içerde” Kürt yoksullarını ve Kürt coğrafyasını daha uygun koşullarda sömürme ve talan etmeyi, “ulusal” pazarını Kürt bölgesinde daha derinlere ve ücra köşelere doğru geliştirmesini talep ederken, savaşın yarattığı toplumsal ve siyasal ortam söz konusu talebin ancak çarpılmış ve güçsüz bir yapıda karşılanabilmesi sonucunu yaratıyor.
Peki, ya “dışarıda” nasıl bir “yük” oluyor?
Bölge politikası da içine girdiği çıkmazda sonuçsuzca çırpınma durumundaysa ve bırakınız hegemon güç olmayı başka güçlere olan bağımlılık gittikçe artıyorsa, belirleyici olan etki, her durumda ve ne pahasına olursa olsun Kürtleri “düşman görme-düşmanlaştırma” yöneliminden çıkıp geliyor.
Türkiye kapitalizminin acil ihtiyacı bölge pazarını kontrole almak ve bu kontrolün TC tarafından askeri-politik zeminde korunması iken, orada da yine çarpık ve güçsüz bir konumlanma hatta giderek tümüyle dışlanıp yalnız kalma, bölge pazarlarına yeterince girememe ve hatta kapitalistlerin yatırımlarını bile koruyamama bir güncel gerçeklik değil mi?
Bölgedeki irili ufaklı bütün güçlerin bir biçimde ittifak yapmaya çalıştığı Suriye’deki Kürt güçleri kendi istekleriyle Ankara’ya gelip güç birliği ve ortak hareket yapma teklifinde bulunduğu halde, böyle bir işbirliğinin doğal “bedeli” olan Kürtlüğe anayasal statü talebi “düşmanca” görülmedi mi?
İşte, bölge politikası bir yandan ahmakça taşınan “İslamcı” bagajlarla inmelendirilirken, öte yandan daha az ahmakça olmayan bir bagajla-“her durumda Kürtleri yok etme” saplantısı üzerinden de inmelendiriliyor.
Günün gerçekleri bölgeyi “kurtlar sofrasına” çevirmişken ve en ufak hareket bile yüksek güç, enerji, kurnazlık ve esneklik gibi tutumları gereksinirken, gönüllü olarak üst üste kendi kendini inmelendirme gibi ahmaklıklarla başarı kazanılamayacağı açık değil midir?
TC’nin üzerinde konumlandığı despotik zemin ve kuruluş paradigmasındaki Kürtleri yok sayma anlayışı, Türkiye kapitalizminin günümüzde ulaştığı düzeyin daha güçlü olacağı bir konuma doğru akmasının önünü tıkamaktadır. Despotizmin devlet şiddetinin daha rahat kullanılması anlamında sermaye birikimine katkısı olsa da, Kürtlük konusundaki tutum gibi kendisine özgü başka ögeleri aynı birikimin hızını kesip inmelendiriyor.
Sermaye güçlerinin mevcut despotizmi “reforme” etmeleri ya da başka biçimde kendi siyasal alanlarını/devletlerini kendi güncel konumlarıyla uyumlu bir hale getirmeleri gerekiyor, ama konuyu utangaçça gündeme getirip sonra hemen korkakça geri basma tutumlarını tekrar etmekten ötesine geçemiyorlar; bu amaçla gündemleştirilmeye çalışılan en son hamle olan İmamoğlu-Babacan ekseninin ne olacağını birlikte göreceğiz.
Devlet güçleri ise, kendi tıkanmalarını daha fazla devlet şiddetiyle aşmaya çalışarak tıkanmayı daha fazla tahkim etmekten başka tutum üretemiyor. Bu yönelim, doğurduğu devlet ve ulus kriziyle içinde konumlandıkları devleti uçuruma doğru sürüklüyor; onlar ama bilinçleri, dokuları ve refleksleriyle tümüyle kaynaştıkları despotizmin bilinen tutumlarını uygulamakta kararlılar. Çıkmazda ilerlendikçe, sadece onlar değil, coğrafyamızda yaşayan bütün insanlar gittikçe artan travmatik darbelerle sürekli sarsılıp zorlanıyor. Ülke, büyük küresel güçlerin “oyun alanı” haline geliyor.
Bu bahiste vurgulamak istediğimiz konuya gelirsek; evet, Kürtler söz konusu olduğunda alışılagelen “yok edilmesi gereken düşman” politikasında koalisyon ortakları arasında ciddi bir farklılık yok, “nazar değmesin!” bu konuda epey “sağlam” duruyorlar! Ancak, başta Kürt halkının muazzam özgürlük hamlesi olmak üzere günün gerçekleri tarafından “hükümsüz” hale düşürülen bu politikalar, koalisyonun tümünü açmaza alıp sürekli çırpınarak güçsüzleştikleri bir konuma yerleştirerek, şu ya da bu biçimde iktidarı kaybetmelerinin zeminini oluşturuyor.
Türkiye kapitalizminin, Kürt halkının özgürlük arayışının geldiği düzeyi gerçekçi bir şekilde değerlendirip, Kürt varlığına anayasal statü başta olmak üzere ciddi reformları hayata geçirmesi, sonra da bu reformu arkasına alıp Kürt halk hareketi içindeki burjuva güçlerle işbirliği yaparak Kürt hareketini “bölüp”  Öcalan-Kandil hattını marjinalize ederek, şimdi sistemi zorlayan riski “kabul edilebilir” bir risk düzeyine indirgemesi gerekiyor.
Kimi mızıldanmalar dışında böyle bir tutumu savunan bir sermaye politikacısı görüyor musunuz? Onlar böyle çok yönlü risklerle dolu bir yola girmektense kasalarına her gün akan paracıklarını saymayı tercih ediyorlar!
Risk çok yönlüdür: Hem devletin alışılan politikasında ısrar eden açık ya da gizli güçlerle mücadeleyi talep eder, ama daha önemlisi “reform” sürecinde Kürt hareketini bölme becerisini gösterebilmeyi! Evet, ya “bölünmezlerse” hatta kazandıkları reformları heybelerine atıp artan güçleriyle halkçı-demokratik bir düzen kurma yönünde davranmaya daha da büyük bir şevkle devam ederlerse?
İşte, “Çarşıdaki pirincin peşinde koştururken evdeki bulguru da kaybetme” korkusu, “reform” yapmaya niyetlenebilecek sistem güçlerinin elini kolunu bağlıyor ve hiç de haksız değiller!
Ancak, özellikle öne çıkarmalıyız ki, Kürt halkının ulaştığı düzey, devletin iyi bildiği “zorla asimilasyon” politikalarının devamını imkansız hale getirdi; “çözümsüzlük” artık bir “çözüm” değil!
Aldatmaca olmayan gerçek bir “reform” zorunlu bir yönelim olarak sisteme kendisini dayatıyor. 60’lı 70’li yıllara dek zaman kazandıracak düzeyde sonuç üretebilen eski politikalar, gelinen aşamada çok açıkça görülüyor ki, hedefine ulaşmak bir yana tam tersine Kürt halk gerçekliğini devleti ve sistemi “çözebilecek” bir doğrultuda yapılandırıyor, “çözümsüz” geçen her an da bu süreci güçlendiriyor.
Yine de, bilinç ve davranışları despotik zemin tarafından belirlenip yapılandırılmış olduğu için başka türlü düşünüp davranamayan devlet ve sermaye güçlerinin eski politikalarda ısrar ettikleri görülüyor. Bu durum, Kürt halk hareketinin içindeki burjuva güçler üzerinden sisteme içerilmesinin önünü kapatarak, hareketin içindeki burjuva güçlerin değil halkçı-demokrat güçlerin hegemonyasını güçlendiriyor. Hatta, Kürt halk hareketini ülkedeki ve bölgedeki bütün halkçı güçlerin öncüsü olmasının önünü açıyor.
“Çözümsüzlük”, günümüzde, despotizmden ve sermayeden kopuşmuş halkçı-demokratik bir çözümün önünü açıyor.

4- Erdoğan’ın Ülkesi ve Dünyası

Şüphesiz ki, Erdoğan şimdi ortak olduğu Ergenekon’un fırsatını bulduğu anda kendisini tasfiye edeceğini biliyor. O yüzdendir ki, devletin tümüne bir biçimde hakim olduğu halde yine de kendisini “güvende” hissedemiyor ve merkezinde kendisinin olduğu özel bir iktidar alanını “Saray” odaklı bir “Paralel Devlet” olarak fiilen kurup-işletiyor.
Üstelik, “Paralel Devlet” hiç de saklanmadan, bilinçli olduğunu düşünebileceğimiz açık tutumlarla hepimizin gözünün önünde inşa ediliyor.
Erdoğan odaklı “paralel devletin” mevcut devlet krizinden her şeyin kendi kontrollerinde olduğu “İslami” bir yeni devlet kurarak çıkmayı hesapladığını tahmin edebiliriz ve bu açıdan baktığımızda, resmi devlet görevlerinden ayrılmış gibi görünen “Mehdi bekleyen” zatın Saray’a ait özel iktidar alanındaki “gizli” görevinin aynen devam ettiğinden emin olabiliriz.(Bakınız: Artı Gerçek, İnci Hekimoğlu, “Erdoğan’ın 2023 Gizemi” başlıklı yazısı)
Tıpkı ortakları gibi Erdoğan’ın da kendisine özgü “hesapları” olacağı, Cemaatle ortak olduğu dönemde devletin zirvesinden çekip alarak hapsettiği şimdiki ortaklarına asla güvenmeyeceği ve dünya Müslümanlarını kendi Halifeliği altında toplama gibi uçuk-kaçık hedeflerinin önünde engel olarak göreceği açık değil mi?
Şimdi herkese saçma gelecek olan ve aslında saçmalığın bile ötesinde olan böylesi “Dünya Müslümanlarının Halifeliği” gibi hedefleri de asla küçümsememek gerekiyor.
Hitler de, kendisinin şartsız kayıtsız şefi olduğu Almanya’nın yöneteceği bir dünya imparatorluğu peşindeydi; söz gelimi, “İngiltere nasıl Hindistan’ı sömürgesi yapmışsa ben neden Sovyetler’i işgal edip zengin ham madde kaynaklarıyla dolu olan geniş coğrafyasını Almanya’nın sömürgesi yapmamayım” diye düşünüyordu; evet, sonuçta bu saçmalık hedefine ulaşamadı, ama o arada olup bitenleri hepimiz biliyoruz!
Kendi hukukunun dışına çıkarak çeteleştiği oranda “büyüsü” bozulup bir çıkar ve baskı örgütü olarak bütün çıplaklığıyla açığa çıkan, meşruluğu-ağırlığı kalmayan ve kendisinin her “hukuksuz” hareketiyle aslında bir “hukuki düzen” içinde tutup kontrol etmesi gereken toplumsal güçlere sürekli olarak “siz de kafanıza göre işinize geleni yapıp bir biçimde ayakta kalın” mesajını veren bir “devlet”, toplumun en derin ve en hassas noktalarında “kırılmaya” yazgılı şiddetli fay hatları oluşturmaz mı?

Devletin Çeteleşmesi

Mahkemelerde özel odalar olduğu ve “Saray” odaklı “Paralel Devletin” görevlililerinin burada sürekli toplantı halinde olarak, yürüyen davalarda alınması gereken kararları hakimlere bildirdiği yönündeki söylentileri sanırım herkes duymuştur. Yaşanan kimi olaylar, öyle odalar olsa da olmasa da, özellikle siyasi davalardaki kararlarının tümüyle “emir-komuta zinciri” içinde alındığını ve arada bir “kaçak” olursa hızla toplanan yeni heyetlerle “yanlışın” düzeltiliverdiğini hepimize göstermiyor mu?
Hukuk dışılık normal olan haline dönüştü, artık gizlenmeye bile gerek duymuyorlar.
Yanlış anlaşılmasın, zaten olması mümkün olmayan soyut bir “hukuk” kavramından değil, bildiğimiz despotik devletin bildiğimiz anti-demokratik hukukundan bahsediyorum; işte, o bile aslında kendisini koruyup uygulamakla yükümlü olan iktidar güçlerine “bol” geliyor, onunla dahi “ellerini bağlamak” istemiyorlar!
Pekâla, Hitler’in de feyz aldığı akıl hocaları Carl Schmitt’in sözünü tutup hukukla kendi ellerini bağlamayarak belki “işlerini” daha “kolay” yürütüyorlardır, ama bu “kolaylığın” bir bedeli var: Yaşanan bir topyekun çeteleşmedir!
Üstelik, çıktıkları açmaz yolda sıkıştıkça, o sıkışmayı çözebilmek için “güç oyunu bozar” diyerek sürekli daha fazla hukuk dışına çıkıyor ve bağlı olarak sürekli daha fazla çeteleşiyorlar.
Daha da ötesinde, bir bütün olarak devlet, sürekli zorlandığı krizi çözülemedikçe, içindeki farklı egemen fraksiyonların “ortam müsait yürüyelim o zaman” eblehliğiyle yaptıkları dengesiz hamlelerin bir sonucu olarak “çeteler koalisyonuna” dönüşüyor. O durumda, üstünde konumlanarak kendisini “güvencede” hissettiği zeminin zayıflayıp çözülmeye başladığını hisseden toplumun deyim yerindeyse “çivisi çıkıyor!”
İşte, sözüm ona her şey kontrollerinde ve bir açıdan gerçekten de öyle; ama başka bir açıdan her an her şey kontrolden çıkabilir; derinliği ve stabilitesi olmayan, ancak yüzeyde tutunabilen bir “kontrol” mekanizmasının içindeyiz!
Yürüdüğü yolun ürettiği gerilimlerin kendisini sürekli daha fazla sarıp sarmalayarak sıkıştırmasının sonunda dengesini kaybeden bir “sarhoşun” hükmü ne kadar doğru olabilir ve ne oranda kabul görebilir? Bir çete yada çeteler koalisyonu toplumu bir düzen içinde tutabilme kapasitesine ulaşabilir mi, o düzen sadece devlet şiddetiyle sağlanırsa ne kadar sürer?
Esen rüzgara göre öylesine atılıveren dikişler olayların basıncının zorlamasıyla dağılınca, “olsun, yine yaparız” denilerek devlet şiddetinin desteğiyle önü açılan hukuk dışı yollarla “sökükler” yeniden dikilse de, bir kez “yalama” olan o dikişler herhangi bir zorlama anında yeniden ve daha kolayca sökülüvermez mi?
Kendi hukukunun dışına çıkarak çeteleştiği oranda “büyüsü” bozulup bir çıkar ve baskı örgütü olarak bütün çıplaklığıyla açığa çıkan, meşruluğu-ağırlığı kalmayan ve kendisinin her “hukuksuz” hareketiyle aslında bir “hukuki düzen” içinde tutup kontrol etmesi gereken toplumsal güçlere sürekli olarak “siz de kafanıza göre işinize geleni yapıp bir biçimde ayakta kalın” mesajını veren bir “devlet”, toplumun en derin ve en hassas noktalarında “kırılmaya” yazgılı şiddetli fay hatları oluşturmaz mı?
Bir kez kırılan porselen yapıştırılarak eski haline getirilebilir mi?

Erdoğan’ın Kopyaları mı Var?

İçinde bulunduğumuz tarihsel dönemde dünyanın farklı yerlerinde bolca “Erdoğan” bulabiliriz. Erdoğan’ın yaptıklarını Müslümanlığa bağlayanlar biraz kafalarını kaldırıp dünyaya bakmalılar. Erdoğan açısından Müslümanlık sadece “araç” ya da “örtü”; Hindistan’da Mondi tam bir Müslüman düşmanı Hindu, ama Erdoğan’a ne kadar çok benziyor değil mi? Macaristan’da Urban ise aynı şeyleri Katolik inancı üzerinden yapıyor; Putin Rusya’da inanç üzerinden değil ama Rus olmak ve Rusya devleti üzerinden aynı yolda yürürken, Brezilya’da Bolsonaro koşturup ona yetişmeye çalışıyor, Trump’da “Her şeyden önce Amerika!” diyerek hepsine öncülük yapmaya çalışıyor.Peki, yeni seçilen İngiltere başbakanı Johnson’a bakarsak, o da Trump’ın İngiliz kopyası gibi değil mi?
Örnekler uzar gider.
Birçok liberal ya da samimi demokratın “Bir daha asla olmaz!” dedikleri  faşizm yeniden tarih sahnesine çıkmaya çalışıyor.
Dünya tarihinin gördüğü en muazzam savaş makinesi olan ABD ordusunun anayasal komutanı olan Trump, aslında sıradan bir vurguncu emlak tezgâhtarıyken, hangi süreçler paçalarından sefillik akan böylesine paçavra bir kişiliği “Başkan” yapabiliyor?
Peki, zaten Hitler ve Mussolini de şimdiki “takipçilerine” benzemiyor muydu?
İşte, açıkça görülüyor ki, dünya tarihinde ilk defa bütün yeryüzünü kaplama kapasitesi kazanan bir sistem olan kapitalizm, insanlığa dayatıp yaşattığı 1. ve 2. paylaşım/“Dünya” savaşları öncesinde olduğuna benzer bir “tıkanma” içine girdiği için, daha önce insanlığa ulaşabildiği yerlerde yaşattığı yıkımı ve kan banyosunu yeniden ama bu sefer bütün yeryüzü çapında dayatıyor.
Evet, tabloya bütünlüklü bakarsak, sermaye güçlerinin, içinde çırpındıkları çok yönlü krizlerini şimdi ellerinde olan çok daha yıkıcı silahlarla ve çok daha fazla yıkım ve insan kanıyla aşmaya çabaladığını görüyoruz.
Ama, belki de ek olarak “farklı” bir bakışa da ihtiyacımız var.
20. yüzyılda yaşananların diliyle konuşarak yanlış yapmış olmayız, ama belki de sadece o dönemin kavram seti içinden anlamlandırarak sorunun bütün yönlerini görebilmiş, ulaştığı derinliğini ve günümüze özgü yapısını anlayabilmiş değilizdir.
Belki de, sorunu özellikle günümüzün özgün küresel dinamikleri açısından da değerlendirmemiz gerekiyor olabilir. Somut-tarihsel olmak diyalektik maddeci bakışın ana yönelimlerinden birisi değil midir?
Lenin, tekelci kapitalizmin henüz belirginleştiği 20. yüzyılın başında, tekellerin yapısal olarak demokrasiye değil siyasi gericiliğe eğilimli olduğunu vurgulamıştı. Sonra yaşanan faşizm gerçekliği Lenin’in ne kadar haklı olduğunu netçe gösterdi.
İşte, kapitalizmin günümüzde ulaştığı aşamanın öne çıkan kimi yapısal özellikleri tam da Lenin’in vurguladığı “siyasi gericileşme” sürecinin yeni ve özel bir zirvesine doğru sürüklenmemizi belirliyor.
Sermayenin ve işçi sınıfının günümüzdeki toplumsallaşma düzeyinin toplumların neredeyse tümünü kapsayacak bir derinliğe ve yayılıma ulaşması ve bağlı olarak, “uzlaşmaz” nitelikte yapılandırılmış emek-sermaye çelişkisinin kendisine özgü sertliği ve uzlaşmazlığıyla toplumları tümüyle sarıp sarmalaması, burjuva demokrasisi ile birlikte düşünülebilir mi?
Toplumsallaşma düzeyinin tarihsel zirvesine çıkan günümüz işçi sınıfının, yeni oluşan özgün bölükleri üzerinden artık üretim alanlarından çıkan “dolayımlarla” değil ama her tarafını kapsadığı toplumsal yaşamın bütününde “doğrudan” ve olağanüstü zengin biçimlere bürünerek kendisini gerçekleştirmesi ile burjuva-demokratik bir siyasal düzen birlikte düşünülebilir mi?
Sermaye güçlerinin demokrasi aldatmacasıyla üzerinde hegemonya kurabileceği ve bu hegemonyadan toplumsal meşruiyet üreteceği “ara sınıflar” artık toplumların içinde ne kadar alanı kaplıyorlar ve hangi ağırlıktalar?
Sermaye güçleri, kapitalist sistemi zorlayan sosyalist sistemin çözülerek dağılmasıyla üstündeki “şirin gözükme” baskısından kurtulunca ve devletlerinin elinde dünya tarihinde hiç olmayan güçte silahların ve teknik olanakların olması gerçekliğine güvenerek, acaba kazanılmış bütün demokratik mevzileri tasfiye etmeye ve hatta insanlığa şimdiye dek görmediği bir cehennemi yaşatmaya mı hazırlanıyor?
Evet, aslına bakılırsa, üstünde birlikte düşünmemiz gereken bir sorun var:
Acaba, çağımıza özgü, sistemin içinde çözümü olmayan ve hızla yeryüzüne bir kanser hücresi yayılan işsizlik, ekolojik yıkım ve bilimsel-teknolojik gelişmeyle yapısal uyumsuzluk gibi kalıcı gerçeklikler üzerinden yapısal sınırları belirginleşen ve zamana yayılan nesnel bir iç-yıkım yaşamaya başlayan sermaye düzeninin ürettiği özel ve kalıcı bir gerici siyasal alan gerçekliğinin içine sürükleniyor olabilir miyiz?
Türkiye’de olup bitenler de ancak böylesi bir yeni küresel gerçekliğin içinde mi gerçek anlamını kazanabilir?
Söz gelimi, ülkemiz gerçekliğinde, tarihsel olarak birbirinin zıddı ve hatta birbirine düşman olarak yapılanmış Erdoğan ve Ergenekon alanları acaba böylesi bir yeni gerçekliğin yerel ortağı olarak geçmişlerini aşıp özel türden-günümüze özgü bir gericilik zemininde birleşmeye mi yazgılılar?
Evet, bu soruları sorup cevapları üzerinde düşünelim, ama olup bitenler ömrü tükenmiş bir sistemin kendi doğal işleyişinin bir sonucu olarak kendisiyle birlikte insanlığı da gün be gün oluşturduğu günümüze özgü bir cehenneme sürüklemeye çalıştığını gösteriyor.
Her durumda, komünistlerin yaptıklarıyla veya yapamadıklarıyla tüm insanlığın kaderini de belirleyeceği özel bir tarihsel dönemin içinde olduğumuz anlaşılıyor. Tarihin çağrısını duymak, yüklediği sorumluluğun ciddiyetini ve ağırlığını anlamak ve ona uygun davranmak gerekiyor.