Erdoğan Rejiminin “Yeni” Dönemi

Son yıllarda yaşanan bütün krizlerin dermanı olacağı vaat edilen seçimler gerçekleşti ve iki turda da sandıktan Erdoğan çıktı. Halka ve ortaklarına bol keseden vaatler saçarak gününü geçiren “restorasyonculara” karşı “harp hileden ibarettir” hadisini düstur edinerek devletin, kolluğun, partisinin ve sokağın gücünü kullanan Erdoğan, zor olsa da bir dönem daha vakit kazandı. Fakat Erdoğan için bu vaktin öncekilere nazaran iki farklı anlamı var: Birincisi ekonomik kriz, devlet krizi ve ülkenin etrafını saran savaşlardan dolayı bu vaktin “kolay” geçmeyecek olması. İkincisi de yirmi yılın sonunda önemli bir ilerleme kaydedilen Erdoğan rejimini nihayete erdirmek için bu vaktin “yeterli” olma ihtimali. Erdoğan vaktin bu ikili anlamının “ağırlığının” ve “öneminin” farkında olduğunu kurduğu kabine ile zaman kaybetmeden hızlıca uygulamaya soktuğu politikalarla gösteriyor.

Yeniler

Bazı isimler “eski” olsa da Erdoğan’ın kabinesinin çoğunluğunu “yeni” isimlerle doldurması, uzun süredir sürdürdüğü harbin yeni muharebesinde “dinamizme” önem verdiğini göstermekte. Kabinedekilerin bir diğer önemli özelliği ise önceki badirelerde gemiyi terk etmemiş, “güvenilir” ve Erdoğan’a yakın isimler olması. Dinamik ve plana sadık bu kadrolar,  yeni dönemde Erdoğan’ın yapacağı “sert” hamlelerde ihtiyaç duyacağı temel niteliklere sahipler. 

Çoğunlukta olan bu “temel” nitelikli kadrolardan göze çarpanların “şiddet”in yoğun olduğu alanlardaki bakanlıklarda olması ise tesadüf değil. IŞİD’in palazlandığı dönemde Gaziantep Valisi olan ve İstanbul Valisi olduğu dönemde de plana sadık kalan Ali Yerlikaya’nın İçişleri Bakanı olması, Erdoğan’ın isteklerinin ve politikalarının ülke içerisinde pürüzsüz ve “şiddetle” uygulanmasının arzulandığına işaret ediyor. Bu arzunun ülke dışı için de geçerli olduğunun göstergesi ise Dışişleri Bakanlığına Hakan Fidan’ın, MİT Başkanlığına İbrahim Kalın’ın getirilmesi. Nitekim Merdan Yanardağ’ın tutuklanması ve son bir ay içerisinde özellikle Rojava’ya yapılan nokta operasyonlarında da gösterdiği üzere bu üçlü, “yeni” dönemde içeride ve dışarıda süreklilik arz edecek bir şiddeti uygulama “niteliğine” sahip olduklarını göstermeye çabalayacaklar.

“İhtiyaç”

Dinamik ve güvenilir kadroların sunacağı güç, Erdoğan’ın iktidarını korumasını ve sürdürmesini sağlasa da “yeni” dönemde doğabilecek olumsuz gelişmelere karşı yeterlilik sağlaması şüpheli. Ayrıca yapılacak “sert” hamlelerin kısa sürede başarılı olup yerleşiklik kazanabilmesi için de kısmi yetersizlik söz konusu. Bu nedenle Erdoğan’ın “ek” bir güce ihtiyacı var ve hem bu yetersizlik durumlarını karşılamak hem de iktidar yapısını korumak için bu gücü sağlayacak en önemli alan ekonomi. Seçim öncesinde ve sonrasında Mehmet Şimşek’e yapılan sıkı presin altında bu “ihtiyaç” yatmakta.

Hazine ve Maliye Bakanlığına Mehmet Şimşek’in getirilmesinin yanı sıra daha önce Goldman Sachs ve büyük ABD bankaları için çalışan Hafize Gaye Erkan’ın Merkez Bankası Başkanı olması da dışarıdan ek güç almada “Batı’nın” özellikle ABD ve İngiltere’nin tercih edildiğini gösteriyor. İhtiyaç duyulan “maddenin” (yani “paranın”) büyük miktarını sağlayabilecek olan ABD ve İngiltere merkezli uluslararası finans-kapitali çekebilmek için döviz kurundaki yükselişe müdahale edilmemesi ve faiz artırımı yapılması ise Erdoğan için “kaz gelecekten yerden esirgenmeyecek tavuk” olarak görülüyor.

Kapitalizmin süregelen krizi ve bağlantılı olarak kendisini çeşitli savaşlarla gösteren hegemonya savaşı, kazın bedelini tahmin edilebilir ve “rasyonel” olmaktan çıkarıyor. Bedelin çoğunu (neredeyse tamamını) ödeyecekler ise rantla zenginleşen inşaat sektörü ve bu sektörle çalışan sanayicilere, kredilerle ayakta kalmaya çalışan esnaflardan devlet yardımları ve düşük faizli tüketici kredilerle hayatta kalmaya çalışan işçilere ve yoksullara kadar geniş bir kesimden oluşuyor. Ve bu gruptaki herkes “hayatta kalabilmek” için bedelin olabildiğince az kısmını nasıl ödeyebileceği üzerine savaş hazırlıklarına girişmekte. Bu hazırlıkların temelinde sınıfsal çıkarlar yatarken, görünen yüzünde duran ve siyasi praksise yönelten ise politik ve dini söylemler. Ve bu söylemlerden Erdoğan’ın iktidarı boyunca ağırlıkla kullanmış olduğu İslami söylemlerin, önümüzdeki süreçte de ağırlığının ve yoğunluğunun artacağı görülüyor.

İslam ve Yorumları

Erdoğan, iktidara ilk geldiği günlerde kopuştuğu İslamcı “Milli Görüş” hareketinden farkını vurgulamak ve “öcü” olmadığını göstermek için sürekli “muhafazakarlık” kavramını kullandı. AKP/Erdoğan iktidarını meşrulaştırmak ve çıkarlarını korumak doğrultusunda İslami kavramların eklenmesiyle muhafazakarlığın yerini zamanla İslam’ın Erdoğancı bir yorumu aldı. Ve bu yorum dört başı mamur bir doktrin olmaktan çok zamana, mekana ve iktidar gücüne göre değişen esnek ve “güncellenebilir” bir ideolojimsi halini aldı. İnşa edilen Erdoğan kültü bağlamında biçimlenen bu ideolojimsi yorumun, esnemediği ve muhtemelen hiç esnemeyeceği birbiriyle bağlantılı iki konu var: Birincisi hiçbir ahlak, ilke ve yasallık tanımadan zenginleşmek; ikincisi Dârü’l harb’teki Türkiye’yi Dârü’l-İslâm haline getirerek yüz yıllık parantezi kapatmak.

Hikmet Kıvılcımlı’nın da Tarih Tezi’nde belirttiği üzere İslamiyet, Yukarı Barbarlık Konağı’nda komünal bir biçimde yaşayan Arap toplumunun sınıflı toplum olan medeniyete geçişini sağlamıştır. Hz. Muhammed’e ilk vahiy gelmesinden sonra İslamiyet’in başlangıç döneminde komünal öğeler baskın olmuş ve Kur’an’ın ilk bölümlerinde de bu kendini göstermiştir. Fakat Mekke’nin fethinden itibaren “zenginliğin” de artmasıyla birlikte İslamiyet’te ve dolayısıyla Kur’an’da “medeniyete” geçişi sağlayacak şekilde “zenginliğin” ve “sınıfsallığın” meşrulaştırıldığı söylemler giderek artmıştır. Çatışmalı Dört Halife dönemiyle yaşanan geçiş süreci ise Emevilerin iktidarı almasıyla sonuçlanmış ve “sınıfsallık” ile “zenginlik” meşru hale gelmiştir.

Sonraki İslam tarihinde de “zenginlik” tartışması bitmemiş ve sürekli devam etmiştir. Kimi İslami yorumlar İslam devletlerinde hükümdarların ve kimi insanların zengin olmasının gerekli ve meşru olduğunu kitlelere kabul ettirmeye çalışırken İsmâilîlik, Karmatîlik, Alevilik vb. kimi yorumlar da buna karşı gelerek İslam’ın eşitliğin, kardeşliğin ve barışın dini olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim, üretici güçlerin yeterince gelişmemiş olması nedeniyle de, İslam tarihinin büyük kısmına zenginliği ve sınıfsallığı meşrulaştırmak isteyenlerin iktidarları hâkim olmuş ve onların yorumu egemen hale gelmiştir. Bununla birlikte Emevilerin vd. iktidarının yıkılmasında da görüldüğü üzere yoksulların öfkesi ve onlardan yana olan yorumlar kimi zamanları belirleyici olmuş ve onca zulme, katliama ve şiddete rağmen bugüne kadar gelebilmişlerdir.

Söylem

Bu bağlamda AKP/Erdoğan iktidarı da bu tarihsel birikime yaslanarak zenginleşmeyi ön plana çıkartmış ve orta ve küçük büyüklükteki işletme sahipleri ile esnafları (“Anadolu sermayesi”) da “laik Batıcı” sermayenin hakim olduğu pastadan daha fazla pay almalarını sağlayacağına ikna ederek desteklerini sağlamıştı. Günümüze kadar olan süreçte Erdoğan iktidarı “laik Batıcı” sermayeye daha önceki dönemlerden daha da fazla zenginlik sağlamakla birlikte “Anadolu sermayesi”nin de, özellikle inşaat sektörü dolayısıyla, zenginleşmesini sağladı. Fakat kapitalizmin kriziyle birlikte bu “zenginleşme” sürecinin sonuna gelindi. Rakiplerine nazaran finans-kapitalle bağlantısı daha sınırlı olan Anadolu sermayesi için kâr oranının düşüşünü sınırlamak ve sermayesini koruyarak pazarda kalmasını sağlayacak şey ise emek-gücüne yönelik baskıyı artırarak “maliyeti” düşürmek. Burada da İslami söylem ve pratiğin “sınıfsallığı” meşrulaştıran yönü devreye girmekte. 

Bu dünyanın imtihan yeri olduğunu vurgulayan İslami yorum, kimilerinin zenginlikle kimilerinin de yoksullukla imtihan edildiğini belirterek “isyanı” yasaklar. Dolayısıyla alınteri kurumadan verilen her ücret emekçinin hakkının tam karşılığıdır, isyan edilmemelidir. Diğer yandan Afganistan, Pakistan ve Suriye’den gelen “muhacirlerin” güvencesiz, sigortasız ve kaçak olarak çalıştırılmasının ücretleri baskılaması da “ensarların” itirazına yol açmamalıdır. Fakat İslamın bu yorumu sadece söylemde kalmaz, pratikle de tahkim edilir. Burada da yurttaşına sosyal hak güvencesi veren modernist devletin yerine tebaasına sadaka sağlayan  İslami devlet devreye girer. Devlet zenginlerin yardımseverliği ve verdikleri zekatlar sayesinde herkesin ihtiyacını karşılar. Böylece zenginler yoksullar nezdinde meşrulaşır, işçiler ve emekçilerin hakkını talep ederek alabilen “özne” olmasının önüne geçilerek nesneleşip edilgen olması sağlanır. Devlete ek olarak çeşitli ihale ve desteklerle palazlandırılan cemaatlerin de ihtiyaç duyulan eğitim, sağlık vb. hizmetleri vermesi karşılığında müritler (ve gerektiğinde iktidarı koruyacak militanlar) edinmesi sağlanır. Dolayısıyla emekçilerin ve yoksulların pastadan aldıkları payın önemli oranda azalacağı önümüzdeki süreçte herhangi bir isyanı engellemek için ülke içerisinde uygulanacak şiddetin yanı sıra (Erdoğan’ın iyi hatipliği aracılığıyla) İslami söylemin (ve cemaatlerin) de yoğun olarak kullanılacağı görülüyor. 

Praksis

Erdoğan iktidarının İslami yorumunun esnemediği bir diğer konu ise Dârü’l harb’teki Türkiye’nin Dârü’l-İslâm haline getirilmesi meselesi. Cumhuriyeti İslam’ın Anadoludaki tarihinin istisnai bir kısmı olarak gören yorum, “vatanın” tekrardan İslamlaşmasının savaştan geçtiğini ileri sürer. Bu savaşta yapılacak her türlü hileye “harp hileden ibarettir” hadisiyle meşruluk verir, karşı gelenleri de “terörist”, “din düşmanı” adlederek onlara yapılacak her türlü muameleyi de meşru görür. Bu kişilerin mallarına el konulabilinir, bu kişiler saçma gerekçelerle tutuklanabilinir, bunlar da yetmezse bu kişilere şiddet uygulanabilir veya bu kişiler öldürülebilir. Fakat önümüzdeki süreçte “yasal” alanlar bu praksisler için yeterli olmayabilir. Bu nedenle SADAT, HÜDA-PAR gibi bünyesinde paramiliter yapıları barındıran öğeler ile Suriye’deki savaşta pişmiş cihatçı grupların varlığı olası bir isyan durumunda ve şiddetini “dozunu” yükseltme süreçlerinde kullanmak için gerekli. 

Bu savaş “içeriyle” bağlantılı bir şekilde “dışarıyı” da kapsıyor. İçeride oluşturulacak “birlik” ve “beraberlik”, Türkiye’ye ve İslam’a karşı Siyonistlerden Sorosculara kadar binbir düşmandan oluşan koalisyonun kurduğu büyük oyunu bozmanın ilk adımı olarak görülüyor.

Bu adımın sağlanmasıyla “Davos Fatihi”nin önderliğinde Ukrayna’dan Suriye’ye ve oradan da herhangi bir yerdeki savaşa müdahil olunarak yön verilebilinecek ve böylece Allah’ın Türklere bahşettiği İslam’ın bayrağını taşıma şerefi (cumhuriyeti “parantezi” hariç) devam ettirilmiş olunacak. 

Nitekim bu söylemle “Şii” İran ve Batı işbirlikçisi “Suudilerin” aksine kılıcını Dârü’l harb’e çevirmiş olan Erdoğan’ın ümmetin meşru lideri olduğu vurgulanarak müslümanların kitlesel desteği sağlanmak isteniyor. Bu kitle desteği ise Türk ordusunun ve yedeğindeki cihatçıların girdikleri bölgede yerleşip kalıcılaşması için oldukça gerekli. 

Bu söylem ve desteğin praksiste yarattığı/yaratacağı sonuçlar ise hem Türk burjuvazisi hem de Erdoğan iktidarı için “gerekli”. Yerleşilip kalıcılaşılan bölgelerin hem hammaddesinden (petrol, buğday, zeytin vb.) hem de pazarından sağlanacak “fayda” ile Türk burjuvazisinin (özellikle “Anadolu sermayesinin”) krizi dindirilenebilinir. 

Bu hedefler gerçekleştirildiği takdirde Erdoğan iktidarının bir taraftan sermayeye sağladığı talanın sonucunda alacağı “haraç” ile maddi gücü büyüyebilir, diğer taraftan da Erdoğanist İslamcı kliğin devlet krizindeki siyasi gücü artabilir. Dolayısıyla içeride olduğu kadar dışarıda da “iman gücüyle” ve sahada yetişmiş Hakan Fidan ve İbrahim Kalın’ın öncülüğünde uygulanacak “sert” praksisler Erdoğan’ın “yeni” döneminde olmazsa olmazların arasında yer alıyor. 

“Sert” praksisle birlikte yürütülen diğer süreç ise hayatın her alanına müdahale etme pratiği.  Müftülerin nikah kıymasından konserlerin ertelenmesine kadar çeşitli biçimlerde devam edegelen süreç, şimdilerde ÇEDES projesi ve LGBT+’lara yönelik yoğun şiddetle devam ediyor. Böylece Anadolu’nun Dârü’l-İslâm haline getirilmesi “yeni” dönemde tamamlanmak isteniyor. Bu “hedef” yoksul ve emekçi kitlelerin iktidarın etrafında mobilize olmalarına ve olası öfkelerini “şehirlilere”, “laiklere”, “Alevilere”, “Kürtlere”, “sosyalistlere” kanalize etmelerine imkan tanıyor. Ve gerektiğinde bu imkanı kullanmaktan Erdoğan imtina etmeyecektir.

Erdoğan kültünün etrafında şekillenmiş bu İslami söylem ve praksisinin önümüzdeki dönemde baskın olması kuvvetle muhtemel. Özellikle kapitalizmin krizinin şiddetli bir şekilde kendini göstereceği sınıfsal zeminde ortaya konulacak ve büyütülecek praksis, bu baskıyı karşılamak açısından oldukça yaşamsal bir niteliğe sahip olacaktır. Bu praksisle birlikte halkların ve inançların kardeşliği şiarının yanı sıra (Hikmet Kıvılcımlı’nın da belirttiği üzere) İslam’ın halkçı yorumunun biçimlendirdiği bir mücadele hattı sergilendiği takdirde Erdoğan’ın “yeni” dönemi beklenilenden kısa sürebilir.