Seçime 3 Kala Depremden 3 Ay Sonra ne Öğrendik?

Dünyayı ilk defa kendi gözlerimizle görmeye başladığımız, anlamlandırdığımız, varlığımızı göstermeye çalıştığımız zamanları hatırlayalım.

Sosyal balonumuz içinde benliğimizle var olmaya ve diğerlerine etki etmeye başladığımız o zamanlar sihir gibiydi değil mi?

Ne garip değil mi? Bu sihir başladığı anda başkalarıyla beraber/başkalarına karşı/başkalarını hesap ederek hareket etmek zorunda olduğumuzu anladık. Hayatın günlük akışının böyle kurulduğunu anlamaya başlamıştık ve bu akış içerisinde “başkaları”yla karşılaşmalar (çatışmalar, birleşmeler, ittirmeler, çekmeler, ittifaklar…) yaratmaya başladık. Başkalarından nefret etmek için bile başkalarına ihtiyacımız vardı.

Örneğin başkalarından nefret etmekten başka bir şey bilmeyen o güruhu düşünün. Bir an için onların bütün diğerlerinin (Kürtler, Aleviler, mülteciler, LGBT+lar vs.) yok olduğunu da. O andan hemen sonra birbirlerinden nefret etmeye başlayacaklarından emin olabiliriz. İlişki kurma/karşılaşma anlayışları “biz ve ötekiler” olduğu için başka bir yol bilmezler, mutlaka bir takım başka ötekiler yaratırlardı.

Yani toplumsal alanda her koşulda, her duygumuz veya her durumumuz için başkalarına muhtacız. Ve bu başkalarının da hareket ettiği alanda (agora) ortak hareket ederiz.

Yaşamak dediğimiz hareket etme hâli bu nedenle ortaktır ve politiktir. Mekânda ve zihinde bu ortak hâle hâkim olmaya çalışan güçler olduğu ve bu güçler yine kolektif karşılaşmalar yarattığı için yaşamak politiktir.

Şimdi biraz daha yakın bir geçmişe gidelim. 5 Şubat akşamına. Birkaç yıldır devletin de yardımıyla üzerimizden silindir gibi geçen pandemi artık gündemimizde değildi. Günlük dertlerimiz ve amaçlarımız vardı. Kiralar gittikçe yükseliyordu, gıda fiyatları gittikçe yükseliyordu, devletin sesi gittikçe yükseliyordu ve tehdit algımız da öyle.

Yurt dışına kaçılır mıydı mesela? Kurtuluş dediğimiz, tek kişilik bir durum muydu? Oraya kapağı atınca kurtulmuş oluyor muyduk?

Bir de ah şu “diğerleri” olmasaydı. O uzak durmamız gereken diğerleri. Neden öyle partilere oy verirlerdi? Neden kuş avlarlardı? Neden çocuklarını okul yerine tekstil atölyelerinde çalışmaya gönderirlerdi? Neden farklı şekillerde ama beraber ezildiğimizi görüp buna isyan etmezlerdi? Neden bu kadar “cahiller”di?

– Cehalet nasıl bir durumdu acaba? Bir kimse veya toplum nasıl cahil olurdu? Nasıl cahil bırakılırdı? –

Zaten seçim geliyordu. Bu sefer kazanacak mıydık? Yoksa diğerlerinden korunaklı alanlarımızda (mesela Kadıköy, mesela evimiz) bir süre daha kızgın ve şikayetçi hayatımıza devam mı edecektik?

Ve deprem anı.

Bir katliamda öldürüldük. Devlet, uzun süren ölümümüzü soğukkanlı bir şekilde izledi.

Depremi fiziksel olarak yaşayanlar için; korunaklı alanlarımız birden yok oldu. Tüm konfor alanlarımız ve garantilerimiz. Tüm çatışmalarımız.

Birilerinin enkazlara veya zincir marketlere girip yiyecek bir şeyler bulması gerekiyordu, birilerinin tuvalet kurması. Yağmur yağıyordu ve üşüyorduk. Birilerinin odun bulması gerekiyordu. Birileri enkaz kaldırmaya çalışıyordu; kriko ve levyelerle. Çok canımızı kurtardık böyle. Ah bir de vincimiz falan olsaydı.

Diğerleri yani günlük tantanamızın dışında tuttuğumuz insanlar… Ne kadar berabermişiz ve ne kadar birbirimize ihtiyacımız varmış değil mi? Çok kişiyle beraber hareket etmek ne kadar işe yarıyormuş.

(Tek kişiyken bir hiçmişiz. Ve bu hâl politikmiş. Tek tek kaldıkça agoraya hâkim, gücü herhangi bir kişiden milyonlarca kat büyük olan güçler (hadi adını koyalım devlet ve şirketler) bize daha rahat ve kolay etki ediyordu (saldırıyordu). Mesela ortak alanlarımız olan ormanlara ve derelere daha rahat saldırıyorlardı. Mesela asgarileştirilmiş olan maaşlarımızı açlık sınırında tutabiliyorlardı. Mesela eğitim sistemini de ihale kanununu da onlarca kez değiştirebiliyorlardı. Dağdaki suyumuzu şişeleyip bize satıyorlardı.)

Tüm bunları gece yaktığımız ateşlerde konuşuyorduk ya da depremin bilmem kaçıncı gününde henüz bedeni sıcakken (ah birkaç saat daha erken çıkarabilseydik!) çıkardığımız komşumuzun, çocuğumuzun, dostumuzun mezarı başında düşünüyorduk

Sokak hayvanlarıyla “bile” kaderimiz birmiş. Ne kadar aynıymışız. Ne kadar beraber hareket etmeliymişiz. Kaçımız aç olsak da deprem anını fırsat bilip salıverdikleri köpeklerle paylaştık ekmeğimizi?

Kaçımız ağır hasarlı evimize girip saksıdaki çiçeğimizi kurtardık.

Sahi ne garip değil mi? Ne kadar aynıymışız.

Depremi fiziksel olarak yaşamayanlar için; dayanışmak için neden bu kadar uğraştık ki? Zaten devlet “yardım” götürmüyor muydu?

Öyle ya vergimizi veriyoruz sonuçta. Hem de kazancımıza göre dünyanın en ağır vergisini. Çadır nasılsa giderdi. Nasılsa arama kurtarma ekipleri sahadaydı.

Neden çıktık korunaklı alanımızdan? Deli miydik biz? Ped mi bulunmayacak koca ülkede, su mu gönderilmeyecek? Niye kemiriyordu o kurt içimizi?

Ne garip değil mi tıpkı Gezi İsyanımıza benziyordu. Bir anda günlük hayhuylar geride kaldı. Elimizden ne geliyorsa yaptık. O başkalarıyla beraber yaptık ve kolektif bir özneleşmenin bir parçası olduk. Beraber yaptık. Bizdik, kendimizdik, kimse bize emir vermiyordu ama çoktuk işte.

Ne garip değil mi? Yoksa aynı mıydık? Yoksa bu durum politik bir durum muydu? Öyle ya deprem bölgesine girişler neden kapatılmaya çalışılırdı ki?[1] Neden depremzedeler yalnız bırakılırdı? Nasıl bir ilişki kurma şekliydi bu devletin?

Yoksa devletin gündemi biz aynı olanları farklı odalarda tutmaya mı çalışmaktı? Tek hissettirmek? Başkasının bizim kurdumuz olduğunu kabul ettirmek?

8 Şubat günü neden yıkım ihalelerine vakit harcardı ki devlet? Neden kentleri boşaltmak isterdi?

Ne garip değil mi? Biz bir yerlerden bulup buluşturup bölgeye ihtiyaçlarını göndermeye çalışırken, dakikalarla yarışırken valilikler yolda tırları kamyonları durdurup kendi depolarına gönderiyordu.[2]

En çok da, özellikle mültecileri hedef alan eli sopalı faşistlerin olduğu işkence görüntüleri servis ediliyordu.[3] Bizi bölgeden uzak tutma çabası mıydı o öldüresiye dövülenler? “Siz yalnızsınız ve tek güç benim” mi diyordu devlet? Sahi ya durum politik miydi?

Ne yazık ki tüm bunların ve sayabileceğimiz onca durumun tesadüfi veya münferit olmaması ne garip değil mi?

Tehlike her zaman ortaktı aslında, düşman her zaman ortak. Ama bunu nasıl da unutmuşuz. Başka odadakilere sarıyoruz derken düşmanı püskürtmek için birbirimize nasıl da ihtiyacımız varmış.

Ortam nasıl da cayır cayır politikmiş. Nasıl da her şey sınıfsalmış.

Öğrendiğimiz en önemli nokta, beraber hareket etmenin estetiği, güçlülüğü ve zarafetinin yanında işe yarar/değiştirebilir tek yöntem olduğuydu. Bunun için teşekkürler devlet.

Şimdi ama buraya kadar okumaya devam ettiyseniz bir soru kafanızı kurcalamıyor mu:

“Tek sorun deprem mi bu ülkede? Ve tekrar beraber hareket etmek için başka bir deprem olmasını mı bekleyeceğiz? Yoksa her günümüzü beraber eyleyerek ve tabi ki kendi özneliğimizi yeniden kurarak büyük, politik bir öznenin bir parçası olabilir miyiz?

Bu büyük politik özne kendi gündemimizi politik olan agoraya dayatamaz mı? Herkesin ve her gücün hareket halinde olduğu alana itilip kakılan bir birey olmaktansa kendi rengimizi de verebilir miyiz bu özneye?

Bir bakarsınız öyle büyürüz ki olabilecek tüm toplumsal riskleri en aza indirmiş ve büyük bir kardeşleşmenin bir parçası olmuşuz.

Adını koyalım, örgütlenmek tek çıkar yol değil mi?

Bitirmeden. Seçimlere giderken yüz yıllardır bu ortak kader için mücadele eden insan ve kurumları göz önüne alıp, depremin bize öğrettiği/tekrar hatırlattığı bu ortaklık gerçekliğinde en az bir tanıdığımızın vereceği oyu bu ortaklaşma yönüne çekebiliriz. Bunu kendimize bir görev olarak koyabiliriz.

Çünkü yaşadığımız her saniye politiktir. Aramızdan ayrılan insanların ölmesi de…

Dipnotlar:

[1] https://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/son-dakika-haberi-hatay-kahramanmaras-ve-adiyamana-deprem-sonrasi-olusan-yogunluk-sonrasi-arac-girisleri-yasaklandi-fuat-oktay-duyurdu-947414

[2] https://www.evrensel.net/haber/481445/yurttas-dayanismasina-afad-engeli

[3] https://www.bbc.com/turkce/articles/c9em4delzv1o