Batı’nın Birliği ve Gerilimi

Kapitalizmin yapısal krizi derinleşip genişledikçe oluşturduğu düzen de sarsılmaya devam ediyor. Bu sarsılmalar doğrudan yıkıcı etkilerde bulunmamakla birlikte düzenin ayakta kalma gücüne darbe vuruyor. Nitekim Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki ilk toplantısında kapitalist düzenin zayıfladığı belirtilirken, geçtiğimiz ay gerçekleşen Münih Güvenlik Konferansı’nda dünyanın “Batı ve diğerleri” olarak bölünmeye başladığı öne sürülüyor. Sarsılma, zayıflama ve bölünme kapitalist düzenin başat güçleri ABD ve Avrupa arasındaki bağları bir yandan önemli oranda güçlendirmeye devam ederken diğer yandan da inceltici gerilimlere neden olmakta.

Batı’nın “Birliği” Sürüyor

ABD ve Avrupa’nın birliğini güçlendirerek sürdürdükleri konu Rusya. Rusya’ya yönelik yaptırım ve kuşatmalarda “Batı” olarak hareket ediliyor ve hareketin şiddeti artırılıyor. Son olarak AB’nin de desteğiyle ABD, Ukrayna işgali ve Alexey Navalni’nin ölümü nedeniyle Rusya’nın mali ve askeri kurumlarına 500’den fazla yeni yaptırım uygulayacağını açıkladı. Rusya’nın enerji üretimini, finansal işlemlerini ve askeri teknolojisini gerçekleştiren kurumlarını hedef alan yaptırımlar ile Rusya’nın askeri ve ekonomik gücüne darbe vurulması planlanıyor.

Yaptırımların yanı sıra doğrudan askeri hamleler yapmaya yönelik hazırlıklar da artıyor. İngiltere Ukrayna’nın Karadeniz’i kontrol etmesine yardımcı olmak için güvenlik anlaşması imzalamaya çalışıyor, Washington Helsinki ile ABD askerlerinin Finlandiya’da bulunmasına izin veren savunma anlaşmasını imzalıyor, NATO Avrupa’da hava savunma sistemlerini güçlendirme ve füze üretimini artırma kararı alıyor ve Alman Federal Meclisi Ukrayna’ya uzun menzilli füze vermeyi onaylıyor.

Bunlara ek olarak Ukrayna ile “şimdilik” İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Kanada ve Hollanda’nın imzaladığı 10 yıllık güvenlik garantisi anlaşması ile Batı’nın merkez ülkelerinin Rusya ile doğrudan savaşmayı ciddi bir olasılıkla ele aldıkları görülüyor. Keza geçtiğimiz yıl AB içinde gaz tüketiminin %13 azalması ve AB’nin alternatif gaz kaynakları buluyor olması da Rusya’dan gaz alınımının bitirilmesinin ve böylece Rusya ile ekonomik ilişkilerin tamamen kesilmesinin amaçlandığını ortaya koyuyor.

Rusya’ya yönelik hamlelerin yoğunluğunu merkez ülkeler oluşturmakla birlikte çevrelemeye yönelik girişimler de hız kazanıyor. AB Gürcistan’a aday statüsü verirken Ukrayna ve Moldova ile katılma görüşmelerine başlıyor. Bu hamleyle birlikte AB, Rusya’nın coğrafi ve askerinin yanı sıra ekonomik olarak kuşatılmasında da başat rol oynamaya çalışıyor.

Batı’daki “Gerilimler” Artıyor

Batı’nın Rusya’ya yönelik hamlelerinde öne çıkan birlik görüntüsünün ardındaki gerilim hattı ise çeşitli yönlerden gelen akımlarla beslenerek görünür hale geliyor. Bu akımların başlıcalarını Almanya içindeki “farklılıklar” ile ABD’ye duyulması istenen yakınlığın derecesine yönelik “farklılıklar” oluşturmakta.

AB’nin en büyük, dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü olan Almanya’nın sanayi üretimi 2017’den beri düşüşte. ABD’li şirketlerin rekabete girmesi, Çin’in Almanya’dan ithalatı kısması ve Rus doğalgazının ucuza alımının bitmesi bu düşüşte oldukça etken. Bu düşüşü geri çevirmek için başta İngiltere ve ABD ile işbirliği içinde olan Yeşiller olmak üzere merkez sağ CDU/CSU ile “sosyal-demokrat” SPD’nin önemli bir bölümü sermayenin çıkarlarını savunmanın gereği olarak askeri sanayinin geliştirilmesine yönelmiş durumdalar. Almanya’nın 1993-2023 arasındaki 30 yıllık süreçte savunma sanayii ihracatından kaybının 240 milyar avro olduğu ileri sürerek hamlelerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar.

Buna karşılık ise Almanya’da kitlelerin Yeşiller, CDU/CSU ve SPD’den uzaklaşarak küçük ve orta burjuvaziye dayanan ırkçı AfD ya da sol-popülist Sahra Wagenknecht İttifakı gibi “ulusal”a önem veren akımlara yöneldiği görülüyor. Dolayısıyla sermayenin krizi ile sermaye gruplarının kendi aralarındaki ve halkın sermaye grupları arasındaki gerilim hatlarının keskin bir yol ayrımına yaklaşan Almanya’nın önümüzdeki dönemde izleyeceği politikalarda belirleyici olacağı görülüyor.

ABD’ye duyulacak yakınlık ise Avrupa içerisindeki “farklılıkları” öne çıkarmaya başlamış durumda. ABD ile tam bir birlik içerisinde olmayı savunanlar ile ABD’den kopmadan “özerk” bir konum almayı savunanlar arasında gerilim, karşısında “birlik” olunduğu izleniminin verildiği Rusya’ya yönelik uygulanacak politikalara da yansıyor.

ABD ile birliği savunanların başında ise İngiltere ve Fransa ile birlikte Rusya’ya yakın ülkeler olan Çekya, Polonya ve Baltık ülkeleri geliyor.

İleride gerekirse Kiev’e asker gönderebileceğini dile getirerek ön alan Fransa ile İngiltere, ABD’nin gücünü arkalarına alarak eski emperyal günlerinin nostaljisiyle küresel güçler liginin zirvesine çıkmayı hedefliyorlar. Bunun yolunun kendilerine yeni sömürge ve pazarlar kazandıracak olan “savaştan” geçtiğini görmelerinden dolayı ateşi büyütmeye çalışıyorlar. Kimi iddialara göre Trump’ın başkan seçilmesi durumunda askeri ve ekonomik yardım gelmeyeceğini düşünerek şimdiden kendi askeri sanayilerini geliştirmeye hazırlanmaktalar.

Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra emperyal güçlerin desteğiyle Çekya, Polonya ve Baltık ülkelerinde iktidara gelen sermaye yanlısı güçler ise Ukrayna’dan sonra sıranın kendilerine geleceğini düşünerek Kiev’in Rusya’ya karşı savaşının şiddetinin yükseltilmesini savunmaktalar. Bu bağlamda AB içindeki merkeziyetçi eğilimlere karşı çıkacağını açıkça belirten Polonya gelişmiş bir hava savunma sistemine sahip olmak için Washington ile 2,5 milyar dolarlık bir anlaşma imzalarken topraklarında 10 bin ABD askerinin bulunmasına izin veriyor, Litvanya ise ABD birliklerinin Avrupa’dan ayrılmasına karşı olduğunu açıkça söylüyor, Çekya devlet başkanı Petr Pavel Ukrayna’ya desteğin yetersiz kalması durumunda AB ülkelerinin askeri birlikler göndermesi gerektiğini ifade ediyor. Böylece eski Doğu Bloku ülkeleri de ABD’ye yaslanarak AB içerisinde ve bölgelerinde güç ve alan kazanmaya çabalıyorlar.

ABD yanlılarına karşı ise “özerklik” şiarını ileri sürenlerin sesi de şiddetleniyor.

Slovakya Başbakanı Fico Rusya yanlısı söylemlerde bulunurken, Macaristan Kiev’e silah sevkiyatına katılmıyor, Rusya’ya karşı yaptırımları desteklemiyor, nükleer santralin inşasına devam ediyor.

Halihazırda AB’nin Kiev’e yaptığı yardım ABD’ninkileri aşmış olmasına rağmen AB Komisyonu’nun Kiev’e 50 milyar avroluk askeri yardımda bulunma çabası itirazlarla karşılanıyor. Bu itirazlarda önemli nokta ise ABD’nin Ukrayna-Rusya savaşının yükünü Avrupa’ya yıkmaya çalışmasına karşı gelinmesi. ABD, AB ülkelerini Rusya’nın varlıklarını müsadere ederek ve kendi kaynaklarını kullanarak Ukrayna’daki savaşı finanse etmelerini dayatmaya çalışıyor.

ABD’nin bu politikasına karşı gelenlerin başında sanayi sermayesi bulunuyor. Rus gazından koparılan Avrupa’nın pahalı Amerikan LNG’sine muhtaç edilmesi ve Rusya’ya yönelik yaptırımlar nedeniyle yaşanan maliyet artışı ve pazar yitimi nedeniyle büyük kayıp yaşayan sanayi sermayesi fazladan bir fatura daha ödemek istemiyor. Askeri sanayiye geçişin kârlı olsa da en az 10 yıllık bir süreye ihtiyaç olması sanayi sermayesini “özerk” ya da “ulusal” politika izlemeye itiyor. Bununla bağlantılı olarak Alman şansölyesi Scholz da sahada bulunan İngiltere gibi “savaşa katılan taraf olmamaya” çalıştıklarını (uzun menzilli füzeleri gönderen başkasıydı!) söyleyerek Ukrayna’ya asker göndermeye karşı olduğunu ifade etti. Bu ifadenin İngiltere’yi “ispiyonlayarak” edilmesi ve diğer yandan da Avrupa Birliği’nin ABD ve İngiltere’den ayrı olarak 19 Şubat’ta Kızıldeniz’de “Aspides” misyonuna başlaması da “özerklik” arayışının masada olduğuna işaret etmekte.

Sermaye grupları ve iktidar güçleri arasındaki çelişki ve gerilimler düzen içi muhalefete de sıçramış durumda. Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine dair anketlerde ülkelerinde üst sıralarda gözüken Almanya için Alternatif (AfD) ile Fransız Ulusal Birlik (RN) arasında gerilim, seçim sonrasında AP’deki üçüncü olması beklenen Kimlik ve Demokrasi (ID) gruplarını dağıtma ihtimalini de ortaya çıkarmakta. Önümüzdeki seçimlerde başkan olması ciddi bir olasılık olan Le Pen daha halk nezdinde kabul edilebilir bir çizgi izlemek isterken AfD’nin göçmen düşmanı ve ırkçı çizgide ısrarcı olması gerilimi artırıyor. Le Pen’i kabul edilebilir çizgi izlemeye iten ana sebep ise önce Fransız işçilerinin şimdilerde ise çiftçilerin sokakları zapt eden eylemleri.

Dolayısıyla işçiler ve emekçiler ile sermaye arasındaki sınıf savaşımı, sermaye grupları arasındaki çatışmalar kadar ırkçı gruplar arasındaki çatışmalarda da belirleyici düzeye ulaşmakta.

Fransa’yı sarsan çiftçilerin eylemleri, kapitalizmin yapısal krizi göz önüne alındığında hiç de ihtimal dışı olmayan bir şekilde, önümüzdeki günlerde Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki işçiler, emekçiler ve köylülere sıçradığı takdirde Batı’nın içindeki ve arasındaki “gerilimi” derinleştirerek “başka bir Batı ve dünyanın mümkün” olabileceği yol açılabilir.