“Tarihin Sonu”nun Sonu: Savaş, Faşizm ve Barış Hareketi

 

“Çığırından çıkmış bir zaman bu.

Ey kör talihim benim!

Bana düşmez olaydı dünyayı düzeltmek.”

Shakespeare, Hamlet

 

Elveda proletarya demişlerdi, tarihin sonunun geldiğini ve o sonun artık yalnızca liberal demokrasi olduğunu savunanlar. Berlin Duvarı yıkılırken daha. Artık devrimler çağı kapanmış, işçi sınıfı miadını doldurmuş, sosyalizm gibi olasılıklar tarih sahnesinden tamamen çekilmiş, neoliberalizm tüm dünyada egemen olmuştu. Ve tabii o kanlı yılların arasından hegemon güç olarak ABD çıkmış, kendini ilan etmişti.

Neyse ki tarih doğrusal, tekdüze akmaz. Tarihinin kendisi de dâhil olmak üzere birçok üretici güç kendini sürekli yeniden kurarak ilerler, geriler, hareket eder ve tam da o hareketliliğin içinde tarih olur.

Pandemi, kapitalizmin insanlığın üzerine kapattığı kalınca bir perdeyi aralamıştı: Bütün bir dünyayı her gün yeniden yeniden var edenler işçi sınıfının kendisiydi ve ama ölüme itilenler de onlardı. Böylece özellikle işçiler, emekçiler nezdinde sistemle yüzleşme yaşanmıştı. Evet, pandemi bir işçi sınıfı hastalığıydı, aynı gemide değildik, herkes evdeyken işçiler, emekçiler virüse itilmişti. Ve hemen pandeminin başlarında derinleşen ekonomik kriz büyük bir işsizlik ve yoksulluk dalgasının dünya işçi sınıfının, emekçilerin, halkaların üzerine kapatılmasına sebep oldu. Aralanan perde şunu da açıkça gösterdi: Giderek herkes işçileşiyordu.

Şimdi savaşla birlikte bir perde daha kalkıyor. Hem de çok daha şiddetli ve açık biçimde.

Savaşla Geçilen Yeni Aşama

Rusya’nın Ukrayna’ya girişi sonrası başlayan ve geldiğimiz noktada artarak süren savaş dünya tarihinde yeni bir aşamaya geçtiğimizin, geçiyor olduğumuzun bir başka göstergesi oldu. Kabul edelim ki artık hiçbir şey “eskisi” gibi olmayacak. Ki bu fikre daha pandemide alışmaya başlamıştık, “normal” olana dönmeyecektik. Zira o normal kapitalizmin normaliydi ve artık o da kendini sürdüremiyordu, sürdüremiyor.

ABD’nin hegemonyasının –hâlâ büyük oranda gücünü ve konumunu korumakla birlikte- azalmaya başlaması, kapitalizmin uzun zamandır içinde olduğu yapısal krizi çözemeyişi ve hatta bunların giderek yayılan başka krizlerle de birleşmesi ve bu süreçte ABD dışındaki küresel ve emperyalist güçlerin de sahneye doğru yaklaşmaları ve sayısız birçok etmen bizi olduğumuz noktaya getirdi: savaş.

Şimdi bu savaşla açılan yeni dönem nereye gider, kısa ve uzun vadede kim kazanır kim kaybeder bunları göreceğiz. Şu ana kadar neredeyse herkesin kendi durduğu yerden kazandığını-en azından kaybetmediğini- söyleyebiliriz. Tüm savaşlarda olduğu gibi burada da kaybedenler halklar. Küresel düzen sarsılırken, düzenin yeniden tahsisinde görev almak isteyenler, o arada son paylaşım savaşının sınırlarını da kimi yerlerden genişletmek, yeni işgallere girişmek isteyen egemen güçler elbette yine halkların yok oluşuna pek de “takılmayacaklar”.

Savaş başladığı andan itibaren özellikle Batı merkezli bir propaganda yağmuru başladı. Düne kadar NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti diyenler de dâhil olmak üzere tüm kapitalist devler hızla yan yana gelip-ama elbette bu demek değil ki NATO dışında başka olasılıkları hesaplamıyorlar, kendi çıkarlarını da gütmüyorlar- Rusya karşısında konum aldılar.

Rusya’ya Yönelik Yaptırımlar

Şimdi savaş yaptırımları gündemde, işe yararlar mı yaramazlar mı diye tartışılıp duruluyor.

Baştan söyleyelim ki savaş yaptırımları, içinde bulunduğumuz düzen itibariyle, var olan savaşı daha da kışkırtmak dışında pek bir işe yaramıyor. Ya da şöyle söyleyelim, savaş ile ilgili olası karşı hamleleri göze almış bir küresel gücün geri atmasını sağlamıyorlar. Karşılıklı adımlar sertleştikçe şiddetin ve tehdidin dozu yükseliyor. Öyle ki nükleer savaş söylemleri dolaşıyor.

Ekonomik ve siyasal yaptırımlar dışında ama bir de iletişim ve sosyal medya ağlarında yoğun faaliyet yürütülüyor. Ve büyük güçlerin sahnenin önüne çıkıp savaştığı bu süreçte, özellikle sosyal medya ve iletişim ağları, kullanılan dil çok önemli sonuçlara hizmet ediyor, etsin diye uğraşılıyor.

Özellikle Batı medyası, savaşın başından bu yana tüm Avrupa halklarına yoğun bir Rusya ve Rus karşıtlığı pompalıyor. Rusya’ya ait ya da ona yakın haber kanalları, internet siteleri vs kapatılıyor. Söylemler ve haber dili iki şeyi söylüyor. Birincisi Rusya’nın vahşiliği, Ukraynalıları nasıl öldürdüğü, hastanelere saldırdığı, ama yine de güçsüz olduğu, çok fazla asker kaybettiği vs. İkinci söylem de aynı Rusya’nın böyle devam ederse, buna bir dur denilmezse diğer Avrupa ülkelerine de saldırabileceği. Kendimizi en güçlü şekilde savunmamız gerektiği.

Bu söylemleri, siyasilerin ve liderlerin ırkçı, savaştan ve sermayeden yana, şovenist söylemleri takip ediyor. Krizden çıkış için dümeni sağa kırmaya çalışan ama beceremeyen, toplumda o karşılığı üretemeyen hükümetler şimdi tam da bu savaşı kullanarak topluma kendi faşist propagandalarını pompalıyorlar. Savaşın varlığı, bunun için gerekli en uygun koşulları hazırlıyor çünkü. Halkların düşmanlarının yaratılmasını sağlıyor. Yakıcı savaş ortamında kitleler, yaşanan şok ve sarsıntının etkisi ile egemenlerin faşist dalgasına kapatılmaya çalışılıyor.

Avrupa’nın pek çok ülkesinde Rus halkına yönelik ciddi bir ırkçılık körükleniyor. Hastane ve okullar Rusları kabul etmiyor, Rus sanatçılar görevden uzaklaştırılıyor, sporcular takımlardan atılıyor, takımlar müsabakalardan çıkarılıyor, Rus edebiyatının dev isimlerinin kitapları yasaklanıyor, hatta kedi yarışmalarında Rus ırkı kediler kabul edilmiyor…

Bunlara ek hamleler gün geçtikçe yükseliyor. Daha birkaç gün önce Facebook ve İnstagram’ın sahibi Meta şirketi, Rusya’ya yönelik şiddet, küfür, aşağılama ve tehdit içerikli paylaşımların kaldırılmayacağını duyurdu. Twitter daha en başından Rusya yanlısı ve doğrudan Rus devlet liderlerinin hesaplarını askıya aldı, tvitleri kaldırdı, kaldırmaya da devam ediyor. Avrupa medyasında asılsız biçimde dolaşan haberlere karşı Rusya’nın yaptığı açıklamalar kaldırılıyor. Rusya yanlısı olduğu düşünülen kişiler, kurumlar hedef gösterilebiliyor.

Tabii Rusya’da da durum tersinden, başka türlü işliyor. Basın özgürlüğü noktasında epey gerilerde olan Rusya da şu anda tersinden propagandayla ilerliyor.

Şöyle bakınca bir tür akıl tutulması gibi gelebiliyor, öyle değil mi? Delilik hatta. Nasıl olur da dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bunlar olabilir? Nerede insan hakları, özgürlükler, demokratik kararlar, güçlü demokrasi, uluslar arası sözleşmeler, liberal düzen…

Toplumun Faşistleştirilmesi

Kapitalizm uzunca bir zamandır sadece kriz üreten ve krizleri yönetmeye çalışan bir sistem. Savaş, kriz, yoksulluk, açlık onun yapısında hep vardı, hala da var. Bütün bu krizler çözülemeyeceği için ötelendikçe öteleniyor; nereye kadar giderse. Ama gelinen yer tüm dünya açısından büyük yıkımların eşiği. Zaten tam pandemi öncesi dünya halkları yoksulluğa karşı ayaklanmışlardı. Pandemiden sonra başta ekonomik ve ekolojik kriz olmak üzere tüm krizler daha da derinleşti ve şiddetleri arttı. Egemenlerin buna karşı çözümü elbette halklar, işçi sınıfını bastırmak olacaktı. Öyle de oluyor. Sağa yönelimler, faşistleşen hükümetler, savaşların yayılma olasılığı… Özcesi, sermaye egemenliğini sürdürmek adına halka açılan savaş.

Kapitalist düzenin egemenleri istiyorlar ki kendilerinin yarattığı bu krizden, yine kendilerinin en yüksek kârı sağlayabilecek bir biçimde çıksınlar. Daha açık söyleyelim: Bu krizleri halkın örgütlü gücünün çözmesine, sistemin altının üstüne gelmesine müsaade etmesinler.

Avrupa’da özelde Macaristan’da Orban şahsında temsil edilen faşist kurumsallaşmalar kıta genelindeki nerdeyse tüm yönetimlerin sağa kayması ile sürüyordu. Şimdi savaşla birlikte, Avrupa toplumu bu sağ gidişin, faşist söylemlerin, iktidarlar ve onların medyası eliyle yükseltilen ırkçılığın, şovenizmin çemberine hapsedilmeye çalışılıyor.

Savaş ve militarizm normalleştirilirken, NATO’nun, dünyanın en büyük terör örgütünün, yapıp ettiklerinin adı bile geçmiyor.  Sanki Orta Doğu onlarca yıldır kan gölü değilmiş, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra dünyada hiç savaş olmamış gibi… Toplum da bu kurgu üstünden, kapısı açılan yeni döneme hazırlanıyor. Tabiri caizse yoğruluyor.

Nefret söylemleri, ırkçılık açık biçimde yapılıyor, devletler eliyle serbest bırakılıyor. Ukrayna’da savaşmaya gidenler kahraman ilan ediliyor. Şiddet ve savaş, toplumda ırkçı, faşist yönelimler yaratmak, oluşabilecek dalgaları devletlerin yararına çevirmek için kullanılıyor. Faşizm halkların tam içinden, adım adım kurulmaya çalışılıyor. Başka halklar düşmanlaştırılarak. Tam da bu yolla, savaşların ana sebebi olan kapitalizm ve onun krizlerinin üzeri kapanmış oluyor.  

Göçmenlik demişken, söz konusu Rusya karşıtlığı olunca Ukraynalı mültecilere tüm sınırları açan-ki açması gerekir zaten- Avrupa, yıllardır binlerce göçmenin sınırlarda, denizlerde, kamplarda ölmesini izliyor. “Sarışın ve mavi gözlü insanlar”ın öldüğüne, kaçtığına üzülen ve kapıları açan hükümetler, başka ülkelerden gelen göçmenleri, mültecileri almamak için her türlü yolu kullanıyor. Üstelik bunları yasal kılıflarla yapıyor. Ukraynalıları hemen içeri alan uluslar arası anlaşmalar, özel statüler nedense başka halklara uygulanmıyor.

Sonuçta bu da bize, o dillerinden düşürmedikleri BM’nin, uluslararası sözleşmelerin aslında ne kadar da ikiyüzlü biçimde uygulandığını, bunların aslında dünya halklarına ne kadar faydasız olduğunu, gelişmiş devletlerin kendi yarattıkları savaşların, yoksulluğun, açlık ve göçün sonuçlarını süslemek, perdelemek için kullandıkları, steril ve kâğıt üstünde enstrümanlar olduğunu gösteriyor. Kapitalizmin ve liberal demokrasinin gerçek yüzü. Kınamalar, bitmeyen raporlar, istatistikler, fon talepleri, imzalar… Sonuçta elde var sıfır.  

Görüyoruz değil mi? Kapitalizm ve onun en ileri ülkelerinin tepesinde yanan hale sönüyor. Zamanında tarihin sonu diyenlere hatırlatmak lazım herhalde: Tarih tam da şimdi, bu yeni dönemde hızlandı, zaten hiç durmamıştı. İşçi sınıfı, sermayenin boyunduruğu altında bile varlığını ve devrimci karakterini korudu, korur. Ama burjuvazinin, onların demokrasisinin özündeki despotluk, ikiyüzlülüğün yeniden açığa çıkması pek uzun sürmedi. Üstelik şimdi kapitalizmin tam karşısında örgütlü gücünü inşa eden sayısız dinamik de var.

Barış Hareketleri ve Halkçı Çıkışlar

Savaşlar karşısındaki en güçlü dalgakıran halkların örgütlü itirazıdır. Bu, hemen yarın savaşı bitirmeyebilir ama savaşın halklar gözündeki meşruiyetinin yitmesi egemenlerin elini fazlasıyla zayıflatır. Zaten tam da bu yüzden şimdi tüm dünyada savaş normalleştirilip ırkçılık yükseltilmeye çalışılıyor. Çünkü askeri güç ne kadar olursa olsun, savaşın asıl belirleyenlerinden biri savaşan devletlerin halklarının tutumudur. İçinden geçtiğimiz yeni dönem bu yüzden barış hareketlerinin öneminin artığı bir dönem olacak.

Savaş karşıtı bu hareketler uzun dönemdir sönük olsalar da tarihte hep önemli rol oynadılar, sermaye egemenliğinin savaşlarına karşı her zaman tampon işlevi gördüler. Kendi içinde bir sürü zenginliği de barındıran, yeni dönemde de bütün bu zenginliklerle sahneye çıkacak olan barış hareketlerinin güçleneceğini söyleyebiliriz.

Ekolojiden kadınlara, çocuklardan göçmenlere herkese başka biçimlerde zarar veren, özünde sermayenin kendi yapısı, yani kapitalizmle ile ilgili olan savaşların karşısında dünya halklarının ve anti-kapitalist dinamiklerin ortaklığında kurulacak barış hareketleri dönemi yeniden açılıyor. Savaşların yayılma olasılığının güçlü bir olasılık olduğunu düşünürsek de, işçilerden ekoloji hareketine, kadın hareketinden halklara kadar geniş bir zenginliği içine alacak güçlü bir barış hareketinin gerekliliğini görebiliriz.

Rusya-Ukrayna savaşında halklara umut olan şey, tüm dünyada sokakları dolduran ve yüksek sesle barış isteyen halklardı. Ki Rusya’da bu eylemlere ciddi müdahaleler olmuştu.

Ama barış hareketleri, kapitalizmin faşizm eğilimi ve savaş konseptini yenmeye yetmez. Kapitalizm artık insanlığa hiçbir şey vaat etmiyor, hatta belki kendisine bile… Birkaç yüz yıllık bir sistemin dünyanın sonunu getirebilecek kadar ciddi tehditlere yol açması akıl alır gibi değil ama gerçek bu. Kapitalizm var oldukça insanlık için umut yok. Ve henüz fragmanlarını yaşadığımız göçler, savaş, pandemi, iklim krizinin etkileri, başka bir sürü kriz açıkça gösteriyor ki kapitalizm krizleri yönetme dönemini de geçti. Bu sistem artık bir felaketler sistemi. 

Savaş karşıtlığı zemininde buluşan çeşitli toplumsal kesimlerin eninde sonunda hesaplaşmak zorunda kalacakları şey, kapitalizmin kendisi olacaktır. Çünkü yeryüzünde hemen hemen bütün savaşlar, sermayenin uzun bir zaman dilimine yayılmış sürekli ve kendi iç mantığı açısından kaçınılmaz süreklileşmiş savaş stratejisine dayanıyor. Savaş karşıtlığında samimi olan herkesin bu cephede işçi sınıfının ve onun müttefiklerinin kapitalizme karşı verdiği mücadelesiyle buluşması gerekiyor.

O halde şimdi tarihin sonu geldi diyenlere, tarihe tekrar bakıp; o eski, umutsuz, yıkık umutlardan, tecrübelerden sıyrılıp yeniyi kurmaya odaklanma dönemi. Elbette geçmişten dersler çıkararak, kendi güncel koşullarımız içinden ilerleyerek, yeniyi bizzat inşa etmeye girişerek…

Bu felaketler döneminin hemen karşısında yeşeren devrimci olasılıklar da var çünkü. İşçi sınıfı henüz yeni yeni kendini toparlayıp sahneye geliyor; cılız ama yıkıcı potansiyelini asla yitirmeyen bir güç. Kadın ve ekoloji hareketleri, nicel güçleri farklı olsa da yıllardır tüm dünyada kapitalizm ve patriyarka karşısında set örüyorlar. Halklar tüm dünyada direnişlerini sürdürüyorlar. Gençlerden çocuklara hemen her kesim, kendi durduğu yerden sisteme itiraz ediyor. Ve son yıllarda o itirazlar örgütlü güçlere dönüşüyor. Yani kapitalizm yıkılmaya yüz tutmuşken-kendiliğinden yıkılmayacak ama- onun mezar kazıcısı işçiler başta olmak üzere tüm güçler hareket ve çıkış halinde. Bu karanlık atmosfer içinde güçlü, hiç olmadığı kadar gerçek bir olasılık olarak halkçı çıkışı, devrimi taşıyor. Sosyalizm hiç olmadığı kadar güncel.

Bu çağ da bize düştü işte. Yakınıp durmak, karamsarlığa kapılmak da mümkün elbet ama bize düşeni kabul edip tarihe tanıklık ederken onu değiştirmek de mümkün. Bize düştü işte çağımızı düzeltmek, kabul edelim.