Karanlık Tünelde Türbülans!

Hile yapılarak kazandığı son seçimler, iktidarın faşizmi kurumsallaştırma sürecinin önemli bir kavşağı oldu. İktidar, seçim sonrasında hemen darmadağın olan resmi muhalefetin de örtülü desteğiyle, seçimin ertesi gününden itibaren faşizmin inşasına hız verdi.

İnşa sürecinde iktidarın hızını kesen “devlet krizi” gerçekliği, zaten fiilen yürütülen “devletin çeteleşmesi” yönündeki çok yönlü uygulamalar derme çatma bir sistem içinde birleştirilip bir “statüye” kavuşturularak aşılmak isteniyor. Bu yönde oldukça yol alındığı, tıpkı devlet eliyle “ustaca” yürütülen seçim hilelerinde olduğu gibi, son Gezi kararında da görüldü.

Parola: “Her şey iktidar için, iktidar tarafından, iktidara göre!” Ve hedefe doğru giden yoldaki “pürüzler” hızla temizleniyor. O pürüzler arasında sözgelimi “hukuk” da vardı, büyük oranda temizlendi, “artık yok” diyebiliriz.

“Devlet krizi” yüzeysel olarak aşılmış görülüyor. Kesin karar için yerel seçimlere kadar bekleme gerekiyor olsa da, bu “aşma” eyleminin sonucu “çete devlet” gerçeğidir! Yasalar yok, sistem içi siyasi farklılıklar bile “düşman” olarak damgalanıyor. Mafya devlet ilişkisi “perde arkasında” değil, hepimizin gözü önünde yapılarak resmileştiriliyor. Sınırların içinde ve dışında sürekli savaş haline girildi, savaşın şiddeti ve alanı sürekli güç kazanıyor.

Devlet krizinin çözüm yolu olarak dayatılan devletin çeteleşmesi, krizlerin yeni ve daha büyük bir krizle/krizlerle aşılabildiği son dönemin uygulamalarıyla uyumlu. Çeteleşmiş bir devlet, devletin cinnet geçiren halidir dersek abartmış mı oluruz?

O zaman soralım, bu nasıl çözüm?

CHP’nin (hukuka bağlı yargıçlardan değil, iktidar tarafından görevlendirilmiş emir erlerinden oluşan) Yargıtay’ın Gezi kararıyla ilgili mızıldanmalarına ise kimse kanmamalıdır. “Anayasaya aykırı ama..” diye yola çıkıp utanmazca onayladıkları “dokunulmazlıkların kaldırılması” oylamasında netçe görüldüğü gibi, CHP’de kurulan yeni devlet ve yeni rejim gerçeğinin “içindedir”.

Muhalefet, esas olarak Erdoğan öncülüğünde kurulan “yeni düzenin” içinde konumlanıyor ama bir yandan “mız mız” yapıp gerçek muhalefetin önünü kapatmaya çalışıyor. Muhalefet, yeni devlet ve rejimin fiilileşmesi sürecine destek verilerek yapılmaktadır, “majestelerinin muhalefeti” söz konusudur. Şimdi sıra fiilen inşa edilen yeni devlet ve rejimin anayasal statü kazanmasına gelmiştir ve aynı şekilde bir yandan “mız mız” yapılacak, ama dayatılan sözüm ona “yeni Anayasa tartışmalarına” girilerek yeni Anayasa’nın önü açılacaktır.

Halkın çıkarları açısından bakarsak, deyim yerindeyse, CHP, “kuzu postuna bürünmüş bir devlet kurdudur!” Baştan beri “fareli köyün kavalcısı” rolünü uyguladı, uygulamaya devam ediyor. Halk “kandırılacak fareler” yerine koyuluyor ve sözüm ona “muhalefet” söylemiyle uyuşturularak bataklığa/yeni devlet ve rejimin içine sürükleniyor!

Ortada, hepimizin gözü önünde en bayağı ve çirkin haliyle yapılan, çoktan ölmüş olan ama adeta bir zombi gibi siyasal alanda gezinen CHP’nin, kendi kurduğu Kemalist düzenin yıkılmasında öncü rollerden birisini oynuyor olmasıdır.

Sonuç olarak, bir kez daha vurgulayalım, devlet kendi krizini çeteleşerek çözmeye çabalıyor ve CHP de bu yolda “mız mız” ederek “gölgeleme” yapıyor.

Herkes biliyor, elbette alt mahkeme ve Yargıtay da biliyor; Gezi’nin lideri de örgütleyicisi de yoktu; Gezi’nin faili her yönüyle halktır! Ancak, iktidar bile isteye ve faşizmin inşası sürecinin ihtiyaçlarına hizmet edebilmek amacıyla, yaşadığımız gerçekliği değil, kendi uydurma gerçekliğini dayatmış ve hiçbir özerkliği olmadan tümüyle iktidarın hizmetinde olan Yargıtay da bu uydurma gerçekliği resmileştirmiştir.

Hileli seçim sonuçları da (tümüyle iktidarın hizmetindeki memurlardan oluşan) YSK eliyle resmileştirilmemiş miydi?

Yargıtay’ın Gezi kararıyla, kurulmak istenen yeni devlete karşı çıkan demokrat aydınlara ve sistem karşıtı sosyalistlere gözdağı veriliyor, “Ayağınızı denk alın, hukuk artık sadece bizim irademizdir, istediğimizi hapse atar, hapiste de istediğimizi yaparız; yasalar yok, biz varız!” deniyor.

Bu durum, bizzat kendi yapıp ettikleriyle yarattığı çoklu krizlerden oluşan “olağan üstü hali” kendisine dayanak yapan iktidar alanının, muhaliflerine “düşman hukuku” uyguladığını gösteriyor. Şimdiye kadar daha çok Kürt halkına ve komünistlere fiilen uygulanan bu faşist uygulama alan genişletip, demokratlara ve tüm muhaliflere doğru uzanıyor.

Faşizmin inşasına çok yönlü hamlelerle hız veriliyor.

Gezi halktır! Gezi’yi hapse atamaz, Gezi’yi öldüremezsiniz; O, kimi zaman öne çıksa bazen geri düşse de halkın bilincinde yaşıyor, yaşayacak! Hepimiz adına bedel ödeyen Gezi tutsaklarına borcumuz, Gezi’nin zaaflarını aşmış, daha örgütlü, daha rafine ve sonuç almaya kilitlemiş bir halk hareketi için mücadele etmektir.

2) Yeni Bir Savaş Dönemine mi Giriyoruz?

PKK’nin Ankara saldırısı, öncesi ve sonrasındaki gelişmelerden bakarak değerlendirirsek, muhtemelen TC ve PKK arasında on yıllardır sürüp gelen savaşın yeni bir düzeye sıçrama işareti!

Bombalama sonrasında oluşan ortama TC açısından bakarsak, PKK’nin sonuç alıcı bir darbeyle sarsılarak “ihmal edilebilir” bir düşman güç düzeyine düşürülmesi için “uygun” koşulların oluştuğunu saptayabiliriz. Nasıl?

Bölgenin hakimi olan küresel güç alanları birbirleriyle uğraşmaktadır. Yerel devletler ise, iç ve dış koşullar tarafından zorlanıp inmelenmiş haldedir.

TC, hem ABD hem de Rusya tarafından kollanmakta, taraflar TC’nin bölgedeki duruşunun kendi lehine olmasını hedeflemektedir. TC açısından ABD ile kurulan NATO ilişkisi elbette derin bir çekim gücüne sahiptir. Ama, aynı zamanda, ABD’nin zayıflayan küresel hegemonyasının yarattığı boşluklarda neden inisiyatif alınmasın?

İşte, TC “bölgesel” düzeyde yeterli olabilecek bir “özerk” duruş kazanarak “bölgesel hegemon” ya da “alt-emperyalist” bir devlet olmak, daha doğrusu bu yönde uzun zamandır attığı adımları nihayet tamamlamak istiyor. Tam da bu sebeple bir elini de Rusya’ya vererek Batı’dan “özerk” davranmanın gereken ek gücünü kazanmak ve özgün yeni dengeler kurmak istiyor.

Küresel hegemonya boşluğunun belirlediği özel konjonktürel durumu değerlendiren TC, yüksek askeri teknik ve istihbarat çalışmasından da destek alarak, Suriye ve Irak coğrafyasının Kürt bölgelerine sayıları sürekli artan üslerle yerleşmekte, sürekli askeri hamle yaparak PKK’yi zorlamaktadır.

İşte, şimdi, PKK’nin Ankara saldırısı bir fırsat olarak değerlendirilerek, zaten yürütülen söz konusu politika daha da yoğunlaştırılıyor.

Yoğun bombalamalarla yürütülen bu savaş sürecinde, sadece “Kürt toplumu” değil, “Misak-ı Milli” içinde görülen Halep-Musul hattının kuzeyindeki zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan “Kürt-Arap coğrafyası” da fiilen TC’nin kontrolüne sokulacaktır. Böylesi bir coğrafi kontrolle, Türkiye kapitalizminin en büyük sorunu olan “enerji ithaline ödenen milyarca dolar” zincirinden kurtulanacaktır.

Evet, hem PKK ezilecek hem de zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarına el koyulacaktır. “Cennet nedir?” sorusuna TC egemenlerinin cevabı “İşte bu!” olmaz mı?

Peki, Kürtlerin ezilmesi üzerinden geçen bu yoldan yürünerek hedefe ulaşılabilir mi? Çok zor, hatta PKK’nin ulaştığı askeri-politik güç ve yerel, bölgesel ve küresel düzeyde kazandığı inisiyatif değerlendirilirse, neredeyse imkansız. Tam tersine, eğer hedef “bölgesel hegemon devlet” olmaksa, başka birçok zorlu eşiklerin aşılması kaydıyla, bu hedefe ancak sistem içi bir çözümle Kürtler kazanılıp “içerilerek” ulaşılabilir.

Ancak böylesi bir “rasyonel” yönelim, gerçek yaşamda TC’nin “despotik” yapısı tarafından dışlanıyor. Haksız da değiller! Bu “beton gibi” yapıda açılacak bir gedikten başka birçok toplumsal ve siyasal gücün de geçmek isteyeceği ve o “geçiş” sürecinde söz konusu despotik egemenlik sisteminin tasfiye edilme olasılığının da güçlü olduğu açık değil mi? Rasyonalite, kimilerinin sandığı gibi bütün zamanları kesen ve herkesi kapsayan soyut-mutlak bir doğru olarak değil, gerçekleştiği zamanın özgün yapısından çıkıp gelir ve her toplumsal güç için ona uygun somut-tarihsel biçimlere bürünerek kendisini gösterir.

ABD ve Rusya

ABD açısından, “stratejik düşman” olarak görüp “taktik işbirliği” yaptığı Kürt hareketine TC’nin yapacağı saldırılar; ilkin, Kürt hareketinin zayıflayarak “taktik işbirliğinde” zayıf ve tabi duruma düşmesini sağlayacak; ikincisi ve daha önemlisi, Kürt hareketinin Kandil kanadının askeri darbelerle zayıflaması halinde Rojava kanadının yumuşatılıp içerilmesini kolaylaştıracaktır.

İşte, ABD, TC’nin saldırılarına, kendi hedeflerine ulaşmasını sağlayacağı oranda izin verecektir. O oran aşıldığı an, güç dengelerinin soğuk ama kesip atan yasaları devreye sokulacaktır.

Fidan, malum konuşmasında “herkesi uyarıyoruz, vuracağız!” derken aslında “herkes” derken açıkça ABD’yi kast ediyordu. ABD resti gördü ve ilk adım olarak askerlerinin bulunduğu alana yaklaşan bir İHA’yı düşürdü. Yetmedi, en son yapılan resmi açıklamayla pek de örtülü olmayan bir tehditle daha açık bir sınır çizildi.

Rusya açısından, TC’nin askeri eylemleri, bir türlü Şam’ın istediği koşulları kabullenmeyen Kürtleri, TC tarafından zorlanıp zayıflaması sürecinde Şam’ın koşullarını kabul etme yönünde ivmelendireceği beklentisi yaratacak ve Rusya da kendi hedefine hizmet ettiği oranda TC’ye yeşil ışık yakacaktır.

Elbette, ne ABD ne de Rusya, TC’nin ya da Kürtlerin kesin zaferini veya yenilgisini istemeyecek, verecekleri iznin sınırlarını, bu temelde sıkıp genişleteceklerdir. Her iki güç de, tarafların kendisine muhtaç duruma düşmesini hedefleyecektir.

Daha da ötesinde, zaten “bağımlı” bir egemenlik sistemi olan TC’nin, özellikle ABD ama aynı zamanda Rusya açısından, bu savaş sürecinde düşeceği zayıf durumlar kullanılarak bağımlılık düzeyi daha da derinleştirilmek istenecektir. “Çarşıya pirince giderken evdeki bulgurdan olma” riski hep devrede olacaktır. Sınırlar genişletilmek istenirken daha geçişken hale gelerek silikleşebilir, iktidar alanının “ulusal” coğrafyası genişletilmek istenirken daralabilir hatta çözülebilir.

PKK Ne Yapmak İstiyor?

PKK ise, açıkça sahip çıktığı son Ankara saldırısından anlaşıldığı kadarıyla, sürece kendi durduğu yerden bakıyor ve “bekleyip-izlemenin” kendisine kaybettireceğini, hamle yapıp “inisiyatif almanın” kendisi açısından daha gerekli olduğunu saptadığı anlaşılıyor. “Madem askeri çözüm dayatılıyor, o zaman zaten yürüyen bu fiili sürecin içinde inisiyatif alayım” denildiğini düşünebiliriz.

O arada, zaten Irak ve Suriye’de hareket halinde olan TC’nin Ankara saldırısıyla istediği gerekçeyi bularak askeri hamlesini daha açık, sert ve yoğunlaştırarak yapmaya başlamasını PKK’nin sürpriz olarak görmeyeceğini, tam tersine beklediğini tahmin edebiliriz.

PKK, son seçimleri hileyle de olsa da bir biçimde kazanan Erdoğan’ın, seçim sonrası yaptığı hızlı hamlelerle devlet ve toplum içinde inisiyatifini güçlendirdiğini, “devlet krizini” kendi istediği gibi geriye itebildiğini ve dolayısıyla rakip devlet fraksiyonlarını ve kimi sermaye gruplarını güçsüz bırakarak devlet içinde “bütünlüklü” bir hakimiyet kurabildiğini vd. saptamış olmalıdır.

Sonuç olarak, Erdoğan’ın yeni bir anayasayla faşizmin kurumsallaşma sürecini hedefine ulaştırıp orta, hatta uzun vadeye dayanan bir yeni devlet ve rejim kurma yolunda olduğunu saptayan PKK, Kürtler açısından bu durumun “kaybettirecek” bir süreç olacağını ve yasal siyasi faaliyetin imkansız hale getirileceğini görerek ön almak istiyor olabilir. En başta da, Erdoğan önderliğindeki iktidar alanının “kalıcılık” hesaplarını bozmak hedefleniyor olmalıdır. Her şey şimdi olduğu gibi giderse bir biçimde Erdoğan’ın kazanacağını, sürecin bu yönde akışının ancak askeri şiddetle müdahale edilip çıplak güç dengeleri değiştirilerek bozulabileceği, ancak bu yönde alınacak yolun yasal-meşru siyasi faaliyetin önünü açacağı saptanmış olmalıdır.

Genel Olasılıklar

Öte yandan, aynı sürecin içinde yaşanan resmi muhalefetin sefaleti, iktidarın işini kolaylaştırmakla birlikte, tersinden baktığımızda, siyasal alandaki temsilcileri en bayağı hallere düşerek iktidara teslim olup parsa kapmaya çalışırken, muhalefet alanı boşlukta kalıyor. Resmi muhalefet elenince, kendisine dayatılan yoksullaşmaya karşı asgari düzeyde ayakta kalıp yaşayarak var olabilme çabasında olan işçilerden İslamcısından Alevi’sine, liberalinden ulusalcısına, laiklere kadar yayılan geniş bir alanda iktidara kalıcı olarak karşı hatta düşman olarak konumlanan bütün siyasal ve toplumsal güçlere bir sığınma alanı, bir umut ve seçenek boşluğu doğuyor. PKK bu boşluğu dolduracak bir adres olmayı hedefliyor olabilir. Erdoğan sürekli zorlanacak, planları bozulacak, zayıf duruma düşürülerek denge kaybına itilecektir. Böylesi bir hedefe yürümek, muhalif halk güçlerine “adres” olma kapasitesini besleyecektir.

O arada, PKK, savaş yeteneğine güvenerek, yeniden canlanacak savaş ortamında TC’ye yenilmeyeceğini, bu süreçte kazanacağı güç ve itibarla, ABD tarafından “içerilmek” istenen Rojava yönetimiyle daha derin ve kalıcı bir yapıda ilişkileneceğini ve Başur’da Talabani ile şimdiki güç birliğini ittifak düzeyine sıçratabileceğini, oluşacak PKK-Rojova-Talabani/YNK ekseniyle Barzani/KDP’yi tecrit etmeyle başlayan bir süreç içinde zayıflatıp tasfiye edebileceğini hesaplıyor olabilir.

Şimdi daha çok Suriye’de yaşanan kaos ortamında kendini korumak için zorunlu olan askeri yapılaşmanın ve günlük toplumsal yaşamın düzeni için polisiye yapılaşmanın birlikte inşası düzeyinde olan Arap halkıyla Kürt halkının ilişkisi de, savaş sürecinde derinlik kazanma imkanı edinecektir.

Küresel Ortam

Son olarak belirtelim ki, belki biraz abartı gibi gelebilecek TC ve PKK’nin olası karşılıklı hesapları ve hamleleriyle ilgili tahminlerim, başka bir durumda değil ama tarafların içinde olduğu bölgenin fiilen yürüyen küresel hegemonya/düzen savaşının en sıcak coğrafyalarından birinde olduğu değerlendirilirse gerçek anlamını kazanır.

Başka bir dönemde beklenmeyecek ya da yapılamayacak hamleler “şimdi” oluşan özel koşullarda olasılıklar alanına girebiliyor. TC ve PKK bölgeden zaten hiç eksik olmayan savaş ortamının şimdi yüklendiği yeni gerilimlerle daha da derinleşeceğini, normal koşullarda olmayacak-yapılamayacak hamlelerin yapılmasının mümkün hatta yaşar kalabilmek için zorunlu olduğunu saptamış olmalıdır.

3) Devlet Krizi Çözüldü mü?

Ağar- Eken fraksiyonunun “Yalıkavak fotosu” benzeri bir foto, PKK eylemi sonrasında İçişleri, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlarıyla MİT ve Genelkurmay Başkanlarının ortak görüşmesi sırasında çekilip yayınlandı. “Birlik ve beraberlik” mesajı açıktır: “Devlet krizi aşıldı!” denilmek isteniyor.

Seçim sonrasında “işi bitirmiş” olmanın verdiği moral gücüyle ve kazanılan ek güce dayanarak faşizmin kurumsallaşması hedefine doğru atılan hızlı adımlarla alınan yolda kazanılan mevziler, Ankara saldırısının egemenleri teyakkuza sokmasını ve yarattığı tepkiyi arkasına alarak bir “kalıcılık” düzeyine çıkarılmış görünüyor. Bu durum, aynı zamanda “devlet krizinin çözümü” yönünde yol alındığı anlamına geliyor.

Fidan’ın toplantı sonrasında verdiği demecinde hedef olarak netçe belirttiği Suriye ve Irak coğrafyasında yapılacak askeri harekatta kazanılacak olası “askeri zafer”, sürecin halen eksik olan toplumsal meşruiyetini ve gücünü tamamlayabilir. Ama, aynı sürece tersinden bakarsak, burada yaşanacak “yenilgi” de, hızlı bir geri çekilme ya da hatta çözülüş gerçeğini doğuracaktır.

O noktada, Soylu ve Yerlikaya arasındaki ya da benzeri gerilimler, bir “devlet krizi” olarak değil, iktidar alanının içindeki “iç” gerilimler-krizler düzeyinde değerlendirilmelidir. Bu türden “iç” krizler, tarafları Erdoğan’a daha çok bağlama ve dolayısıyla Erdoğan’ın gücünü arttırma yönünde ivme verecektir.

Ne Olmuştu?

“Devlet krizi” saptaması özellikle belli bir durum üzerinden anlam kazanıyordu.

Devlet içindeki (tarihsel kökleri de olan) farklı fraksiyonların devlet zeminindeki “bütünlüğü” bozulmuştu. Her ne kadar hepsinin ortaklaştığı “devletin bekası” ihtiyacı üzerinden “birlikte” duruluyor olunsa da; her fraksiyonun kendince arayış içinde olduğu, fraksiyonlar arasında “normal” sayılabilecek rekabet gerilimlerinin ötesinde, birbirini eleme hatta düşürmeyi amaçlayan şiddette gerilimler yaşandığı ve hepsinin devletin başka türlü değil de kendi fraksiyonlarının önderliğinde re-organize edilmesini yokladıkları görülüyordu.

Devletin dengesi bozulmuş, içinde boşluklar oluşmuştu. Erdoğan önde gözükse de perdenin arkasındaki her şey hareket halindeydi. Farklı devlet ve toplumsal düzen hedefi olan devlet-içi güçler, iddialarını fiilen dayatma arayışı içindeydi. Devletin bütünlüğü açısından zaaflı, zayıf bir konumlanma söz konusuydu.

Kriz, 15 Temmuz 2016’da ABD güdümlü Cemaat güçleri tarafından düzenlenen başarısız ordu darbesi sonrasında birden açığa çıkmıştı. Darbe başarısız olsa da, vurduğu devlette hasar ve denge kaybı yaratmış, boşluklar oluşturmuştu. Ama söz konusu krizin zaten önceden başladığı ve o dönemlerde açığa çıkmasa da fiilen yaşandığı belliydi.

Nasıl olmasın? Neredeyse 80 yıllık Kemalist Cumhuriyet göz göre göre tasfiye ediliyor, o dönemin egemeni ordu güçleri süreci durdurmaya, tasfiye sürecini yürütenleri tasfiye etmeye çalışıyordu.

Öncesi ve sonrasındaki aylarda yaşanan gerilimlerin açığa çıktığı 28 Şubat 1997 MGK toplantısında alınan kararlar, “post modern darbe” ya da “demokrasiye balans ayarı” gibi adlandırmalarla bilinir. Sonrasında yaşananların ilk ivmesini veren bu “darbemsi şey”, hedeflediği “Kemalist egemenlik sistemini koruma ve güçlendirme” dayatmasının tam zıddı süreçleri güçlendirdi ve şimdi varılan nokta, korunmak istenen Kemalist cumhuriyetin tasfiye edilmiş olduğu gerçeğidir.

İşte, o ara tarihsel süreçte olup bitenler, devletin ana yapısına yönelik bir devlet içi mücadelenin yaşandığını gösteriyordu. 15 Temmuz darbesi, Kemalizmi tasfiye girişiminin ABD odaklı bir ordu-içi çete tarafından damgalanarak sonuçlandırılmasını hedefliyordu. Başarısız oldu, ama aynı zamanda başardı da!

Başarısız oldu, darbeyi yapanlar yenildi ve cezalandırıldılar.

Başarılı oldu, çünkü darbeyi yapanların devlet içinde ciddi bir güç alanı oluşturduğu gerçeğinin en çıplak haliyle aniden görülüvermesi, devletin irade, moral ve bağlı olarak egemenlik gücünü zayıflattı. Üstelik, söz konusu güç alanı yenilip tasfiye olunca bu alandaki kadrolarda biriken “devlet aklı ve kadro birikimi” de yok olduğu için, devletin rutin işleyişinde boşluklar oluştu. Ama aynı durum, darbeci Cemaatçilerin yardımcısı olduğu ana iktidar odağı tarafından “Allah’ın lütfu” olarak görüldü ve meydana gelen kaotik ortam değerlendirilerek Kemalizmin tasfiyesi doğrultusunda kullanıldı. Darbe, darbecilerin hedeflediği Kemalizmin tasfiyesine güç kazandırdı, ama tasfiye kendilerinin değil başka bir güç alanı olan Erdoğan önderliği tarafından damgalandı!

İşte, böylesi yüksek düzeyde kaotik iç gerilimler yaşayan devlet, “devlet krizi” diyebileceğimiz bir özel kriz içine girdi. Evet, Erdoğan başarısız darbe girişimini fırsat olarak görüp tasfiye girişimine hız veriyordu, ama darbeyle sersemleyip dengesini kaybettiği için, ihtiyacı olan desteği tasfiye etmek istediği Kemalist generallerden almaya çalışıyor, iktidar alanında ortaklık yapıyordu. Bu durum devlet içinde, aslında ya biri ya da diğerinin ayakta kalabileceği özel bir “düşmanca rekabet alanı” yaratıyordu: Erdoğanizm ya da Kemalizm!

Sonuç bellidir, Erdoğan kazandı. Seçimlerde hilelerle yol alan Erdoğan, en son 14-28 Mayıs seçimlerinde bir kez daha aynı yolla/hileyle kazandığı seçimle, bu durumun yarattığı morale dayanıp bir dizi hamle yaparak devlet içinde hakimiyet kurabildi. Artık Kemalist kanat, “kriz” yaratabilecek bir güç ve daha fazlasıyla da morale sahip değil. Erdoğan ise, üst üste yaşanan YAŞ tayinlerinde, ordu içinde yarattığı doğrudan kendine bağlı güç alanını her sene biraz daha güçlendirerek ve MİT ve Polis teşkilatını doğrudan emrine alarak “egemen” konuma geldi.

Bu anlamıyla “devlet krizi” çözülmüştür tespitini yapabiliriz.

Ancak, çözüm hassas dengelerin üstünde konumlanıyor, herhangi bir başarısızlık rakip güç alanlarını dirilterek ya da bizzat iktidar alanında kopuşmalar yaratarak krizi yeniden canlandırabilir veya yeni karakterde krizler yaratabilir, yaratıyor. Nasıl?

Kriz Hali Kalıcılaşıyor mu?

Devlet krizi, aslında çözülmeden çözülmüş gibi yapılıp üstünden atlanarak çözülmüştür; tipik bir “Atı alan Üsküdar’ı geçti!” olayı söz konusudur. Toplumsal meşruiyet kazanılamamıştır, toplumun hesaba katılır bir gücü kurulmak istenen yeni ırkçı-dinbaz devlete karşıdır. Üstelik, artık “mıntıka temizliği” yapıldığına göre sırası gelen Anayasal statü henüz kazanılamamıştır. Bu iki önemli eşiğin de, öncekilerde olduğu gibi, devlet şiddeti ve hilelerle aşılabileceği hesaplanıyor olmalıdır.

Rojava’ya yapılan askeri harekat, Anayasa sürecinin başlatılması için gereken siyasal ve toplumsal desteği kazanmak amacıyla kullanılacaktır.

Ancak, hemen belirtelim ki, herhangi bir askeri yenilgide, aşıldığı sanılan devlet içi yıkıcı rekabet ilişkileri yeniden canlanacaktır. Öylesi durumlarda, sadece kaldığı kadarıyla Kemalistler değil, Erdoğan’ın hamiliğini kabul etmeyen ve doğrudan kendisine bağlı bir siyasal düzen hedefleyen TUSİAD odaklı finans-kapital çetesi de şimdiki sessizliğini bozup inisiyatif almaya çalışacaktır. Ve elbette, halk güçleri de, iktidarın her tökezleyişinde kendi ihtiyaçları doğrultusunda şimdi yaptıkları direnişleri ülke çapında bir genel direnişe çevirme imkanını yakalayarak, kendi çıkarlarını esas alan bir demokratik cumhuriyet için davranabilecektir.

Devlet krizi, başka herhangi bir krizden farklı olarak, ülke coğrafyasında hareket halinde olan bütün siyasal ve toplumsal süreçlerin zengin dolayımlarla ilişkilenip kendi dengesini kurduğu devletin kendisinin denge kaybı yaşadığı anlamına geliyordu. Devletin merkezinde olduğu siyasal alan bu dengesizlikten en çok etkilenen ögeydi; siyasal süreçler anaforlar yaratıyor, devlet sadece dengesini değil, gücünü de kaybediyor, kaybettiği gücünü devlet şiddetini arttırarak ve hukukun işlevsizleşmesine yol vererek aşmaya çalışıyordu. Bizzat o “aşma” yolu da devleti zorluyordu. Sonuç, birbirini besleyen dengesizleşme ve güçsüzleşme dinamiklerinin iç içe geçerek hareket ettiği bir devlet gerçekliğiydi.

Peki, bu anlamıyla “devlet krizi” aşıldı mı? Hayır!

Devlet krizi aşılırken olup bitenler, her birisi değişik hilelerle sözüm ona kazanılan seçimler, yaşanan dengesizlikten çıkabilmek ve faşizmin inşasına yol aldırabilmek için yapılan hukuk dışı hamleler, süreklileşip bir fiili statüye sıçrayınca “hukuksuz” bir devlet gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Adlandırmak gerekirse bir “çete devlet” oluştu. Devlet krizi devleti çeteye indirgeyerek “aşılmış” oldu, dolayısıyla aslında daha ağır sorunlar yaratabilecek başka bir krize yol verilmiş oldu.

Artık, ayakta kalabilmek isteyen bütün toplumsal ve siyasal güçler hatta tek tek bireyler, hukuka değil kendilerine güvenmeleri gerektiğini düşünecek ve öyle davranacaktır. Böylesi bir durum kaotik ortamın sürekliliğini besleyecek, hatta kaosa sürüklenme olasılığına güç kazandıracaktır.

Bütün bu yaşadıklarımızın küresel savaşın ön cephesinde (Ukrayna-Irak hattı ve çevresi) olan bir ülkede yaşandığını düşünürsek, karanlık bir tünelin içinde sürekli irili ufaklı türbülanslar yaşayarak hareket etmeye başladığımızı saptayabiliriz.

Nasıl bir türbülans mı, diğerlerinin yanında mesela şimdi fiilileşmek için güç biriktiren “ulus krizi!”

TC devleti, hukuksuzluk yolunda ilerleyip sadece şiddetle yol almakta ısrar ettikçe, kendisini devlet olarak var edip meşrulaştıran en önemli ögelerden “ulus devlet” olma kapasitesinin “ulus” bileşenini krize sokup parçalanmaya sürüklüyor. Ya da, söz gelimi, hukuktan iktidar zirvesinin keyfiliğine sıçrayınca marifet yaptığını sanıp “güç sarhoşluğuna” kapılanlar, devleti meşruluğunu kaybedip “çete-devlet” olduğu bir konumuna yerleştiriyorlar!

Başta yazdığımızı bir kez daha vurgulayalım: Devlet cinnet geçirmeye başladı; bu bir süreçtir, henüz belli belirsiz bir bulanık ortamda yol alınıp ilk adımları atılıyor, saçılarak yayılmaya, yayıldıkça artan oranda başta kendisi olmak üzere egemenliği altında tuttuğu bütün toplumsal ve siyasal alanı kendisiyle birlikte çürüyüp çözülmeye sürükleme eğilimi içinde olacaktır. Devrimci komünist hareket “çözüm gücü” olma sorumluluğu ve göreviyle yükleniyor!

Bu yazı sendika.org sitesinden alınmıştır.