Mayınlanmış Arazide Avlanmak

Hep yapıldığı gibi kendisinin şahsi ihtirasıyla açıklanamaz, Erdoğan bir dizi özgün gerilimin çözüm gücü olmak zorunda olduğu için ülke sınırlarının dışına hamle yapıyor.

İlkin, kapitalist dünyada yaşanan hegemonya krizi, sadece en tepede değil, ilk aşamada bölgesel düzeyden başlayarak, zirvenin aşağısına doğru her kademede de gerilimler-boşluklar-dengesizlikler üreterek, çözümünü talep eden şiddetli krizler yaratıyor.

Dolayısıyla, ABD merkezli eski dünya düzeninin artık hükmünü yürütememeye başladığı ama yerine yeni bir hegemon güç (aday, Çin) tarafından ya da “çok kutuplu” bir hegemonya alanı üzerinden inşa edilen yeni bir dünya düzeninin de kurulamadığı günümüze özgü bir geçiş-belirsizlik momentinde bulunuyor olmak, küresel çapta yayılan gerilimler, boşluklar, dengesizliklerle iç içe olmak anlamına geliyor.

İşte, küresel zemindeki şiddetli sarsılmalarla iç içe olan Türkiye sermayesi ve devleti de ulusal sınırları içindeki kapitalizmin gelişme düzeyine sırtını dayayıp, küresel güçlerin birbirleriyle dalaşıyor olmasının yarattığı boşlukları fırsat görerek onlarla daha uygun koşullarda pazarlık yapmak, “bölgesel” düzlemde kendisi açısından daha elverişli imkanlar yaratmak, hatta mümkünse bölgesel hegemonik güç olmak istiyor.

Ancak, bu yönelim, sadece isteğe bağlı ya da tercihen yapılmıyor, böyle davranmak için bir zorlanma-zorunlu olma durumu da var. Eğer Türkiye yapmaz-yapamazsa, kurulan-kurulacak yeni düzende ya da yeni bir düzenin kurulamamasının sürüp gittiği kaotik ortamda ve buradan çıkıp sürekli yeni coğrafyalara yayılarak süreklileşen savaş koşullarında, küresel güçler Türkiye’yi eskisinden daha uygunsuz koşullarda kontrolüne alır hatta paryalaştırır.

Ayrıca, sadece Türkiye yok, oluşan boşluğu değerlendirerek bölgede hegemon güç olma yeteneğini gösteren (sözgelimi İran gibi) bir güç, oluşturduğu güç ilişkilerini dayatarak, “başarısız” olmuş Türkiye’yi ve bölgesel ilişkilerini kendisine hizmet edecek bir yapıya girmeye zorlar.

İkincisi, Türkiye’de kapitalizmin geldiği aşamada, yerel sermayenin kendi hegemonyasında olan pazar ve ucuz iş gücü ihtiyacıdır.

Evet, yerel sermayenin kapasitesini tümüyle kullanarak ya da en istenir halinde sürekli genişleterek kendi birikimini sıçratabilmesi için, ürettiği mallarını kendisine en uygun şartlarda rahatlıkla satabileceği ek pazarlara ihtiyacı var. Ayrıca, üretimini daha ucuza mal edebilmek için ücretlerin daha ucuz olduğu ülkelerde yatırım yapabilmeli ve yatırımları güvence altına alınmalıdır.

Bu, Türkiye çapında bir ülke için esas olarak kendi yakın bölgesinde mümkün olabilir. Kuzey Afrika, Akdeniz, Balkanlar, Karadeniz havzası, “Türki” ülkeler, Afganistan, Pakistan ve Ortadoğu coğrafyası, tam da sermayenin taleplerine uygun bir alandır. Yerel sermaye, Rusya ve Yunanistan’ı hariç tutarsak, kendi ulusal sınırları içinde diğerlerine nazaran neredeyse en gelişmiş kapitalist ilişkilerin merkezindeki bir güç olarak, bu coğrafyalara kendisinin hegemonyasını dayatmalı- bölgede kendi birikimine uygun düzenlemeleri yapmalıdır.

Elbette, yerel sermaye girerken, o aslında sadece yerel olmadığı için, iç içe olduğu emperyalist Batı merkezli sermayeler de girecek, aynı imkanlardan faydalanacaktır. Ve zaten, söz konusu “giriş” “boşlukta” değil ancak mevcut küresel güç ilişkileri içinde yol alarak yapılabileceği için, öyle çok gürültüsü yapılıp-görüntü verilmeye çalışıldığı gibi küresel güçlere “efelenerek” değil, onlardan izin alınarak, onaylanarak, bu girişten hangi çıkarları elde edeceklerini onlara göstererek ya da zaten o güçlerce saptanmış çıkarları yerine getirerek olabilir.

Yerel sermayenin hegemonik bir güç seviyesinde ilişkilenmek istediği coğrafyalar, başta Rusya ve İran sermayesi olmak üzere, başka güçler tarafından da fethedilmek istenmekte, dolayısıyla atılan her adım engellerle karşılaşmakta, kazanılan her mevzi yüksek risk taşımaktadır. İşte, burada devreye devletler girer ve karşılıklı güç ilişkileri üzerinden güç dengeleri kurulur. Zaten, söz konusu sürece en çok görünen yanından bakınca olup bitenler sanki sadece devletler arası güç mücadelesiymiş gibi görünmez mi?

Evet, sermaye hassastır, kırılgandır, kaybetmek istemez, dolayısıyla korunmaya ihtiyacı vardır; o koruma da en çıplak halinde silahların gücüyle sağlanır. Nasıl ki ABD devleti ve özellikle de ordusu Batı emperyalizminin küresel güvenliğini sağlıyorsa, bölgesel hegemonya girişimleri de devletlerin ve en çok da o devletlerin açık-gizli silahlı gücünün desteğine ihtiyaç duyar. Savaş gemileri, toplar, füzeler ve savaş uçaklarının esas işlevi, sermayenin “Bodyguard”ı olmaktır! Zenginliğin çapı arttıkça korunma kapasitesinin/devletin-ordunun gücünün de o oranda artması gerekir.

İşte, ABD odaklı Batı emperyalizminin sarsılan hegemonyası, bölgesel güçlere eskisinden daha fazla inisiyatif kullanabilme imkânı tanımakta ve zaten yerel kapitalist ilişkilerin ulaştığı aşamada dışa açılmayı-bölgesel hegemonyayı gereksinen Türkiye sermayesi de devletinin gücüyle hamle yaparak ortaya çıkan fırsatı değerlendirmek istemektedir.

Erdoğan’ın ihtirası ise, ancak ve sadece o fırsatı değerlendirebildiği oranda anlam taşır, yoksa en çok görülen-daha doğrusu gösterilen sırf kişisel haliyle boşlukta kalıp hiçbir anlam taşımaz, yok olmaya mahkûm olur.

Erdoğan’la Nereye Gidiliyor?

Türkiye açısından, üstünde hegemonya kurulmaya çalışılan geniş bölge, bütün küresel ve bölgesel güçlerin yüklendiği, sadece günümüzde değil tarih boyunca küresel güç ilişkilerinde özel bir ağırlığı olan, günümüzde de Uzak Doğu Asya ile birlikte yeni küresel güç dengelerinin kuruluşunda özellikle sivrilen bir coğrafya! Burada kazanılan güç, sadece kendisiyle sınırlı bir sonuç yaratmaz, başka açılımların-yeni inisiyatiflerin de önünü açma kapasitesini taşıyacaktır.

Bölgenin, farklı küresel ve bölgesel güçler tarafından, taşıdığı ağırlığa uygun güç yığılmasıyla zorlandığı, her gücün bölgede kendi inisiyatifini büyütmeye çalıştığı ama hiçbir gücün de diğerlerini dışlayan bir net bir üstünlük kuramadığı, oynak-değişken bir durumun süreklileştiği, bağlı olarak her gücün kazanmak güdüsüyle yeniden yüklendiği ve böylece sürekli savaş halinin kalıcılaştığı bir kadere sahip olduğunu saptayabiliriz.

Bölgede yoğunlaşan farklı seviyelere dağılmış olağanüstü zenginlikteki karmaşık güç ilişkileri ve her gücün kendi seviyesinden sürekli yaptığı yüklenmeler, bölgeyi neredeyse her metrekaresinde farklı risklerin bulunduğu, deyim yerindeyse bütünüyle mayınlanmış bir coğrafyaya dönüştürdü. Evet, herkes kendi payını almak istiyor da, “Ekmek arslanın ağzında!” ve “Ava giderken avlanma” bölgede sıkça yaşanan bir normal durum!

Bölgede yol almak, evet olağanüstü güç istiyor, ama sadece güç yetmez; sistematik yaklaşma, yoğunlaşma, doğru karar verme, uygun anda uygun darbeyi vurma, uygun dengeleri kurma vd. gerekiyor.

Her şeyden önce ve elbette, inisiyatifini arttırmak isteyen gücün kendisi iç-bütünlüğe sahip olmalı, alması kesin olan darbelere karşı ayakta kalabilmek ve sürekli yeniden yüklenebilmek için kendi içinden sürekli yeni destekler alabilmeli. Yenilecek darbelerin ve taşınıp aşılacak ve üstelik aşıldıkça daha ağır yenilerinin geleceği kesin olan gerginliklerin talep ettiği dayanıklılık, iç asabiyetin en yüksek seviyesiyle sağlanabilir.

İç asabiyet, içeriğinde (bölgedeki savaş koşulları dikkate alınırsa) özellikle toplumsal bütünlük, dayanıklılık ve kazanma motivasyonunu en gelişmiş halleriyle barındırmalıdır. Burada, üstte kabaca yaptığımız “devlet, sermayenin hizmetindedir” tespitinin aslında sadece “son tahlilde” hükmünü yürüteceğini belirtmeliyiz.

Devletin, merkezinde olduğu kapitalist siyasal alanın ana ögesi olarak, sermaye düzeninin sınır güvenliğini, toplumsal meşruiyetini ve sürekliliğini sağlamanın binbir yolunu bulup hayata geçirmesi, toplumsal ve siyasal alanın bütününe ve her kertesine dağılmış söylem/söylemler üretmesi, kimlikler yaratması vd. gerekir. O, sermaye birikimin sıradan bir koruyucusu değil, kendi tarihine-sözüne, kendi içinde binbir alt iktidarlara ve iletişim ağına sahip sistem içi özel-özerk bir iktidar alanıdır.

Ulus, din, mitoslar, eğitim, günlük yaşamın ritüelleri vd., çıplak zoru mümkün olduğunca geride tutacak ve sermaye birikimine hizmet edecek biçimde üretilip, binbir yolla topluma içerilir, hep varlarmış ve de hep olacaklarmış inancı yerleştirilerek, mevcut düzen geçmişten geleceğe/“ezelden ebede” giden bir sonsuzluk-normallik haline sokulur. O durumda, toplum kendisini sözgelimi ulusu, ulus devleti ya da inancı veya ritüelleri içinde güvencede-evinde hisseder, onlar “dokunulmazlık” kazanır; “evimiz” “iç ve dış düşmanlar”a karşı korunmalıdır!

Devlet, kapitalizm koşullarındaki bu gelişmiş haliyle, kapitalizm öncesi toplumlardan farklı olarak, ekonomi alanından özerklik kazanır, farklı bir iktidar alanı olarak kapitalist sistemin içinde konumlanır ve kendi özgün kurumlarını, tarihini-geleneklerini, ritüellerini ve söylemlerini üreterek, kendi özerk yapısı içinde konumlanır.

Dışardan bakıldığı zaman ekonomi, devlet, siyasal alan ve toplumsal yaşam birbirinden ayrı gerçeklikler gibi görülüp, yaşanır ve gerçekten de uzun on-yüz yıllar boyunca bu görünüm sürdükçe kendine özgü özerk alanda konumlanan birer gerçeklik konumuna da yerleşirler. Ama, aynı uzun on-yüz yıllar boyunca akıp giden sermaye birikim süreçleri ve devletin kurumsal işleyişi, sürekli daha zenginleştirilip yetkinleştirilen dolayımlarla birbirleriyle iletişim halinde olur ve aslında aynı zeminde konumlanıp, gittikçe daha fazla iç içe girerler.

Öyle “bağımsız” siyasal rekabet alanı falan yok, devlet siyasal alanın tam da merkezinde konumlanır ve resmi siyasetin oyun alanının en genel içeriğini ve sınırlarını belirler; gene aynı biçimde, öyle bağımsız-kendi halinde her gücün istediği yönde etkileyebileceği bir “sivil toplum” falan yok, sermaye birikiminin ve devletin yapısının talepleri-zorlamaları tarafından uzun yıllar boyunca “eğitilerek” sımsıkı yapılandırılmış bir toplumsal yaşam var!

Sistemin “içinde” ya da “dışında” olunur ve elbette gerek siyasal alandaki iktidar mücadelesi gerekse toplumsal yaşamdaki hegemonya mücadelesi, nerede olduğunuza göre çok farklı hatta çoğu kez birbirine zıt konumlara yerleşir, devletin size yaklaşımı da!

Türkiye devleti ise, Kürtlerle alçalıp yükselen dalgalar halinde on yıllardır süren savaşın 2005 sonrası sürecinde savaşın ülke sınırlarını aşıp bölgesel hatta küresel bir ağırlık kazanması gerçekliğinin üstünde yarattığı baskıyla zorlanırken, 2013 Gezi ayaklanmasıyla “Özgürlük!” isteyen halkın isyanıyla da yüzleşerek sarsılmaya başladı. Henüz Gezi sürerken iktidar partisi içinde yaşanan çatlak, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları üzerinden AKP-Cemaat ittifakının bozulması ve 15 Temmuz darbe girişimi, kısa sürede art arda gelerek vurduğu darbelerle bir “Devlet Krizi” yarattı. O süreçte kurulan (artık sadece ismi kaldığı için AKP’yi saymasak da olur) Erdoğan-MHP-Ergenekon ittifakı, faşizmi kurumsallaştırarak devlet krizini aşmak istese de hem o kurumsallaştırma sürecini henüz hedefine ulaştırabilmiş değil hem de devlet krizini aşamadı. Geldiğimiz aşamada, mevcut ittifakın da sarsıldığını, devlet içinde bütünlüğün zayıfladığını, hatta özel bir devlet içi gerilimin kendisini gösterdiğini görüyoruz.

Sözgelimi, tamam, sermayenin yeni pazar ve ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için değil, devletimizin hizmetine girip kutsal bayrağımızı yeni coğrafyalarda dalgalandırmak için savaşacağız ya da Ortadoğu zaten tarihsel bir gerçeklik olarak bizim Osmanlı’dan miras kalan mülkümüz olduğu için, sistemin doğal gaz ve petrol ihtiyacını gidermek için değil, hiç olmazsa Misak-ı Milli sınırlarına ulaşıp bizim olanı geri almak için hamle yapacağız veya kutsal dinimizin yayıldığı coğrafyayı tek bayrak altında toplayıp ümmetin birliğini sağlayacağız da, acaba bu sürecin omurgası olması gereken TC devleti attığı her adımda üstüne yüklenecek askeri ve politik gerginlikleri kaldırabilecek mi?

Evet, Erdoğan devleti ele geçirmede epey yol aldı da, onun kurumlarını, geleneksel işleyişini-sistemini ve yasalarını işlevsizleştirerek alınan bu yolun şimdiki aşamasında ele geçirdiği “şey”, artık ne kadar devlet ya da devletin ne kadarı, devletin bütünselliği kaldı mı, kontrol dışında kalan devlet güçlerinin ne yapacağı belli mi? Böylesi bir devlet, bölgesel hegemonya girişiminin zorlu aşamalarını geçebilir mi? Ya da, böylesi bir devletin üreteceği ırkçı-şoven-işgalci dil, yürütülecek savaşa kanını vermesi gerekecek toplumu ne kadar motive edebilir?

Küresel Dengelerde Dans!

Bölgesel hegemonya girişiminin başka bir yüzü, kendisini uygun küresel dengelere yerleştirme sürecinde ortaya çıkıyor.

Şimdiki küresel hegemonya krizi, farklı coğrafyalara dağılmış bütün bölgesel güçlere (Brezilya, Meksika, Güney Afrika, Suudi Arabistan, Türkiye, İran, Hindistan), üstlerinde baskı kurarak hareketlerini belirleyen hegemon güç ABD’nin gücü azaldığı için, eski hallerine göre kendileri açısından daha uygun koşullar yaratma ve ek kazançlar elde etme, “pazarlıkta el yükseltme” imkanı sağlıyor, ama “matrikste”/emperyalizmin siyasi-ekonomik ve askeri hegemonya alanında kalmak şartıyla!

“Dışarı çıkma” imkânı hiç mi yok? Eh, yok denemez! Hegemonya krizi sürdükçe güç kazanan-kazanacak bir olasılık olarak, “dışarı” çıkılabilir!

Kapitalist ilişkiler içinde kalınıp ama ABD-AB ekseninden çıkıp “saf değiştirerek”, gittikçe belirginleşen bir süreç içinde kendisini var etmeye çabalayan Çin hegemonyasındaki bir olası Çin-Rusya ekseninden daha özel imkanlar sağlanabilir. Ancak, Çin hegemonyası henüz bir olasılık, Çin-Rusya ekseni de hem var hem de yok!

Dolayısıyla, o taraflarda hâkim olan yüksek belirsizlik yüzünden, “saf değiştirme” sürecinde mutlaka gerekecek “güvence” ihtiyacının karşılanacağının hiçbir garantisi yok! Öyle ya, hegemonyası uzun on yıllardır kurulup yerleşiklik kazanmış, devletin her tarafındaki kurumlarla güçlendirilmiş, sermaye açısından ise zaten iç içe geçilmiş olan Batı’dan nasıl kopulacak; kopuş sürecinde yaşanması kesin olan zorlanmalara karşı “güvence” nerede?

Ya da, hayallerin sonu yok, iktidar yanlısı bir istihbaratçı-gazetecinin iddiasına göre, “stratejik bir özerklik” kazanılabilir, miş! Nasıl mı, kendisi daha keyifli anlatıyor, farklı küresel güçlerin şimdiki hegemonya savaşında acil ihtiyacı olan kimi tutumlarla yol alınırsa, o yolda ilerlerken kendi bağımsız ihtiyaçlarımızı gözeten uygun dengeler kurulabilir ve içinde olduğumuz güç hiyerarşisini aşan bir sıçrama yapılıp yeni-üst bir konuma yerleşilebilirmiş!

Her iki tutumun da gerçekler dünyasında, çok özel “güç” ve “savaş kapasitesi” talep ettiği açıktır. Özellikle “stratejik özerklik” arayışı, şayet bir macera olmayacaksa, ancak karşılaşacağı olağanüstü engelleri aşarak yol alabilecektir.

Türkiye gerçekliğinde durum nasıl?

Yerel sermaye güçleri ve devlet fraksiyonları, farklı nüanslara dağılmış olsalar da, aynı ortak zeminde birbirleriyle iletişim halinde “ortaklaştıkları” bir yönelimle, bölgede hegemon güç olmayı hedefliyorlar. Cumhur ve Millet ittifakı olarak ayrışan ama sistemin “içinde” olan iki egemen siyasi blok da, aynı hedefi benimsiyorlar, değişiklik “nasıl” sorusuna farklı cevaplar veriyor olmalarında.

6’lı masanın/resmi muhalefetin, saydığımız olasılıklar içinden ürkekçe de olsa “pazarlıkta el yükseltme” şansını deneyebileceğini saptayabiliriz. Ama, günümüz koşulları en ufak ikircikliği bile kaldırmayacağı için, ürkek denemelerin sonuç alma şansı zor. Birkaç mızıldanmadan sonra, Batı kampına ve NATO’ya sadakatin esas alınacağını, “muasır medeniyete dahil olmak” pembe şekeriyle kaplanarak küresel hesaplaşmada Batı kanadında konumlanılacağını saptayabiliriz. “Pazarlık”, Kürt sorununu geleneksel devlet reflekslerine uygun olarak “çözme”/“terörü ezme” izni alma konusunda yaşanabilir, ama o iznin alınıp alınamayacağı belirsizdir ve alınsa bile bir sonuç üretme olasılığı çok zayıftır.

Erdoğan önderliğindeki mevcut iktidar koalisyonu ise, normal koşullarda kaybedecekleri anlaşılan seçimlerin yaklaşıyor olmasının baskısı altında kalıp, bölgesel dengelerde bir an önce çok özel bir kazanç sağlayarak iç desteğini arttırmayı hedefliyor. Ama söz konusu olan seçimlerin güncelliğini aşan olağanüstü riskli bir yolda yürümek olduğu için, telaşla koşturmakla bir sonuç alınamıyor. Erdoğan esas olarak kendi kapasitesinin sınırlarını aşan bir durum karşısında olmanın şaşkınlığı ile yakaladığı fırsatı en yüksek kazançla ve hemen değerlendirmek isteyen Anadolu tefeci-bezirganlığının kısıtlı-dar kurnazlığı arasında gidip -gelen bir tutumla, ortaya çıkan olasılıkların “hepsinde birden” yol almak istiyor!

Öyle değil mi, kabaca üçe ayırdığımız olasılıklardan hepsinde birden yol almaya çalışmıyor mu?

Bir bakıyorsunuz NATO’nun olağanüstü kritik Madrid toplantısında Batı’nın yeni dönem manifestosuna imza atılıyor; o arada kuş misali uçulup Tahran’a konularak NATO toplantısında “düşman” olarak görülen Rusya ve İran’la dost olunuyor; o da yetmiyor, bir kez daha uçulup bu sefer Soçi’ye konularak, resmen olmasa da fiilen NATO ile savaş halinde olan Rusya’nın lideri Putin’le “ilişkilerin derinleştirilmesi” kararı alınıyor; ama gelin görün ki aynı zamanda, Rusya ile savaş halinde olan Ukrayna’ya Rus ordusuna saldırıda kullansınlar diye İHA satılıyor! Alemlerin kralı harikalar diyarında!

Peki, dünyanın güncel halinde böylesi tutumlar, kendi ülkesinin iç bütünlüğünü kuramamış bir liderin öncülüğünde gerçekleştirilebilir mi? Ve, ağızların tadını bozacak bir küçük ayrıntı olsa da soralım: Türkiye, her üç olasılığın yürümesi ve o arada mümkünse 3. olasılığın/“stratejik özerkliğin” gerçekleşmesi için ihtiyaç olan farklı seviyelerdeki askeri-politik-ekonomik güce sahip mi?

Toplumsal Dayanışma Sağlanabilir mi?

Peki, şimdi iktidarda olan Erdoğan-MHP-Ergenekon ittifakı, bölgesel hegemonya kurma hedefli olağanüstü zorlu bir hamle için en büyük ihtiyaç olan toplumsal bütünleşme ve dayanışmaya sahipler mi?

Hayır! Pek sevdikleri “kutuplaşma-kutuplaştırma” politikasının sonuçları başta olmak üzere, yasasızlık-keyfilik, mafyöz vurgunculuk, halkın yoksullaştırılması ama en zenginlerin daha da zenginleştirilmesi temelindeki ekonomi politikaları, laiklik düşmanlığı ve Şeriat düzeni dayatması, Kürtlerin ve Alevilerin düşmanlaştırılması, kadınların erkek terörüyle sindirilmeye çalışılması, gençlerin geleceğinin çalınması, doğanın yağmalanması gibi politikalarının bir sonucu olarak; toplumsal bütünleşme-dayanışma bir yana, toplumun hiç olmadığı kadar çürüdüğü ve birbiriyle düşman kanatlara bölündüğü, iktidara karşı olan siyasal ve toplumsal güçlerin güç kazanıp onu zorladığı bir gerçeklik var!

Bütünleşme ya da dayanışma bir yana, bölünme ve ayrışmaların sürekli güç kazanmasının bir sonucu olarak, gittikçe derinleşen bir “ulus krizi” içindeyiz. Süreç böyle devam ederse, emperyalizmin en sevdiği bir duruma doğru akıyor: Tıpkı Lübnan, Suriye ya da Irak’a dayatılıp inşa edildiği gibi, Türkiye’nin aslında zenginliği olan etnik ve inanç farklılıklarına göre ayrışacağı, siyasal ve toplumsal yaşamın bu temelde yeniden örgütleneceği bir iç-parçalanma! İşte, herkes bilir: “Böl, Parçala, Yönet!”

Emperyalist çakalların inlerinde sürecin nasıl en istenir haliyle akacağının hesaplarını yaptıklarından, hatta pratik girdilerle uygun ivmeleri verdiklerinden emin olabiliriz. “Çok yönlü” oyunlar oynamak, aynı anda farklı süreçlere müdahale etmek konusunda yeterli tecrübeye ve şimdilerde azalmış da olsa güce sahipler!

Kendisi “iç ayrışma-parçalanma” riskini yüklenmiş olan bir ülke, her adımda yüksek risklerle zorlanacağı, her metrekaresinin mayınlarla döşeli olduğu bir coğrafyada nasıl hegemonya kuracak; her zorlanma da ihtiyaç duyacağı ek desteği nereden alacak? Toplumsal bir destek olmazsa, sırf devletin vurucu gücüyle yol alınabilir mi, yola çıkılırsa ne kadar ilerlenebilir?

Erdoğan’a soralım, ekonomik ve askeri gücünüzün yetmeyeceği bir düzlemde bir zamandır keyifle dans etmenize rağmen, müziğin neden hala çalmaya devam ettiğini hiç düşünüyor musunuz? Siz bir “oyuna” sahipseniz, başkalarının yok mu sanıyorsunuz?

Egemenlerin Yetersizliği

Kapitalist dünyanın yapısal eğilimlerinin içinden değil de, “dışından” bakarsak, Türkiye kapitalizminin, küresel ve bölgesel koşullarının ve kendi oluşumunun geldiği aşamanın dayattığı bölgesel hegemon güç olma yöneliminde zorlandığını-zorlanacağını saptayabiliriz.

Başkalarının yanı sıra son olarak özellikle iki noktaya vurgu yapmak istiyorum: İlki, mevcut Erdoğan iktidarının çürümüşlüğü ve çap yetersizliğidir. Ayrıca, Erdoğan’ın sırtında taşıdığı “İslamcı” yük, onun manevra imkânını azaltıyor, hızını kesiyor.

İkinci olarak, sadece mevcut iktidar değil, 6’lı masa da dahil bütün egemen fraksiyonların ortaklaştığı Kürtler konusundaki “çözümsüzlük” politikası ve bunun yarattığı sürekli savaş gerçekliği de sistemin bölgesel hegemonya arayışında sırtında taşıdığı ikinci yüktür ve ilkinden daha fazlasıyla manevra imkanlarını ve hızını engelliyor.

Erdoğan odaklı iktidar alanının sıkışmışlığını ve hegemonya iddiası üzerinden dengesiz arayışlarını ve Türkiye’nin Kürtler konusundaki çıkışsızlığını gözleyen ABD, AB ve Rusya’nın da kendi oyun planlarında bu açıkları kullanarak yol aldıklarını gözleyebiliriz.

Olup bitenlere yerelin içine sıkışarak değil de daha geniş bir açıdan bakarsak, bize gösterilenin aksine, Türkiye’nin NATO ve Şanghay ekseni tarafından paranteze alındığını görüyoruz. Bölgenin savaş ortamının akışı içinde parantezin zıt uçlarındaki küresel güçlerin yakaladıkları her fırsatta kriz içindeki T.C. devletini zorladıkları ve zorlayacakları açık değil mi?

Öte yandan, bu yazının konusu olmasa da, kapitalist dünyanın ekonomik ve ekolojik krizler karşısında zaten zorlandığı bir tarihsel döneminde yaşadığı hegemonya krizi, aynı zamanda, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu halklarına “sistemden kopuş” imkanı veriyor; hadi onların diliyle konuşalım, özerklik onların olsun, şimdi bölge halkalarının bölge egemenlerine ve emperyalizme  karşı öfkelerini ortaklaştıran bir sürecin içinde sistemden tarihsel bir kopuş ve “bölgesel stratejik bağımsızlık” hedefli yönelim için düşünme ve eyleme zamanıdır.

Bu yazı sendika.org sitesinden alınmıştır.