Göç, Göçmenlik ve Kapitalizm

Göç, siyasal, ekonomik ve toplumsal yapı ve kurumların değişim sürecinin bir parçası olarak, insanlık tarihinin gelişiminin ana iticisi olmuştur. Modern zaman için dört büyük göç dalgasından söz edilebilir. Avrupa sömürgeciliği ile başlayan ilk büyük göç dalgası, sömürgeciler arası rekabeti tesis etmek üzere üçüncü dünya olarak tanımlanan yerlere gönülsüz işçiliği taşımaları ile gerçekleşmiştir. Bu noktada merkezi sermayenin istenmeyen olarak nitelediği nüfuslar yeni kolonilere sevk edilerek hem sözde uygarlığı arındırmak hem de yeni dünyada sermaye tahakkümünü güçlendirmek hedefleniyordu. İkinci büyük dalgada, Atlantik ötesindeki kolonilerine doğru, Amerika kıtası, Avustralya ve Güney Afrika’daki yerleşim bölgelerine yönelen göç, Avrupa merkezi sanayileşme devrine denk geliyor. Ayrımcılığa maruz kalan azınlık gruplar, siyasal muhalifler ve sanayileşmenin geleneksel yaşam alanlarından ettiği kentli el işçisi zanaatkarlar, esnaf ile kırsal bölgelerden koparılan köylüler ise ekonomik olarak imkânsızlıkları nedeniyle göç etmek zorunda kalan grubu meydana getiriyor. Üçüncü büyük göç dalgası, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası 1960’ların başından itibaren doğan emek açlığını karşılamak üzere işçi göçmenler ile başlayıp geri kapitalistleşmiş ülkelerden merkez ülkelere doğru mülteci akımları ile devam etmiştir. Arap Baharı ile başlayan ve Suriye İç Savaşı ile yükselen göç, artık dördüncü büyük dalgayı oluşturmuş ve hâlen günümüzde etkisini gösteriyor. Küresel boyuta erişen göç akımı, Arap Baharı’nın etkisi ile artan hareketliliğe, etnik ve dinsel çatışmaların yaşandığı Afrika ile Asya ülkelerinden gelen göçü de ekleyerek her geçen gün daha fazla büyüyor.  

İlk üç büyük göç dalgası genel itibariyle emek piyasalarına bağlı ortaya çıkmış ve emperyalist paylaşımın nihai direkt sonucu olmuştur. Dördüncü dalgada bu emek sermaye çelişkisine ilâveten aynı piyasanın zemin bulduğu toplumsal ve siyasal sistemi önemli boyutlarda etkilemiştir. Geçmişe kıyasla günümüzde siyasetin ve toplumsal yapının hiçbir konusu göçten bağımsız düşünülemez duruma gelmiştir. Devletler eliyle halk tabanında işçi sınıfı mücadelesini bölmek için yükseltilen ırkçılık gerek iç gerekse dış politikalarda göç ve göçmenler üzerinden şekilleniyor. Bunun tabii bir sonucu olarak göç, tüm sorunların tek sebebi olarak gösterilerek göçmenler düşmanlaştırılıyor ve hızla yükselen popüler şoven hareketlerin insanlık onuruna sığmayan siyasi savlarına mantıksal bir zemin oluşturuyor. Hiç şüphe yok ki, yalnızca aşırı yoksulluk ve emperyalizmin sebep olduğu paylaşım savaşları insanları anavatanlarını terk etmeye zorluyor. Bunu fırsat bilen kapitalistler göçmen işçileri en vicdansız şekilde sömürüyor. Burjuvazi, bir ulusun işçilerini başka bir ulusun işçilerine karşı kışkırtır ve onları bölmeye çalışır (Lenin, 1913). Tam da bu sebeple göçmenlerin nereden geldiklerine bakılmaksızın sınıf kardeşlerimiz olduğu gerçeğini bilince çıkartmak gerekiyor. 

Göçmenlik ve Mültecilik 

Üçüncü büyük göç dalgasıyla beraber Avrupa’da başlayan göç hareketliliği 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin imzalanmasına neden olmuştur. Bu sözleşme ilk etapta uluslararası olarak hazırlanmış olsa da uygulamada yalnızca Avrupa merkezli kalmıştır. Sözleşmenin değiştirilmeden önceki ilk maddesinde yapılan mülteci tanımı göçmenlerin mülteci olabilmesi için tarih ve mekân sınırlaması olduğundan üstü kapalı bir biçimde Avrupa dışındaki göçmenlerin haklarını yok sayıyordu. Batının iki yüzlü bu uygulaması, 31 Ocak 1967 tarihinde ek protokol imzalanarak zaman kısıtlaması ve Avrupa ibaresi çıkarılarak uluslararası bir statü sağlanmaya çalışılmış olsa da emperyalizmin yoğun sömürüsü altında geri kapitalistleşmiş özellikle Afrika, Orta Doğu ve Latin Amerika ülkelerinden gelen göçmenlerin bu protokolün hukuki çerçevesine uymayan durumları nedeniyle mülteci haklarından yoksun kalmıştır. Bu sebeple 1969’da Afrika Birliği Sözleşmesi ve 1984’de Cartagena Mülteci Bildirisi yayınlanmış olup sözleşmenin mülteci tanımlaması bugünkü uluslararası şeklini almıştır. Cenevre Sözleşmesini mülteciler açısından en kıymetli kılan özelliği sığınma talebinin onaylanıp mülteci statüsünü kazandıktan sonra bireyin geri gönderilmeyeceğinin yazılı olarak kabul edilmiş olmasıdır.  

İçinde bulunduğumuz çağda hâlen devam eden dördüncü göç dalgası, Orta Doğu başta olmak üzere Dünya’nın dört bir yanında devam eden savaşlar nedeniyle, bunun tartışmasız bir sebebi olarak da, yerinden edilen insanlar göç etmek mecburiyetinde kalıyor. Bu hakikatin ışığında her insanın esasen potansiyel bir göçmen olduğu aşikârdır. Mülteci hakları ve sözleşmelerine Türkiye coğrafi şerh koyarak taraf olduğundan, yani bu da Avrupa’dan Türkiye’ye gerçekleşecek göçlerde sığınmacıları mülteci olarak kabul edeceği anlamına geldiğinden dolayı Türkiye’de yer alan göçmenler mülteci haklarından yoksundur. Ülkedeki sermaye için yedek iş gücü ordusunun son derece kolay harcanabilen savunmasız birer bireyleri olan bu göçmenler Suriye İç Savaşı sonrası ülkeye gelenleri ve sonraki yıllarda İran, Afganistan, Bangladeş, Pakistan gibi ülkelerden gelenleri kapsıyor. Coğrafi şerh sebebiyle Türkiye’de mülteci statüsünü kazanamayan, onun yerine iktidardaki Cumhur İttifakı’nın ümmetçi diliyle “onlar bizim din kardeşimiz, misafirlerimiz” denilerek siyasi bir koz olarak görülüyorlar. Onların tersine diğer burjuva kampı olarak niteleyebileceğimiz Millet İttifakı bileşenleri de aşırı milliyetçi söylemlerle göçmenleri direkt hedef göstererek kendi siyasal konumunu halk tabanında sağlamlaştırmaya çalışıyor. Uluslararası hukuka göre mültecilik ve göçmenlik tanımları kazanılan haklar temelinde çok önemli bir ayrımı ortaya koyuyor.  

Türkiye’ye Avrupa’nın sınır muhafızı rolü AB ile yapılan geri kabul anlaşması ile verilmiş ve bu da göçmenlerin en doğal hakkı olan sığınma hakkını ortadan kaldırmıştır. Gerek dış politikada pazarlık aracı gerekse iç politikada siyasi koz olarak kullanılan göçmenler için anlaşmadaki coğrafi şerh ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Türkiye ofisinin adeta sorumluluklarından kaçarak tüm yetkiyi İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğüne terk etmesi nedeniyle 1951 Cenevre Sözleşmesi ile sağlanan mülteci haklarından Türkiye’de yararlanabilmeleri imkânsız hâle gelmiştir. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak Türkiye Avrupa rotası üzerinde transit bir ülke özelliğini kazanmıştır. Kara sınırlarının kontrolü kıyılara göre çok daha sıkı olduğundan göçmenler için Akdeniz ve Ege denizi dışında başka bir yol yoktur. Bunu ispatlar nitelikteki olay 2019 ve 2020 yıllarında Van gölünde meydana gelen mülteci botu kazalarıdır[1]. Zira doğu sınırından batı illerine giderken bile askerlerin ve jandarmanın geri itme tehlikesinin var olduğu gerçeğini gösteriyor. Çünkü Van gölü üzerinden ulaşım kara yoluna kıyasla 2-3 kat daha fazla zaman gerektiriyor ve kış aylarında hava şartları düşünüldüğünde çok daha tehlikeli bir yol olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, göçmen kadınların, LGBTİ+’ların ve çocukların halihazırda sığınma arayan ve bu yüzden göç etmiş insanların ayrıca erkek şiddetine maruz kalması sömürü ve vahşeti katlayarak arttırıyor. 

Göçmen Emeğinin Sömürüsü 

“Göçebelerin sahip oldukları er ya da geç başkalarının olmaya yazgılıdır.” Richard C. Zimler 

Üretim sürecinde söz sahibi olmayan ve ürettiği metanın esiri olan insan, kendi emeğine yabancılaşmıştır. Çalışma ortamı patron yani sermayedar tarafından planlanıp yönetilir ve işçi yalnızca bu çerçeve doğrultusunda emeğini ortaya koymakla görevlidir. Öyle ki mola saatinden mesai saatine, izin gününden çalışma şartlarına kadar kural koyucu olan mülk sahibi yani patrondur. Tüm denetimin, söz hakkının ve yetkinin mülkiyet hakkı ile meşrulaştırıldığı bu çelişkili düzende işçi ürettiği ürünün esiri yani emeğine yabancı bir meta hâlini alır. Makinenin bir çarkı gibi yalnızca programlanmış işe odaklı olan insanın yetenekleri körelir ve yaratıcı kimliğini ortaya koyacak vakti bulamadığından geçim zorluklarından başka düşünecek etkinliği kalmaz. Ufku daraldıkça daralır ve nihayetinde sosyal ve siyasal bilinci çok sınırlı bir hâle gelir (Marx, 2013).  

Sermayedarlar, merdiven altı olarak ifade edilen kayıt dışı sektörlerde güvencesiz, sağlıksız ve tehlikeli işler için göçmen emeğini kullanıyor. Bu uzun çalışma saatleri gerektiren ağır işlerde göçmenler karın tokluğuna köle gibi çalıştırılırken bazen ücretlerini dahi alamıyor, hatta iş cinayetlerinde hayatlarını kaybediyor. Tutunmaya çalıştıkları yaşamı yeniden inşa edebilmek için gösterdikleri çaba, onları köleleştirirken bir yandan da yerli işgücüne karşı düşmanlaştıran şiddete bile razı edecek bir yabancılaşmaya neden oluyor. Tüm işçiler üretim sürecinde yarattıkları üründe hak sahibi olmadığından nasıl kendine yabancılaşıyorsa, göçmenler emeklerinin yanı sıra geçmişlerine, geleceklerine ve bedenlerine yabancılaşıyor. İşçi sınıfı içerisinde yaratılan bu bölünmüşlük sermayenin çarklarının tıkır tıkır işlemesi için bulunmaz bir nimettir. Bu sayede işçiler arasında en alt katmanda olan göçmenler en düşük ücret ile kullan-at bir meta haline geliyor. Günümüzde artık ötekileştirmenin de ötesinde, politik bir düşman olarak hedef gösterilmiş ve bunun yarattığı şiddet ortamı göçmenler için normalleştirilmiştir.  

İşyeri dışında da yaşamak zorunda kaldığı mahalleler, evler insan onuruna sığmayan şartlarda sağlıksız, tekinsiz, devletin amiyane tabirle kendi kaderine terk ettiği ve altyapının doğru düzgün olmadığı yerlerdir. Yine sistemin kâr odaklı işleyişine yarayan bir diğer durum da göçmenlerin yaşadıkları bölgelerde kendi içlerinde yaşamak için verdikleri mücadeledir. Çocuk, kadın ve LGBTİ+lar her koşulda ataerkil toplum yapısında ezilirken bir de göçmen oldukları yerde akla hayale sığmayacak boyutlardaki tehlikelerle yüz yüze geliyorlar. Adeta gündelik bir standart halini alan çocuk, kadın ve LGBTİ+ sömürüsü, kayıt dışı ev işi sektörlerinde daha da ön plana çıkarak göçün meydana getirdiği yükü kat kat arttırıyor. Emeğinin yanı sıra özellikle kadın ve LGBTİ+lar yasal olarak kendilerini savunma ya da direnme imkânlarından yoksun oldukları için cinsel şiddetin direkt hedefi oluyorlar. 

Kapitalizmde Göçmen Karşıtlığı 

Göçmen karşıtlığı ırkçı sapkın fikirleri yumuşatıp normalleştirmek için hemen hemen tüm dünyada yerli ve millî kavramı üzerinden yükseltiliyor. Özellikle yeni nesil aşırı sağ partiler siyasi konumlarını güçlendirmek ve halk tabanında tekrar meşruiyet kazanmak adına kendileriyle özdeşleşen faşizm fikrinin üstünü örterek, sosyal demokrat görünümünde göçmen karşıtlığını kullanan bir popülist anlayışı geliştiriyor. Farklı kültür ve etnik unsurların varlığını inkâr eden politikaları, ulus bilincinin zarar görmemesi yalanı altında propaganda ediyorlar. Bu ötekileştirici tutum ile sermaye birikimine zarar vermeden işçi sınıfı içindeki bölünmeyi kalıcılaştırıyor ve aynı zamanda halk tabanında sempati kazanıyorlar. Esasen göç sorunun temel sebebi emperyalizmin yarattığı savaşlardır ve savaşlar her zaman göçmen doğuracaktır. Savaş çığırtkanlığı ve etnokrasi kisvesi altında gelişen neo-nazist akımlar güçlendiği müddetçe mültecilerin bir sorun olduğu düşüncesi yayılmaya devam edecek ve daha da kötüsü tabanda halk kitleleri ikna edildikçe meşruiyet kazanacaktır. Oysa göçmenlerin ve göçmen olmayan azınlıkların varlığı kabul edilerek bulunulan ülke içerisinde bizler gibi ezilen ama çok daha fazla sömürülen, ayrıca varoluşlarını devam ettirebilmek adına sistemin dayatmalarına karşı uysallaşmak zorunda kalan sınıf kardeşlerimizdir.  

Sağ ideolojilerin bu tutumu bir nebze anlaşılabilir olmakla birlikte maalesef sol içerisinde de Marksizm’in tahrif edilmesinden kaynaklı olarak emek piyasalarını olumsuz etkilediği görüşü nedeniyle göçmen düşmanlığı normalleştiriliyor. ABD ve NATO’nun sözüm ona “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında Türkiye’nin sınır karakolu hâline getirilmesi sebebiyle ülke iktidarından hesap sormaya cesareti olmayan sözde solcular göçmen düşmanlığı yaparak göçmenleri yerli işçilerin ve halkın düşmanı olarak görüyor. Burada Fransa’daki liberallerin utanmadan dile getirdiği “tersine sömürgeleşme” gibi absürt bir kavramı dile getirmeden ifade edebiliyorlar. Tersine sömürgeleşme, daha önceden kolonilerde yaşayan siyahilerin artık Paris sokaklarında Fransızları tehdit eder noktaya geldiğini ve Fransızların onlar yüzünden ezildiğini savunan deli saçması bir tezdir. Bugün Türkiye’de nüfus yoğunluğu artan göçmenleri hedef göstererek Türklerin ezildiğini ve işsiz kaldığını iddia eden bir takım sol (!) gruplar emperyalizme karşı duruşlarını işçi sınıfı enternasyonalizminden bihaber bir şekilde ortaya koyduğundan olsa olsa “kendi yerli sermayesini savunan” bir mevzide konumlanmış oluyorlar. Göçmen mahallesinde yerli olarak sömürüldüğünü iddia eden bir kimsenin bilimsel olarak elle tutulur bir tezinin olması mümkün değildir. Burjuva demagogları iktidarlarının temelinden sarsılmasını ve halkın kendilerine olan güveninin kaybolmasını engellemek adına mülteci düşmanlığının propagandasını en üst seviyede yaparak hem suçlu hem güçlü hem de mazlum rollerini aynı anda oynuyor. Unutulmamalıdır ki sınıf bilincine sahip tüm halk bileşenleri mültecilerin varlığıyla tersine sömürgeleşmenin mümkün olmayacağını ve göçmen karşıtlığının birebir faşizmin bir çeşidi olduğunu kıskıvrak anlayacaktır.    

Kaynakça 

Lenin V. İ. (1913). Kapitalizm ve İşçi Göçü. 29 Ekim 1913 tarihli Za Pravdu dergisi No.22. (Ленин В. И. (1913). Капитализм и Иммиграция Рабочих. За Правду №:22 в 29-ой Октября 1913 г.)  

Marx K. (2013). 1844 El Yazmaları. Birikim Yayınları sf. 75-78. 

Dipnotlar

[1] Konu ile ilgili olarak Van Barosu Göç ve İltica Komisyonu Yönetim Kurulu Üyesi Mahmut Kaçan’ın Bianet’e verdiği demeç sorunun boyutunun ne denli büyük olduğunu gösteriyor.https://bianet.org/bianet/ayrimcilik/227950-bu-van-golu-nde-yasanan-ikinci-trajedi