Tarihin Ayrıntılarında Sınıflar Savaşı’nı ve 1 Mayıs’ı Anlamlandırmak

1851 yılında Kraliçe Viktorya, çok sevdiği eşi zenginler/seçkinler kulübü başkanı Prens Albert’in ilk “Büyük Dünya Fuarı”nı açmasından gurur duyuyordu. Açılış günü olan 1 Mayıs’ta Londra nüfusunun dörtte biri olaya şahit olmak üzere Hyde Park’ta toplanmıştı.

Kraliçe, Roma’daki Aziz Petrus Bazilikası’ndan (Engels; Antik Roma’nın tüm tanrıları için inşa edilmiş panteon/tapınak olarak niteler bu sarayı) daha büyük kubbeli Kristal Saray’dan içeri girerken sanayi devrimini başlatan İngiliz icatlarından biri olan pamuk ipliği eğirme makinesinden, degerrotiplerle çekilmiş ay fotoğraflarına kadar çağın harikalarının sergilendiği yüz bin kadar sergi bulunuyordu.

Fonda Handel’in “Messiah/ Hallelujah-Şükürler Olsun” bestesi çalıyordu. Kapitalizmin görkemli sergisinde şarkıyı dinlerken göğsü kabaran o dindar, o muhafazakâr katı ahlâkçı kraliçeye “insana kendini daha önce duyduğum herhangi bir ‘ayinden’ daha fazla adanmışlıkta hissettiriyor” dedirtecekti. Böylece İngiliz Kilisesi’nin başı sanayiyi/sermayeyi “yeni din” olarak ilan ediyordu. Britanya kapitalizminin de “Altın Çağı’nın doğuşuydu bu.

14. yüzyılda adı kavram olarak ilk defa Fransa’da telaffuz edilen ve 16. yüzyılda İngiltere’de tarihte bir üretim biçimi olarak kendini gösteren kapitalist sömürü düzeni, 18. yüzyılın ortalarında yaşanan “sanayi devrimi” ile iyice kök salmış; Viktorya dönemiyle de (19. yüzyıl) tüm Avrupa’da hâkim bir sisteme dönüşmüştü.

1 Mayıs 1851 tarihinde dünyanın ilk fuarının açılışı (ki geleceğin tüketim toplumunu yaratan AVM’leri olacaktı) ile “Viktorya” kraliçeliğini “Kapital” de krallığını ilan ediyordu. Feodalizmin kilise ayinlerinin yerini kapitalist düzenin “yeni ayinleri” olan bu fuarlar ve AVM alışverişleri alacaktı.

1851’in Kışında Fransa’da

Fransa egemenleri İngiltere’deki kapitalizmin görkemli zaferinden güç almış olmalılar ki Kristal Saraydaki fuarın bitiminden iki ay sonra kısa yoldan kapitalist düzeni hâkim kılmaya giriştiler.

2 Aralık 1851’de Louis Bonaparte bir darbe yaparak 1848 işçi ayaklanmaları sürecini o dönem için kapatmıştı (1848 Devrimleri Fransa’da 24 Şubat’ta, Viyana’da 13 Mart’ta, Berlin’de 18 Mart’ta başladı).

Ayaklanma yıllarında halkın vicdanının sesi olmuş yazar Victor Hugo yapılan darbe için şöyle diyor: “Bir gecede özgürlük, onu korumaya ant içmiş el tarafından yıkıldı; hukuk devleti, vatandaş hakları, yargının saygınlığı, askerin onuru, hepsi ortadan kalktı. Onların yerini kılıç, yemine ihanet, cinayet ve suikast üzerine kurulu şahsi hükümet despotluğu aldı.” (Victor Hugo sanki bizim ülkemizi, AKP- MHP iktidarını anlatıyor; en çok da Gezi isyanı ve 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasını.)

Marx Neden Haklıydı?

Marx ve Engels’in belirttiği gibi “1847 Dünya Ticari Bunalımı” Şubat ve Mart devrimlerinin anasıydı. Ve 1851’de doruğa ulaşan sanayideki başarı, Avrupa gericiliğini ve emek sömürüsünü artıran güç oldu.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra, bu defa burjuvaların değil işçilerin önderlik ettiği ve tüm Avrupa’yı saran 1848 devrimleri yenilmişti. Ama “cin şişeden çıkmıştı” bir kere, proletarya tarih sahnesinde yerini almıştı artık. Marx yenilgiyi “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” kitabında “Devrimler Öldü, Yaşasın Devrim!” diye belirtiyordu. Ve ekliyordu: “Bir yeni devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir, bu da bu bunalım kadar kesindir.”

Marx dediğinde haklı çıktı. O buhran ve devrim 20 yıl sonra tekrar geldi. İlk işçi iktidarı Paris Komünü (1871) gerçekleşti, sonraki 15 yıl içinde de Amerika’da 1 Mayıs 1886 grevleri ve işçi direnişleri ortaya çıktı. Paris Komünü, Fransızların yenilgisiyle sonuçlanan Fransız-Prusya Savaşı’nın ardından Paris’teki tüm devrimci eğilimlerin halk ayaklanmasını başlatmasıyla kuruldu. İşçi sınıfı önderliğinde halk Fransa’da kendi komün iktidarını kurdu. Paris Komünü, 18 Mart’tan 28 Mayıs 1871’e kadar Paris’te iktidarı elinde tutan Fransız devrimci halk hükûmetiydi.

İşçilerin 1 Mayıs’ı

Sermayenin azami kâr güdüsü, krizleri ve savaşı, yoksulluğu ve işsizliği kaçınılmaz kılıyor.

1880-1890 yılları genellikle Amerikan sanayisinin gelişmesinde ve iç pazarın genişlemesinde en aktif yıllardan biri olmasına rağmen, 1883-1885 arasında, 1873 krizinin ardından ABD döngüsel olan bir kriz yaşadı.

Kriz koşullarında kapitalistlerin uygulamaya koyduğu işçileri daha fazla çalıştırma, sömürünün boyutunu daha da genişletmek olmuştur. İşçiler o yıllarda 12- 16 saat çalışmaktaydı. İşte 1 Mayıs’ın tarihsel gelişim noktası işçilerin tam da bu fazla çalışmadan kaynaklı olarak 8 saatlik çalışma süresi hakkı elde etme mücadelesidir.

8 saatlik iş günü düşüncesi ilk olarak Avustralya’daki direnişlerde ortaya çıktı. Amerika’da 1 Mayıs 1886’da 8 saatlik iş günü talebiyle yarım milyon işçi greve çıktı. Polis direnişteki topluluğa ateş ederek 4 işçiyi katletti. Polis işçi eylemleri sürerken komplolar düzenledi. Yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklandı. İşçi önderleri Albert R. Parsons, August Spies, Adolph Fischer, George Engel 11 Kasım 1887’de idam edildiler.

1889 yılında Paris’te toplanan 2. Enternasyonal, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının “Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanmasını kararlaştırdı. O günden bugüne işçiler 1 Mayıs gününün anlam ve önemini mücadelelerinde yaşatmaktadır.

Sonuç olarak;

Kapitalistler 1 Mayıs 1851’deki ilk “meta sergilerinde” sömürü çarkının en büyük gücü olan İngiltere’nin Altın Çağı’nı ilan etmişlerdi. İşçiler ise kendi 1 Mayıs’larında “birlik, mücadele ve dayanışma ruhuyla” kapitalistlere karşı direnmenin öz değerlerini günümüze kadar taşıdılar.

İlk fuarın açılışından(1851) günümüze kapitalist sistem çok farklı biçimlere evrildi. 20. yüzyılda emperyalizm niteliği kazanırken 21. yüzyılda ise küresel kapitalizm boyutunu yaşıyor. Kapitalist ideologlar “Tarihin sonu” geldi deyip “Elveda proletarya” temelindeki teorileriyle sınıflar mücadelesinin burjuva demokrasileriyle aşıldığını ilan etseler de 2008 büyük finans kriziyle sevinçleri kısa sürdü. Kutsadıkları kapitalizm şimdi yine çoklu bir krizin içinde debeleniyor.

İşçi sınıfı tarihsel süreç içinde değişim yaşasa da onun sınıfsal gerçekliğin özü değişmedi, sınıf yine sömürülüyor. Öte yandan emek-sermaye karşıtlığı daha da keskinleşerek, derinleşerek sürüyor. Dünya koca bir proletarya ordusunu bünyesinde taşıyor. Ekolojistler, kadınlar, tarihsel devrimci dinamikler kapitalist sisteme karşı yeni devrimci dinamikleri oluşturuyor ve işçi sınıfının mücadelesiyle bütünleşebilen eylemler içindeler.

İşçilerin direnişi ve mücadelesi, anti-kapitalist halk güçleriyle birlikteliği bu kapitalist sömürü ve ölüm düzenini yıkacak devrimci iradeyi bünyesinde taşıyor; hem nesnel hem öznel gerçeklik olarak.