Kapitalizmin Krizi ve Hegemonya Mücadelesi Kendisini Savaşla Hatırlatıyor 

Önce Filistinli örgütlerin “Aksa Tufanı” saldırısı, ardından İsrail’in daha önceki katliamcı saldırılarını aşan soykırımcı bombalamaları dünyada gözlerin Orta Doğu’ya dönmesine neden oldu. Ukrayna, Tayvan ve Karabağ’daki çatışmalar ve gerilimden dolayı bir süredir savaş ateşi dinmiş olan Orta Doğu’nun tekrar öne çıkması bir yönüyle “beklenen” bir gelişme. 

Bu “beklentinin” ardında bölgenin makus “tarihi” ile kendisini savaş halinden doğru yapılandırmış öznelerin hâlâ egemen olması kadar son dönemde küresel çapta yaşanan gelişmelerin payı da büyük.  

“Batı” Saldırıya Geçti 

Geçtiğimiz ay gerçekleşen G-20 Zirvesi’nde ilan edilen IMEC projesi, küresel hegemonya mücadelesinde yeni bir zeminin oluşması sürecine işaret etmekteydi. Bu projeyle öncelikle Çin’in Tek Kuşak Tek Yol (TKTY) projesine bir alternatif yaratılarak Pekin’in büyüyen ve genişleyen etki alanına darbe vurulması hedefleniyordu. Bununla birlikte bir diğer hedef gerek kâr oranlarının düşmesi gerekse artı-değerin realizasyonu sürecinde atılamayan salto mortaleler (ölümcül takla) sonucunda kapitalizmin derinleşen krizini dolaşım alanında sağlanacak bir “yol”la hafifletilmesi idi. IMEC’in ilan ediliş biçimi ve söylemleri bu iki hedefe “rıza” ve “barış” içinde ulaşılabileceği intibasının yaratılmasına yardımcı oldu. 

Fakat Orta Doğu’da yaşanan güneş kadar sıcak gelişmeler, hedeflerin ve “intibanın” buzdan kaleler misali hızlıca erimesine yol açtı.  

Evvela IMEC’in belkemiği olan Basra Körfezi-İsrail hattının TKTY’nin Afrika ile Asya arasındaki bağlantıyı sağlayan noktadan geçiyor olması bölgeye yeni ve her an ateşlenebilir bir çatışma fitili ekledi. İkincisi kapitalizmin krizinin “dolaşımdan” çok “üretim” alanında yaşanıyor olması koridorların değil “pazarların” krizlerin çözüm yeri olabilme niteliğini artırıyor. Elde edilecek ve genişletilecek “pazarlar”, hem hammadde ve ucuz iş-gücü sağlayarak hem de “salto mortale”lerin atılmasına olanak tanıyarak kâr oranlarının artmasını ve artı-değerin realize olmasını sağlayabilir. Ve pazarlara hâkim olmak için “rıza”dan çok “zor” gücüne sahip olmak gerekiyor, ki bunun için de askeri güç şart.  

Bu iki gerçekliğin ışığında ABD ve AB’nin hedeflerinden sıyrılıp “tarihsel determinizm”in sesine kulak vererekten İsrail’in öncülüğünde bölgede saldırı politikasına geçtikleri görülüyor. Çin’in bölgeye nüfuz etmiş olması, kapitalizmin derinleşen krizi, büyüyen küresel hegemonya mücadelesini de hesaba kattığımızda “Batı”nın saldırı politikalarına önümüzdeki günlerde de sıkı sıkıya sarılacağı görülüyor. Dolayısıyla kapitalizm gemisinin halihazırdaki amirali “Batı”, buzdağına çarpana kadar savaş ateşini canlı yaşamın her hücresine götüreceğini açıkça gösteriyor. 

Doğu’nun “Sessizliği” 

İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarında öncekilerinin aksine bu sefer gözlerin daha fazla çevrildiği Rusya ve Çin’den beklenen “sert” açıklamaların gelmemesi “Doğu”da da hedeflerden çok “tarihsel determinizm”e kulak verildiğine işaret ediyor. Çeşitli askeri, ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uygulaması beklenen Rusya ve Çin’in tonu düşük ve klasik açıklamalar yapmakla yetinmelerinin altında önceliği kendi “can”larına verdiklerini gösteriyor. 

Suriye’deki savaşla Orta Doğu’ya yerleşen Rusya, bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirerek yeni bir “statü” oluşturma olanağını yakalamıştı. Fakat gerek askeri ve ekonomik gücünün sınırlılığı gerekse Ukrayna savaşı Moskova’nın bölgede “statü” oluşturma imkanını baltalamış durumda. Buna rağmen Rusya diplomatik ve siyasi desteğini esas alıp bunu kısmi askeri güçle destekleyerek başka bir “fırsat” çıkana kadar bölgede varlığını sürdürmeyi amaçlamakta. Klasik açıklamasındaki Filistin’in bağımsızlığını öne çıkaran “ikili devlet” vurgusu desteğin diplomasi ve siyasi niteliğinin ağır basacağına işaret ediyor. Ve bu da “Batı”nın saldırma cesaretini artıran etmenlerden birini oluşturuyor. 

İran-Suudi Arabistan arasındaki yumuşamayı sağlama, Filistin ile ilişkileri geliştirme ve Suriye ile stratejik ortaklık kurma derken son dönemde bölgeye daha öne hiç olmadığı kadar nüfuz eden Çin, yaşanan şiddetin büyüklüğüne ve yüzünü kendisine dönen bölge ülkelerinin rahatsız edici bakışlarına rağmen “sakin” kalarak “dengeci” bir yaklaşım sergiledi. Çin’in bu “sakinliğinin” ardında iki neden bulunmakta. 

İlk olarak Çin’in Afrika’da yaşadığı deneyimden ciddi dersler çıkardığı görülüyor. 2000’li yıllardan itibaren Afrika’ya altyapı yatırımlarının yanı sıra düşük faizli kredi ve hibelerle “ekonomik” giriş yapan Pekin, ardı ardına gelen Fransa ve ABD destekli askeri darbelerle karşı karşıya kalmıştı. Bu darbelere karşın “ekonomik” desteğini sürdüren ve darbeci iktidarlarla çalışan Çin, Fransa ve ABD’nin askeri güçlerini hem küresel hegemonya savaşından kaynaklı giderek sınırlaması hem de bu güçlerin halk nezdinde meşruiyet kaybı yaşamaları sonucunda ve buna ek olarak “stratejik ortağı” Rusya’nın Wagner ile kıtaya girmesiyle Afrika’da egemen bir güç haline geldi. Yaşadığı bu “trajedi”nin “komedi” olarak yinelenmemesi için tarihten ders çıkaran Pekin’in bekleme ve denge politikasını Orta Doğu’da bir süre daha izleyeceği öngörülebilir. Fakat kapitalizmin krizinin derinleşmesi ve bölgedeki savaş ateşinin büyümesi durumunda bekleme ve denge politikası Çin’i devre dışı bırakabilir. 

“Batı”nın saldırıya geçip askeri gücünü kullanarak Çin’i devre dışı bırakma ve TKTY’i baltalayarak ekonomik darbe vurma hedefi ise Çin’in sakin kalmasının ikinci nedenini oluşturmakta. Askeri gücüne son yıllarda ciddi yatırımlarda bulunsa da Batı ile henüz aşık atamayacak durumda olduğunun farkında olan Çin, kitabını yazdığı savaş stratejisinin en temel ilkesini uygulamaya çalışmakta: “Düşmanın direncini savaşmadan kırmak.”  

Bu bağlamda bölgede Batı ile halihazırda savaşan ve savaşmaya hazır güçlere ekonomik, askeri, diplomatik ve siyasi destek sağlamak Çin için Batı ile doğrudan savaşmaktan çok daha mantıklı. Bu durumda Çin bir yandan gücünü korumuş olacak diğer yandan rakipleri de askeri ve ekonomik güç kaybının yanı sıra bölge halkları nezdinde meşruiyet kaybına uğramış olacak. Böylece Pekin’in, Afrika’da olduğu gibi, bölgeye gecenin bütün kötülüklerini süpüren sabah güneşi gibi doğma ihtimali olabilir. Fakat kapitalizmin krizi ve küresel hegemonya mücadelesi gelişmelerin böyle bir “rasyonel”likten çok “akıldışı” bir çizgi izleyeceğine işaret ediyor. Ve bu da önümüzdeki günlerde küresel güçlerin “saldırılardan” ve “sessizlikten” kaçmasının zor olacağını ortaya koyuyor.