Faşist Rejimin İnşasına Eşlik Eden Çocuk Politikası Tam Gaz Devam!  

Pek çok şeyin hareket halinde olduğu, hızlı ve karmaşık zamanlar. 

Faşist kurumsallaşmanın adım adım inşası, toplumsal bir dönüşüm çabası, bunun politik adımları; ekonomik kriz, yoksulluk, artık hayatımızın her yerindeki temel belirleyenlerden olan ekolojik kriz, toplumsal çürüme, akmayan günlük yaşam… Diğer yanında direnişler, eylemler, grevler…

Çocuk Politikası Ne Yönde Akıyor?

Rejimi faşistleştirme hamleleri sürerken toplumu faşistleştirme politikaları da hızlandı. Özellikle seçimlerden sonra müthiş bir şiddet, saldırı, çeteleşme, çürüme dalgasının önü açıldı; sokakta yürürken ya da bir markette alışveriş yaparken başınıza “her şey” gelebilir. Eski eşiniz tarafından öldürülebilir ya da bir mafya kavgasının ortasında kurşunların hedefi olabilirsiniz. Günlük yaşam bir şiddet çemberiyle sarılı. Bunun bir yanı rejimin ve sistemin varlığının sorgulanması sonucu yaratırken diğer tarafı toplumsal çürümeyi derinleştiriyor. Tüm bu politik atmosfer elbette çocuk politikasını da doğrudan belirliyor.

 

Sermayenin güncel çıkarları ve ihtiyaçları gereği çocuk emeğinin sömürüsü giderek yaygınlaşıyor. Bakanlık “çocuk işçiliğine sıfır tolerans” açıklamaları yapadursun, gerçekler çocukların giderek daha fazla sayıda ve daha erken yaşta sermayenin çarklarına takıldığını gösteriyor.

 

Sermayenin güncel çıkarları ve ihtiyaçları gereği çocuk emeğinin sömürüsü giderek yaygınlaşıyor. Bakanlık “çocuk işçiliğine sıfır tolerans” açıklamaları yapadursun, gerçekler çocukların giderek daha fazla sayıda ve daha erken yaşta sermayenin çarklarına takıldığını gösteriyor. İktidar, bir yandan “mesleki eğitim” gibi uygulamalar yoluyla çocukların çalışmasını teşvik ediyor, hatta bununla övünüyor. Bir yandan da çocuk işçi ölümlerinin cezasız bırakılması yoluyla sermayenin akan ağız sularını besliyor. Hem en ucuza ve güvencesiz şekilde çalıştırabileceksiniz hem de yaralandıkları ya da öldükleri takdirde para cezası ile “yırtabileceksiniz”.

Marx’ın Kapital’inde sermayenin çocuk kanından beslenerek elde ettiği ilkel birikimin şimdi ülkemiz sermayesince nasıl yine bir birikim emeği olarak kullanıldığının göstergesi bu vahşet. Bu vahşetin rakamlara yansıyan hali çok az: Sadece Ağustos ayında en az 10 çocuk çalışırken hayatını kaybetti. Ve sadece resmi rakamlara göre en az 2 milyon çocuk işçi var ülkemizde. “Emeğin ucuzluğu” başlığı ile tüm dünya sermayesine çağrılar yapan iktidarın, önümüzdeki süreçte de çocuk işçiliğine “sıfır tolerans” göstereceği açık.

Yukarıda bahsettiğimiz dönüşüm yalnızca rejimde yaşanmıyor, bir de devletin faşist dönüşümü var. MEB’den Sağlık Bakanlığı’na, neredeyse hiçbir bakanlığın işlevinin kalmadığı, yürütme erkinin saray elinde toplandığı, güvenlik aygıtlarının kuvvetlendirildiği, yasal alanların giderek daraltıldığı bir dönüşüm… Bunun doğrudan çocuklarla ilgisini en çok da MEB’de görüyoruz. Bir rejim ve devlet dönüşürken onun bakanlığı da buna uygun bir “kuşak” için sürekli yeni adımlar atıyor, deniyor. Türkçü ve İslamcı bir kuşak.

Toplumun Erdoğanist bir İslam çerçevesinde yeniden dizaynı hızla sürüyor. Bu, daha çok da cemaatler ve tarikatlar eliyle yapılıyor. Elbette AKP tarihi açısından bu tip yapılarla iş birliği yapmak, onları devletin içine yerleştirmek, önlerini açmak, maddi olarak kazanç yakalamalarını sağlamak yeni bir pratik değil. Eğitimden sağlığa, güvenlikten sanata kadar hemen her alana cemaat ve tarikat mensupları yerleştiriliyor. Bununla da kalınmıyor, özellikle seçimler sonrasında Yeniden Refah’ın da meclise girmesi ile birlikte dinbaz çevre palazlandı, “her türlü talepleri” mecliste yankı buluyor; medeni kanundan tutalım da kız okullarına kadar!

 

ÇEDES gibi projelerin tamamı bir yandan laik ve bilimsel eğitime açık saldırı iken diğer yandan faşist iktidarın bilinçli bir hamlesidir.

 

Niyet ettikleri bu dinci toplumsallık her yönden besleniyor. Bu toplumsallığı “çekirdek”ten kurma dertleri elbette tüm egemenler gibi onları da çocuklara ve eğitime yönlendiriyor. Son 20 yılda kerte kerte özelleştirilen ve neoliberalizme teslim edilen, kamusal olmaktan çoktan çıkan eğitim artık bir yandan da dini çevrelerin inisiyatifinde. İmam Hatip okullarının açılmasından çok daha özel bir hamle bu. Eğitimin yükü arttıkça iktidar bunu üstünden atmak için uğraşıyor: Bir yandan özel okulları teşvik ediyor diğer yandan da cemaat-tarikatlarla MEB’in ilişkisini kuvvetlendiriyor.

ÇEDES gibi projelerin tamamı bir yandan laik ve bilimsel eğitime açık saldırı iken diğer yandan faşist iktidarın bilinçli bir hamlesidir. Giderek yoksullaşan toplumun eğitim masraflarına yetişememesi, pek çok aileyi bu tip kurumların eğitimine yönlendiriyor; Aladağ’ı hatırlayalım. Civarda başka okul olmadığı, aileler geçinemediği, o yurtta yemekten konaklamaya her şey karşılandığı için vermişlerdi çocuklarını. İşte şimdi iyice derinleşen yoksulluğun ortasında eğitim gibi “pahalı” bir işin devlet tarafından değil de cemaatlerce karşılanması herhalde şaşırılmaması gereken bir adım. Çünkü aynı anda bu yapılara kazanç kapıları da açılıyor; imzalanan sözleşmeler, protokollerin hepsi aynı zamanda halkın parasının iktidar eliyle bu yapılara aktarılması işlevi görüyor.

O arada eğitimin aslında hiçbir zaman parasız olmadığı gerçeği çırılçıplak ortada duruyor. Milyonlarca çocuğun okula başladığı ülkemizde çocukların okul ihtiyaçlarının hiçbiri karşılanmıyor. Vermekle övündükleri kitapları öğretmenler dahi kullanmıyor, ebeveynlerden “ek kitap” isteniyor. Okul kayıt parası adı altında özel okullar kadar para isteniyor. Çocukların kırtasiye, kıyafet vb. ihtiyaçlarının yanına bir de “bağış” adı altında istenen paralar ekleniyor. Okullarda -yalnızca okul öncesinde belli sayıda çocuğa- verilen ve tüm çocuklara verilmesi gereken ücretsiz, sağlıklı öğün ise tasarruf adı altında kaldırılıyor. Okulun boyasından ampulüne, temizlik parasından sıvı sabununa kadar her şey ebeveynlerden isteniyor. Bu çıplak gerçeklik giderek daha da göze batıyor; saraydan savaşa kadar hemen her şeye sonuna kadar harcanan bütçe çocuklar söz konusu olduğunda birden yok oluyor!

 

Çocuk istismarı davalarına baktığımızda, çocuğu istismar edenlerin neredeyse tamamının aile içinde ya da yakın akrabalardan olduğunu görüyoruz. Pek çoğu “aileyi korumak” gerekçesi ile ya hiç yargıya ulaşamıyor ya da ulaşsa bile aynı “hassasiyetle” kapanıyor. Kol kırılsın yen içinde kalsın!

 

Her türlü şiddet ve cinayetin önünün açıldığını herhalde herkes görüyordur. Orman kanunları işliyor ülkemizde. Ama en çok da kadınlar ve çocuklar konusunda bu şiddet “özel” bir işlev görüyor. Afla salınanların bir bölümü, kadına ya da çocuğa yönelik şiddet eylemlerinde bulunmuş kişiler. Bu açık bir sözdür aslında: Ayağınızı denk alın. Sadece bu da değil ama, faşist bir rejimin toplumsal çekirdeği aileye dayanır, o aile de kadına ve çocuğa! Büyük Aile Buluşmaları’nın nicelik olarak az katılımla geçmesi bu nedenle pek de kritik değildir, esas önemli olan öne çıkarılan ve kutsanan ailedir. O kutsallığın içinde yok olan kadınlar, çocuklar, LGBTİ’lerdir. İşte bu çerçevede o ailenin dışına çıkmak isteyen herkes “suçlu”dur. Toplumun kodlarıyla oynuyordur. Tehdittir… Önemli olan bireyler, bireylerin farklılıkları ve istekleri değil ailenin sürmesidir. Yeter ki aileye laf gelmesin!

O ailenin içinde gerçekleşen çocuk istismarı ve hak ihlalleri de böylece tamamen karanlıkta kalıyor. Çocuk istismarı davalarına baktığımızda, çocuğu istismar edenlerin neredeyse tamamının aile içinde ya da yakın akrabalardan olduğunu görüyoruz. Pek çoğu “aileyi korumak” gerekçesi ile ya hiç yargıya ulaşamıyor ya da ulaşsa bile aynı “hassasiyetle” kapanıyor. Kol kırılsın yen içinde kalsın!

Bir “sıfır tolerans” da burada! İstismara ve çocuk evliliklerine de tolerans göstermediklerini söylüyor Bakanlık. Oysa toplumsal gerçeklik ve o gerçekliğin rakamlara yansıyan hali hiç öyle söylemiyor: Çocuklara yönelik cinsel istismar son 15 yılda yüzde 400 artmış durumda ve Türkiye dünyada 3. sırada. Son 16 yılda 440 binden fazla çocuk doğum yaptı. [1]

Resmi verilere göre 2020 yılında 15 yaşında küçük 117 çocuk doğum yaptı. 18 yaşından küçük toplam çocuk anne sayısı ise 8 bin 271. [2]

İktidarın çocuk politikalarının çocukların yaşamını nasıl cehenneme çevirdiğini anlatmaya devam etmek sayfalarca yazmak anlamına gelir.

Çocuk işçiliğinden çocukların cinsel istismarına, deprem sonrasında çocukların hala yaşadığı sorunlardan çocuk yoksulluğuna, eğitimden tutalım da Kürt illerindeki çocukların yaşadığı ya da mülteci çocukların yaşadığı özgün sorunlara kadar… Hepsi birbiriyle bütün halinde bir politikayı işaret ediyor: Çocuk düşmanlığı. Halk düşmanlığıdır faşizm, en çok da işçi sınıfı düşmanlığıdır. Elbette halkın çocuklarına, işçi sınıfının çocuklarına da düşmanlar. Öyle “hissi” bir düşmanlık da değil bu, sınıfsal çıkar odaklı tarihsel ve örgütlü bir düşmanlık. Kapitalizmin, sermaye güçlerinin vicdanı yoktur; sanırım bunu tekrar hatırlamak iyi olacaktır. Aksi halde çocuklar söz konusunda olduğunda ister istemez bir “vicdan” arıyor insan. Herhalde yukarıda yazılanlar bunun olmadığının açık göstergesi.

Çocukların yaşamak zorunda kaldığı her şey politik, sınıfsal. Ve ancak sermayenin çıkarları ve faşizmi kurma yolundaki iktidarın bilinçli hamleleri bağlamında düşündüğümüzde çocukların yaşadıklarını açıklığıyla görebiliriz. Ve ancak bu sınıfsal bakış bizi en az karşımızdaki örgütlü ve güçlü sistem kadar gerçek ve güçlü bir mücadeleye götürür.

Çocuk Hakları Mücadelesi

Bugün ülkede AKP-MHP faşist koalisyonu faşist bir rejimi, tüm ilerleyişine rağmen, kuramıyorsa bunun tek sebebi halk güçlerinin çeşitli biçimlerde direnmeyi sürdürmesidir. Henüz cılız da olsa şimdilerde pek çok yerde direnen işçi sınıfı, tarihsel yıkıcılığını her direnişte hatırlıyor, direndikçe öğreniyor. Şireci işçilerinden Trendyol’a kadar hepsini gördük, görüyoruz. Sermayenin çıkarları doğrultusunda ülkenin dört bir yanının rant ve talana açılması karşısında bir bütün olamasa da doğa savunucuları ve ekoloji hareketi var; Akbelen’den Dikmece’ye hepsini gördük, görüyoruz. Kadınlar, kadın düşmanlığının “tesadüflerden arındırılıp” bir rejim haline gelmesi yolunda atılan adımları görüyorlar ve sokak sokak direnmeye devam ediyorlar hem de yıllardır; İstanbul Sözleşmesi eylemlerinden kız okulları söylemi karşısındaki direnişlere, gördük görüyoruz. Kürt halkı, kendisine karşı en az yüz yıldır sürdürülen yok etme politikasının karşısında var gücüyle direniyor, görüyoruz. LGBTİ+’lar “Büyük Aile Buluşmaları” karşısında, tüm nefret söylem ve politikalarının karşısında direniyorlar, var kalmayı sürdürüyorlar, görüyoruz. Aleviler, eşit yurttaşlık taleplerini her fırsatta sokakta yankılandırıyorlar.

 

Çocuk hakları mücadelesi de bu hareketliliğin bir parçası. Bugün bu alan neredeyse sadece STK’ler ya da anaakım çocuk bakışını taşıyan dernekler tarafından şekillendiriliyor.

 

Bütün bu direniş alanları, halk güçlerini oluşturuyor. İşte faşizm, hızla kendini tahkim etmeye çalışsa da gelip gelip buralara çarpıyor -elbette tek sebep bunlar değil-. Kimi zaman ezip geçiyor kimi zaman geri adım atıyor. Süreç devam ediyor. Faşizmin kurumsallaşma süreci de direnenlerin direnme eğilimleri de hareket halinde.

Çocuk hakları mücadelesi de bu hareketliliğin bir parçası.

Bugün bu alan neredeyse sadece STK’ler ya da anaakım çocuk bakışını taşıyan dernekler tarafından şekillendiriliyor. Projeler, kitapçıklar, yayınlar, ara ara yapılan buluşmalar ve açıklanan istatistikler… Liberal siyasetin hâkim olduğu bu alan sokaktaki siyasetle elbette çok sınırlı alanlarda, kişi kişi buluşabiliyor. Çocukların yaşadıklarına birer “proje”ye sıkıştırarak sistem içileştiren bu bakış, yaşamı da bir “saha”ya dönüştürüyor. En iyi ihtimalle, söylemde kalan, dönüştürücü bir pratiğe dönüşemeyen bir biçimde hapsoluyor. Kıymetli, çocuk hakları hareketini farklı alanlardan besleyen pek çok iş de yapılmakla birlikte süreç gelip gelip bazı “sınırlara” dayanıyor burada. Bu sınır nihayetinde egemenlerin belirlediği sınırdır.

Çocuk istismarı eylemlerine kadın hareketi, eğitime dair eylemlere sendikalar ya da Alevi hareketi öncülük ediyor. Bu elbette kendi başına bir “sorun” değil ancak durum böyle olduğunda, çocuklar ve hakları gibi bambaşka bir alanın kendi öznelerinin dışında akan bir sürece dönüşüyor. Bütünlükten yoksun, tekil tekil karşı çıkışlarla sınırlı kalan bir dinamiğe dönüşüyor.

İktidarın, yükseltilen bir çocuk hakları mücadelesine, çocuk hak ihlallerinin teşhirine verdiği tepkiyi de hatırlayalım: Gündem Çocuk Derneği’nin kapatılması. Ya da yoksul mahallelerde, deprem bölgesinde çocuklarla buluşan devrimci yapıların hedef gösterilmesi vb.

Bunların arasında çocuk hakları hareketinin, kendi özgün zeminini sokakta, örgütlü biçimde inşa etmesi en acil ihtiyaçlardan. Şimdiye kadar geldiği yerdeki tüm deneyimleri de görüp onlardan da dersler çıkararak ilerleme ihtiyacı ve aslında sorumluluğu.

Önümüzdeki dönem, çocuk hakları hareketinin kendini sokakta kurmasının, kurumlarla, belli bir çocuk politikası çerçevesinde yan yana gelinecek kişi ve yapılarla sokak bağını kuvvetlendirmenin yollarını arayıp bulmasının dönemi. Zira faşist kurumsallaşmanın hızlandığı bu süreçte çocuklara yönelik her türlü saldırının da katlanacağını daha şimdiden görüyoruz.

Sosyalist Harekete Düşen Görevler

Sosyalist hareketin pek de dönüp bakmadığı ya da genel geçer yaklaştığı çocuk meselesinin “sivil toplum”a bırakılması yine en çok sosyalist hareketin sorunudur. Uzaktan bakıp eleştirmek değil, sorumluluk alıp içine girerek değiştirme iradesi göstermek gerekiyor. Bugün çocuklarla ilgili her şeyde sosyalist hareketin görev ve sorumluluğu vardır. Yaşama dair her şeyde olduğu gibi! STK’ler böyle, proje işleri bunlar, CHP şöyle yapıyor; peki sosyalist hareket çocuk meselesine dair ne yapıyor? Esas soru budur. Cevap da burada.

 

Sıfırdan başlanmayacak. Hem ülkemizde yılları bulan bir çocuk hakları mücadelesi var; orada epey bir deneyim var, emek var, üretim var. Hem de tarihten çıkarılabilecek devasa bir tecrübe var elimizde: Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi.

 

Çocuk politikasına karşı neredeyse “kör” olan sosyalist hareket var. Kimi yerlerde de miyop ya da “şaşı”. Sınırlı, olay odaklı bir bakış var. Çocuklara dair söylenen sözler, üretilen politikalar da buradan şekilleniyor.

Bugün sosyalist hareketin içerisinde hareket edip öncülüğüne soyunduğu halk güçlerinin bir parçası da çocuk hakları hareketidir, bu alanın özneleridir. İşçi sınıfından kadınlara, ekoloji hareketinden Kürt halkının direnişine, LGBTİ+’lardan Alevilere kadar tüm bu hareketlerle bakışım kuran, kendini sokakta kuran, bir yandan bugünün sorunları ve hak kazanımlarına odaklanırken bir yandan da sosyalist ufuk içinde mücadele eden bir çocuk politikasına ihtiyaç var. Bunun aynı zamanda çocuklarla birlikte yapılması gerektiğini de hiç unutmadan.

Sıfırdan başlanmayacak. Hem ülkemizde yılları bulan bir çocuk hakları mücadelesi var; orada epey bir deneyim var, emek var, üretim var. Hem de tarihten çıkarılabilecek devasa bir tecrübe var elimizde: Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi. Orada tartışılıp karara bağlanan ve uygulanan maddeleri hatırlamak bugün de ışık tutacaktır.

Bugünün güncelliğinde, sosyalist bir ufkun içinde bir çocuk politikası yürütmek mümkün.

Dipnotlar

[1] https://sputniknews.com.tr/20180610/ihd-turkiye-cinsel-istismar-cocuk-dogum-1033803155.html

[2] https://sputniknews.com.tr/20180610/ihd-turkiye-cinsel-istismar-cocuk-dogum-1033803155.html