16 Mart Üzerine…

16 Mart olayını içinde olduğu dönemin koşulları üzerinden değerlendirilmeliyiz.

En geniş haliyle 1960- 80 arası Türkiye açısından çok özel bir dönemdi; daha dar bir kesit olarak 1975- 80 arası ise, bu özel dönemin oldukça kanlı bir finaliydi. 16 Mart tam da o finaldeki “kanlı” sürecin içinde anlaşılabilir.

12 Mart askeri darbesinden hemen sonraki yıllarda, Deniz, Mahir ve İbo’da kendi kahramanlarını yaratan önceki dönemin gençlik önderlerinin büyülü halesi bütün gençliğin başının üstünde geziniyor, herkes onlara öykünüyor, herkes sola, sosyalizme yöneliyordu.

Devletin ve sermayenin cevabı ise, her yıl daha fazla artan şiddet oldu. 12 Mart döneminde sönümlendiremediklerini anladıkları sol dalgayı zamana yayılan ve yoğunluğu gittikçe artan şiddetle kırmayı amaçlıyorlardı. Şiddet hem devletin resmi güçleri hem de bu resmi güçlerin bir “alet” olarak kullandıkları sivil faşistler tarafından uygulanıyordu.

Kerim Yaman arkadaşımızın öldürülmesiyle başlayan şiddet dalgası 1 Mayıs 1977’de ilk zirvesine ulaştıktan sonra, alanını genişleterek ve yoğunluğunu arttırarak sürdü.

Belli bir aşamadan sonra şiddet artık seçilmiş siyasi kişileri öldürmekten çıkıp kahve tarayarak ya da otobüs duraklarında bomba patlatarak rastgele insan öldürme aşamasına geçti. Bedreddin Cömert gibi demokrat bir sanat insanı ya da aslında tam da sermayenin sesi olan Abdi İpekçi gibi gazeteciler öldürülmeye başlandı. Herkesin hedef olabileceği gösterilerek panik ve korku yaratıp, halkın sokaklardan evlere çekilmesi isteniyordu.

16 Mart 1978 katliamı, 1 Mayıs 1977 katliamı sonrasında kısmen geri çekilen halk hareketi içinde hala canlı kalan öğrenci hareketini dağıtmayı amaçlıyordu. Hareket içinde öne çıktıkları için hedef gösterilen özel öğrencilerin öldürülmesi yetmemiş olacak ki, toplu katliam aşamasına sıçranıyordu. Hemen sonrasındaki Yıldız Akademisi katliam girişimi de aynı sürecin içindedir.

Halk Hareketi

16 Mart’ın içinde olduğu dönem, halkın bütün kesimlerinin sokakta hareket halinde olduğu, devrimci siyasi yapıların neredeyse bizzat kendilerinin ulaştıkları güce şaştığı ve aslında taşıyamayacağı kadar güçlendiği bir özel dönemdi. Devrimci hareketin etki alanı tarihte olmadığı kadar yayılmıştı. İşçiler, köylüler, öğrenciler, Aleviler, Kürtler sürekli hareket halindeydi ve devrimci hareket böylesi verimli bir ortamdan besleniyordu.

Evet, devrimci hareketin etkisinin yapısı  devrimci-komünist değil, Kemalizm üzerinden kısmen sistemle de bağı olan ama güçlü bir sistemden kopuşma potansiyeliyle yüklü amorf bir halkçı-demokratik nitelik taşıyordu. Ama, yükselip alçalan dalgalar halinde olan işçi eylemlerinin varlığı hareket içindeki devrimci-komünist eğilimin güçlenmesinin önünü açabilirdi. 12 Eylül darbesi böylesi bir gelişimin önünü kesti.

Küresel Ortam

!960-80 arası dönemdeki halk hareketi, başka bir açıdan bakılırsa sadece yerel değil küresel bir durumun yerele özgü bir yapı kazanarak gerçekleşmesi olarak görülecektir.

Kapitalizmin gelişip güçlenmesi, sistemin merkez metropollerinde sermayenin küresel yayılımının yapısına yönelik yeni bir açılımın önünü açtı ve üretimin bazı bölümleri geç kapitalistleşmiş “çevre-periferi” ülkelere kaydırılmaya başlandı. Bu yayılım “çevre” ülkelerdeki yerel sermaye güçleri açısından da yeni birikim kanalları açılması anlamına geliyordu. Merkez ve yerel sermaye güçleri, elbette merkezin hegemonyasında öncekinden daha yoğun bir yapıda kaynaşıp ortaklaşıyordu.

Sermayenin küresel konumlanışındaki bu yapısal dönüşüm, yerel halklara binlerce yıldır yaşadıkları kırsal alandan kopup kapitalizmin yatırımlarını yaptığı şehirlere göçmeyi, işçileşmeyi dayatıyordu. Dünya çapında değerlendirecek olursak, yüz milyonlarca köylü kırlardan şehirlere göç etti. Eskinin köylüleri geleceğin işçi adayları şehirlerin etrafında yoksullara özgü yaşam alanları/gecekondular inşa edip yerleştiler.

Küresel düzeyde yaşanan bu toplumsal dönüşüm, Türkiye’de de kendine özgü yerel biçimler alarak gerçekleşti. Milyonlar Anadolu’daki kırsal yaşam alanlarından kopup İstanbul, Ankara, İzmir, Adana’dan başlayarak bütün sanayi şehirlerine yayılacak biçimde göç edip, işçileşti.

Kır yaşamının nispeten yerleşmiş, durgun ve kendine bir biçimde yeten yaşantısından kopup şehirlerin cangılına öylesine fırlatılan köylüler, ayakta kalıp yaşama mücadelesine girdiler. İşçileşip başka bir toplumsal var oluş haline girme, sermayenin acımasız sömürüsü gerçeğiyle tanışma ve hakkını alabilmek için her an mücadele etme süreçleri oldukça kısa bir zaman aralığında yaşandı.

İşçi sınıfının oluşumu, farklı inanç ve etnik kimliğe sahip olanların kendilerinin eskiden yaşadıkları kısmen izole yaşam alanlarından kopup herkesin herkesle iç içe olduğu şehirlerle tanışması, şehirlerde tutunmak için verilmek zorunda kalınan mücadele süreçleri iç içe geçerek ve oldukça hızlı akan bir zaman içinde yaşandı.

Hasılı, bütün toplumsal güçler kapitalizmin küresel ve yerel güçlerinin eski toplumsallıkları adeta dev bir kürekle alt üst ettiği ve yenisini dayattığı toplumsal yaşamda kendisini yeniden oluşturuyor, ayakta kalmaya çalışıyor, “güneşin altındaki yerini” istiyordu. Muazzam bir toplumsal alt üst oluş yaşanıyordu.

İşte, 1960-80 arasındaki toplumsal hareketlenme en güçlü ivmesini bu alt üst oluştan alıyordu. Halk kendi var oluşunun yeni koordinatlarına yerleşmeye, orada kendisine en uygun bir konumlanma inşa etmeye çalışıyordu.

Öte yandan, emperyalizmin sömürü ağlarının derinleşip yoğunlaştırması da halklarda anti-emperyalist bir tutumu ivmelendiriyordu.

Toplum binlerce yıllık alışılagelen yaşamından kopup yoksullaştırılarak fırlatıldığı şehirlerde yeniden oluşuyor, kimsesizlik, sürekli hareket etme, gerilim taşıma, mücadele etme zorunluluğu ve zamanın hızlı akması gibi “yeni” olgularla tanışıyordu. Şehirlere sürüklenenler,  bir yandan önüne yeni açılan bambaşka bir yaşamı merakla gözlerken, öte yandan geleceğini görememenin hatta yaşadığı her gün nasıl ayakta kalacağını yeniden keşfetmek zorunda olmanın huzursuzluğu içinde çırpınıyordu.

Egemenlerin Hazırlıkları

Oluşan huzursuz gerilimler farklı toplumsal hareketler biçiminde kendisini ifade ediyordu. Ürken egemenler küresel ve yerel düzeyde önlem almakta gecikmediler.

İşte, 16 Mart katliamında da kendisini gösteren resmi ve sivil faşist terör, merkezinde CİA ve NATO’nun bulunduğu sermayenin şiddet örgütlerinin küresel düzeyde yeniden yapılandırılması ve birleriyle entegre olmasının yereldeki uzantısı olan kont-gerillanın bilinçli eylemidir. Sosyalist sistemin varlığı ve kapitalizmin yarattığı toplumsal gerilimlerin basıncı altındaki devlet fraksiyonları ve sermaye güçleri kendi savunma ve saldırı süreçlerini örgütlüyorlardı.

12 Mart darbesi sürecinde zaten öncesinde de belli mevzilerinde “içerden” konumlandığı devletin çekirdeğindeki alanını daha da genişleten CİA, öncesinde kimi Latin Amerika ülkelerinde ve Filipinler’de uyguladığı katliam pratiğini Türkiye’de de hayata geçiriyordu. Devletin çekirdeği halk düşmanı bir pratikte eğitilerek NATO ile daha derin bir entegrasyona sokuluyor, küresel kont-gerilla sistemine içeriliyordu. Öncesinde yaşanan katliamlar ve 12 Eylül askeri faşist darbesi söz konusu içerilmenin dışa vurumudur.

Katliam Hedefine Ulaşabildi mi?

16 Mart ve onun içinde yer aldığı resmi ve sivil faşist terör dalgası, istediği hedefe hem ulaştı hem de ulaşamadı.

O dönem üniversiteleri tek tek kaybeden hatta İstanbul’da belli bölgeler haricinde barınamaz hale gelen faşist hareketin, Beyazıt’daki Merkez Bina’dan başlayıp yayılarak birçok üniversiteyi işgal etmesinin önünü açmak hedefleniyordu. Bombalı vahşetin öğrencilerde ve bütün halkta yaratacağı korku ve paniğe güveniyorlardı.

Bu hedefe ulaşamadılar. Devrimci öğrenciler direndi, hatta daha fazla inisiyatif almak için hamle yaptı ve faşistler kısmen kontrol ettikleri Merkez Bina başta olmak üzere birçok üniversiteyi terk etmek zorunda kaldılar. Hatta şehrin tümündeki kalan mevzilerinin bir kısmını kaybedip, kalanları da korumakta zorlandılar. Günümüzde bile faşist hareket İstanbul’da güçlü değildir.

Ama aynı zamanda hedeflerine ulaştılar.

Yükselen sol dalgayı henüz kaldıramayacağı şiddette bir gerilim alanının içinde sürekli basınç altında tutarak yordular, devrimci çıkışların toplumsal desteğini azaltabildiler, halkta kendine güvenerek hakkını arama ya da çoşku ve iddiayla siyaset yapma arzusunu törpülediler. Evet yok edemediler, ama yordular, azalttılar, törpülediler; daha da yükselme eğiliminde olan halkçı-demokratik dalganın yükselmesini ve bu süreç içinde kendisini eğitecek olan halkın özneleşmesini engellediler.

Halk hareketi kısmen durgunlaşınca devreye ABD’nin “our boys”ları (“bizim oğlanlar”) girdi ve 12 Eylül darbesi yapıldı. Darbenin güçlü bir direnişle karşılaşmaması, sadece o dönemin güçlü sol yapılarının yetersizlikleri yüzünden değil, aynı zamanda üstüne yüklenen şiddet yüklü basınçtan kurtulma isteği taşıyan halkın sessizce evlerine çekilmesiyle belirlenmiştir.