Mahkeme Savaşları: Peki, Şimdi ne Olacak?

Can Atalay’ın iktidar tarafından ısrarla içeride tutulması taktiğinin arkasında iktisadi bir gerekçe var. İktidarın mantığıyla bakmaya çalışalım. Depremin yaşamlarını alt üst ettiği bir kentin yaklaşık 12-13 yıldır hareket halinde olan sakinlerinin biriken öfkesinin ifadesi olarak seçildi Can Atalay. Suriye’deki mezhepçi savaşla tehdit edilen, Gezi’de açığa çıkardığı büyük öfkeyle kendisini ifade eden, 7 Haziran seçimlerinde tarihinde olmayan bir seçim yönelimiyle Kürt halkıyla yakınlaşan Antakya halkı 2023’ün başında büyük bir yıkım yaşadı.

Neoliberal ekonomi politikaları ve bunlar sonucunda biçimlenen rejim, depremle birleşerek yaşamlarını alt üst etti halkın. Tarihi acılar, katliamlar, kitlesel kıtlıklar, yıkımlar, göçlerle dolu Antakya halklarının yaşadığı bu son felaket birilerinin rant kapısı elbette. Deprem bu yağmacı, mezar soyucu, üstelik ırkçı ve mezhepçi soygun çetesi için Allah’ın bir lütfu. Halkın yaşam alanı şimdi kapalı kapılar ardında çizilen ve bizlerle paylaşılmayan bir biçimde müteahhitler çetesine pay ediliyor. Üstelik depremde sağ kalan halk ve özellikle çocuklar bilinçli bir şekilde enkazlardan çıkan toksik maddelerle zehirleniyor. Ek olarak yaşama tutunmalarını sağlayacak tarım alanları ve zeytinlikler yok edilmek, bölge halkı bölgeden sürülmek isteniyor. Tarihsel mezhepçi nefretin sermaye-akılsal politikalarla birleştiği bu momentumda bir maraz çıkması planları sekteye uğratacaktır. Bu olası marazın nereden çıkacağı bilinmez ama vekili içeride tutmak da tedbirler paketinin bir parçasıdır. Yağma politikaları, yoksulluğun arttığı, baskı ve şiddetin sıradanlaştığı bugünlerde hassas dengeler üzerine kurulu. En azından ellerinde olan imkânları kullanıyorlar. Can Atalay’ın içeride tutulması olası marazların önlenmesi adına alınan önlemlerden bir tanesidir.

Uydurulan “Kriz”

Can Atalay yalnızca Hatay milletvekili değil, iktidarın dengelerini yerinden oynatan büyük halk ayaklanması Gezi’nin iktidar güçlerince günah keçisi ilan edilen isimlerinden bir tanesiydi. İçeride tutulması gerekiyordu, çünkü şu anda hepimizin gördüğü gibi Gezi ile hesaplaşma aradan geçen on buçuk yılda dâhi bitirilememişti. Ortam, nesnel olarak, Gezi’den çok daha büyük patlamaları doğurabilecek kadar potansiyellidir. İşçiler, kadınlar, gençler çıplak bir güç dayatması ile karşı karşıyadır. Ne rejim krizinde bir gıdım ilerleme sağlanabilmiş ne de ekonomik çöküş nedeniyle yaşamları yıkıma uğratılmış milyonların sorunları çözülebilmiştir.

Üstelik coğrafyanın etrafında cereyan eden hegemonya savaşı başka bir boyuta ulaşmış, devlet olmayan ya da yarı devlet olan güçlerin savaşının devletler arası bir savaşa evrilme olasılığını arttırmıştır. Türkiye egemenleri bu savaşların dışında değildir. Bölgede giriştikleri alt emperyalist olma iddiası sürerken, oluşan hegemonya boşlukları kendilerini daha fazla cezbetmektedir. Ukrayna, Azerbaycan/Ermenistan, Irak, Suriye, Libya… Her cephede bir biçimiyle yer almış, vekaleten veya doğrudan çatışmalara müdahil olmuş Türkiye egemenlerinin sulh politikasına çekilmeleri ya da askeri varlık bulundurdukları bölgelerden çekilmeleri şu anki koşullarda olası görünmüyor. Savaş egemenleri içlerine çektikçe içerideki fay hatlarının harekete geçmesi söz konusu olacaktır. Rejim krizi bu sebeple daha fazla tetiklenebilir, diğer yandan emperyalistlerin zaten gergin olan didişmelerine dâhil olmak emperyalistlerin içeriye müdahalelerinin önünü açabilir.

Devlet içinde MHP’nin öncülük ettiği klikler bu çılgınlığa daha hızlı koşmanın koşullarını yaratıyor. Bir anda uydurulan olağanüstü hâl ile birlikte Anayasa Mahkemesi tartışmaya açılmış, bu tartışmanın sonucunda devlet içi gerilim yükselmiştir. Yargıtay eliyle girişilen darbenin sahne arkasında olan MHP, iktidar ortaklarının yapmaya cüret edemediği son hamleye girişerek, devlet içerisindeki ağırlığını iyice arttırarak faşizmin hukuki zeminini tesis etmek için bir hamle yaptı. “Yürüyelim gidelim, delip geçelim, ezelim, dümdüz edelim” anlayışıyla giriştikleri bu zorunlu çılgınlık şimdilik frenlemeye takıldı. Bu frenleme dönemi bir tartma, hesaplama, müzakere etme dönemidir aynı zamanda. İktidar ortağı Erdoğan’ın uzun süren sessizliğinin ardından Yargıtay ile AYM arasında kendisini hakem olarak ilan etmesi dikkat çekiciydi. Ama ardından grup toplantısında güya başkalarınca ortaya atılan ve cumhurbaşkanı seçilmek için gerekli yüzde 50+1 oy oranını düzenleyen maddenin değiştirilmesini içeren tartışmaya dâhil oldu Erdoğan. Yüzde 50+1’e ancak MHP desteğiyle ulaşabilen Erdoğan böylece sırtındaki bu yükü atma tehdidiyle yaklaştı Bahçeli’nin teklifine.

Aşk ve Nefret

Erdoğan’ın derdi şüphesiz ki anayasal düzenin kendisini korumak değildi. Eğer faşizmin tam bir egemenliği için kimi sürtünme noktalarının, örneğin AYM’nin ortadan kaldırılması gerekiyorsa, bunu Erdoğan kendi uygun gördüğü zamanda, kendi rasyonelleriyle yapmalıydı. Çünkü Bahçeli’nin ön almaya çalıştığı bir değişiklik koalisyon içi güç dengelerini değiştirebilirdi.

Bahçeli’nin cevabı gecikmedi. Kendisinin ve partisinin kolay kolay gözden çıkarılmasının mümkün olmadığını pek de nazik olmayan bir şekilde hatırlatan Bahçeli, koalisyonun şimdilik yola devam etmesi gerektiğini ilan etmiş oldu. Her şey o eski şarkının dediği gibi, saygısızca yaşandı ve bitti mi?

Şüphesiz ki bu karşılıklı çıkışların ardından hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. AYM’nin tartışmaya açılması, koalisyonu bitirme blöfleri derken yerel seçim kendisini hatırlattı bile. Bu satırlar yazılırken koalisyonun bu iki gücü yerel seçimde birlikte hareket etmek için 10. ortak toplantılarını geride bırakmıştı bile. Evet aşk ve nefret, karışık duygular. İkisinin de sürekliliği istisnaidir. Hele hele söz konusu burjuva politikasıysa.

Devlet Krizi mi?

Faşizmin ortaklarının kendi özerk alanlarında bir iç mücadele içerisinde olmasıyla devlet krizi bir ve aynı değildir. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay eliyle yürüyen mücadelenin arkasında hizalanan fraksiyonlar vardır. Asıl mücadele burada yaşanmaktadır. Mücadelenin gözlerimizin önünde yaşanması ilk anda bir zaaf olarak değerlendirilebilir. Ama bu bir meydan okumadır da. Rejimin üst üste şoklarıyla hareket etme kapasitesi daraltılan halk güçlerinin zayıf bir siyasal öncülüğe sahip olması bu iç mücadelelerin perde arkasında değil de sahnede yaşanmasını olanaklı kılıyor. Bu kavga faşizme içkindir, onun doğası gereğidir.

Kurgulanmış, yaratılmış ya da uydurulmuş bir kriz halini kitlelere dayatmak ama daha önemlisi devlet içi hizipleri hizalamak için ortaya atılan bu “yeni hal” başarıldığı vakit faşizmin ilerleyişi açısından işlevsel sonuçlar doğurur. Bu mücadele süreçleri, faşizmin ihtiyaç duyduğu homojenleşme, iktidar ortaklarını dizayn etme, sivrilenleri tasfiye etme, iktidarla/reisle senkronizasyonunda maraz çıkaran çıkar gruplarını, çeteleri etkisizleştirme, tasfiye etme ve yerine daha radikallerini geçirme fırsatları sağlar. Bu fırsatlar iktidar güçlerini çağırmaktadır. İktidar güçleri bu fırsatlara koşmaya yazgılıdır. Bitmek bilmeyen darbeler silsilesinin nedeni budur. Halen ara aşamada olan rejimi grilikten tam karanlığa götürmek için bu tür müdahaleler kaçınılmazdır.

Sürtünmesiz Faşizm mi?

Bu karşılıklı müdahalelerin sonucunda başarı elde etme garantisi yoktur. Başta çetelere operasyon olarak başlayan süreç, sonuçta bir ekonomi-politik nedene sahipti. Daha fazla para temerküzü için, kara para yoluyla kontrol dışına çıkma eğiliminde olan görece ufak “prenslikler”i kontrol altına almak için çete operasyonları yapılmaktadır.

Operasyonların sürdüğünü görüyoruz. Ancak bunlar cereyan ederken birden yargı organları savaşıyla karşı karşıya bulduk kendimizi. Ancak bir noktada toplanma konusunda uzlaşan iktidar güçleri şayet bu pürüzleri ortadan kaldırmayı başarırlarsa uzayda hareket eden bir cismin sürtünmesinin azalmasıyla daha hızlı hareket etmesi misali bir sürecin önünü açar.

Olan bitenin gidişatını değiştirebilecek tek bir olası güç var: Halkçı güçlerin birlikte mücadelesi. Bir halk ittifakı kurmanın zorunluluğunun gerekçesi burada yatıyor. Faşizmin darbelerini durdurabilme potansiyeli bizim maddi yaşamlarımızda mevcuttur.