Kent Hakkı ve Ekoloji Mücadelelerinin Sınıfsallığı

Kapitalizm, geniş üretim biçiminin temel unsuru olan meta üretimi (emek sömürüsü) ve meta tüketimi (değerin realizasyonu) için kurulmuş ve kuralları önceden belirlenmiş mekânlara ihtiyaç duyar. İnsanların ihtiyaçları çerçevesinde orta barbarlık konağından itibaren oluşmaya başlayan kent, ilk biçimlerinden günümüzdeki görünümlerine kadarki binlerce yılda, sürekli bir değişim içinde oldu. Sanayi devrimiyle beraber kapitalist kurallar evreniyle yeniden çerçevelendi. Kapitalizmin geçirdiği her metamorfoz evresinde kent de dönüştü. En son evre olarak şu an neoliberal kentler/metropoller konağındayız.

Ancak süreç hiçbir zaman pürüzsüz işlemedi. Kentin sunduğu kaynak ve hizmetlerden adil bir şekilde yararlanamayan sınıflar sürekli bir hak arama mücadelesi sürdüregeldiler. Egemen sınıflar kenti kendi ihtiyaçları doğrultusunda her an yeniden organize ederken, ezilen sınıflar aşağıdan kendi ihtiyaç ve taleplerini dayattılar. Örneğin konut/barınma hakkı mücadelesi bu itiş kakışın en görünür olduğu alanlardan birisidir. 

İşçi sınıfı ve işçi sınıfını yedekleyen artık nüfus yığınları hem kaynak ve hizmetlerden yararlanamıyorlar hem de kentlerin getirdiği risk alanlarının da ilk muhatabı konumundalar. Son konak olarak neoliberal kentlerdeki bu mücadele ekoloji mücadelesiyle de birleşti. Bu yazıda bu mücadelenin sınıfsallığını ve örgütlenme niteliğinin nasıl olması gerektiğini açmaya çalışacağız.

Kırsalın Fethi ve Kentler

Aslında kapitalizm ve kapitalist ilişkiler Batı Avrupa’da 1400’lü yıllara kadar uzanır diyebiliriz. 18. yüzyılın ikinci yarısıyla beraber buharlı makinenin icadı, sanayi devrimini beraberinde getirdi. Sanayi devriminin getirdiği hızla, geniş yeniden üretim yordamı muazzam bir güce ulaştı. Kentlerden dışa doğru ve kentlerde içe doğru patlayan sermaye ilişkileri daha çok ham madde, daha çok emek gücü, daha çok pazar, daha çok nüfus, daha çok yol, daha çok mekân taleplerini tarihe dayattı.

Bu evreden sonra köyler ve yabani alanlar toplamı olarak kır, tüm kaynaklarıyla (ham madde, nüfus, gıda, yeni mekân üretimi vs.) kapitalist kentin uydusu hâline geldi. Bu kaynaklar kentte biriktikçe sermaye büyüdü, sermaye büyüdükçe daha uzaklara ulaştı. Bu döngü genişlik, derinlik ve yükseklik boyutlarıyla tüm dünya alanının ele geçirilmesine kadar ilerledi.

Geldiğimiz noktada ormanlar ve denizlerin derinlikleri dâhil her yere (öyle ki artık diğer gezegenlerde kolonileşme çabası da hızlandı) sermayenin eli bir şekilde ulaşmaktadır. Bu el, sermayenin somut toplumsal hareketiyle metropollerden kıra doğru uzandığı için kır kentin tahakkümü altına girmiştir. Tam tersi de geçerlidir. Kentler ve kapitalizm doğadan ayrı, onun “dışında bir yerde” değildir. Kent ve toplum; hammadde, besin, mekân, hava, su gibi sayılamayacak kadar ihtiyacı nedeniyle doğrudan doğaya bağımlıdır, onun üzerinde yükselir ve onun kurallarına aykırı hareket edemez. Dolayısıyla kent, doğanın bir parçasıdır.

Bu ilişkiyi diyalektik yaklaşımla kavradığımızda kent ve doğanın ayrı iki alan olmadığını, birbirlerini etkilediğini, bu etkinin sermaye egemenliği altında olduğunu ama bu egemenliğin pürüzsüz olmadığını; gerek doğanın kendi nesnel koşulları gerek sermaye karşıtı mücadelelerin, halk kazanımlarının belirleyici olduğunu da kavrarız. 

Doğanın ve Kentin Mübadele Değeri

Marx, mübadele değeri kavramını, metanın kullanım değerinden ayırarak onun üretimi ve satılmasına kadarki kullanılan toplumsal ortalama emeğin karşılığı olarak açıklar. Mübadele değerinin görüngüsü paradır. (Ama para da ayrı olarak bir metadır). O metayı satın almak için toplumsal emek karşılığı olan parayı veririz ve o metaya sahip oluruz. Tabii o parayı nasıl kazandığımız (emek gücümüzü satarak ya da üretim araçlarının mülkiyetiyle) bizim sınıfsal konumumuzu belirler. Kapitalist ise bize sattığı metanın mübadele değerinin daha altındaki bir kısmını işçiye ve diğer giderlerine verir. Kârı, bu çaldıklarıdır.

Fransa’da siyasal iktidarının henüz başında sermaye sınıfı; feodalizmden kalan bir alışkanlıkla kent mekânını salt bir meta üretim ve tüketim yeri olarak kurguladı. Ancak 1840’lara gelindiğinde birikim tıkanması şeklinde çözemediği bir kriz ile karşı karşıya kaldı. Bunun yanında ilk defa 1845 sonbaharında İrlanda’da görülen patates hastalığı tüm Kıta Avrupası’na yayıldı. Zaten ölüm oranı çok yüksek ve ortalama yaşam süresi 40 yıl olan, bunun üzerine de ucuz gıdaya erişemeyen işçi sınıfı açlıkla ve buna bağlı hastalıklarla karşı karşıya kaldı. Sadece İrlanda’da bir milyon yoksul öldü. 1848 Devrimleri’nin nedenlerinden biri mülksüzleştirilen ve proleterleşen bu kitlelerin ayaklanmalarıydı. 

İsyanlar tüm Avrupa’da kanla bastırıldı ancak birikim krizinin nedenleri sihirli bir değnekle ortadan kaldırılamamıştı. Yoksul halkın ve işçi sınıfının ayrı bir sınıf olarak burjuvaziye karşı ayaklandığı ilk moment burasıydı ve aşağıdan baskı devam ediyordu. Fransa finans ve sanayi burjuva çevreleri birbirine düşmüştü, meclis kilitlenmişti. Bu pat durumundan 3. Napolyon (Bonaparte) sıyrıldı ve 1852’de imparatorluğunu ilan etti.

3. Napolyon ve gözdesi Vali Haussmann başta Paris olmak üzere kentleri yıkıp yeniden inşa etme politikasını hayata geçirdiler. Aynı mekânı yeniden üretip satmak keşfedilmişti. Mekân soylulaştırılarak birçok kuş bir taşla vuruluyordu:

  1. Devlet ve devlete bağlı müteahhitler inşaat işlerini çok büyük oranda kredi kullanarak yapıyorlardı. Böylece finans sermayesinin krizi ötelendi.
  2. İnşaatlarda kullanılan ham madde sanayi burjuvazisine can suyu oldu.
  3. Yüz binlerce işçi istihdam edildi.
  4. Belli başlı tüm büyük kentlerin küçük burjuva sınıfı soylulaştırılan alanlardan kendilerine düşen kırıntılarla rejime bağlandı.
  5. Bu sınıflardan kopuk deklase yığınlardan bir ordu oluşturabilmenin ve bu ordunun finanse edilmesinin yolu yaratıldı. Sonu gelmeyen savaşlar, milliyetçiliği kabartarak 3. Napolyon’un kitlesini konsolide etmesinin en büyük sebebiydi.
  6. 1848 Devrimleri’nde; kilometrelerce uzanan dar cadde ve sokaklarda kurulan barikatların askerler tarafından aşılmasının güçlüğü de fark edilmişti. Burjuva orduları, teknik üstünlüklerine rağmen bu barikatları aşmak için çok zayiat vermişti. Geniş cadde ve meydanlar askeri-teknik olarak isyanların önünü kesmek için şekillendirildi. Böylece sermayenin güvenliği de arttırılmış oldu.

Bu model kısa sürede tüm kapitalist dünyaya yayıldı. Bu dönemeçten sonra kent (ve kentin bir parçası olarak kır) artık salt meta üretimi ve tüketiminin gerçekleştiği bir mekân olmaktan çıktı. Mekânın yeniden üretilerek satılabileceğinin keşfedilmesi “dönemecinden” sonra kent, aynı zamanda bir meta hâline geldi. Ve her metanın olduğu gibi artık kentin de bir mübadele değeri vardı. 

Doğa ise kapitalistlerin “Allah vergisi, sebil” kaynaklar algısıyla karşılığını vermeden üretim sürecine soktukları ham maddeler eliyle metalaştı. Madenlerin çekilmesi, suyun bedelsiz kullanımı, hava kirliliğinin bir yaptırımının olmaması gibi yüzlerce saldırı şeklini bu metalaşma sürecinin tezahürleri olarak görebiliriz.

Kapitalistlerin bedelsiz (suyun kullanımı gibi) ya da göstermelik bedellerle (maden ruhsatları alırken ödenenler gibi) yaptıkları her işlemin bir “piyasa karşılığı” var. Satış aşamasına geldiğinde kârın (biz talanın diyelim) büyük bir kısmını burası; karşılığını ödemediği ve satış aşamasında bu piyasa karşılığını da hesap ederek belirlediği fiyat oluşturur. Bu süreç hizmet üretimi için de geçerlidir. Örneğin ormanın orta yerine bir otel dikip, buraya yol açtırıp bu “güzelliği” de satışa çıkarmak aynı şeydir. Ayrıca bu süreçte yaratılan kirliliğin de bir “piyasa karşılığı” var.

Basit bir örnek vermek gerekirse bir kereste fabrikası düşünelim: işçinin o gün çalıştığı için aldığı ücrete x diyelim. Patron, kerestelik ağaçlar için de x kadar para harcasın. Geri kalan tüm giderlere de (enerji, kira, amortisman, vergi vs.) x diyelim. Gün sonunda patronun eline 10x kadarlık kereste geçtiyse, bu kalan 7x işçinin alın terinden çaldığıdır. Ama bunun yanında hammadde olarak kullanılan ağaçların yıllar boyu güneş enerjisi, karbondioksit, toprak ve su kullanarak bünyesinde biriktirdiği maddeyi de çalar. Bu doğal birikim, metalaştırma sürecine “fatura edilmeden” girer, meta olarak çıkıp satıldığında ise kâr hanesine yazılır. 

Bu mübadele değerini kim üretiyor?

Sınıfsallık

Medeniyetin doğuşundan beri egemenler, karşılığını ödemedikleri (çaldıkları) emeği biriktirdiler. Zaten medeniyet de temelde; tüketilenden daha çok üretilmiş olan ürünün yani artık ürünün biriktirilmesiyle kuruldu. Bu birikimleri korumak, yönetmek ve/veya başkalarının birikimlerine saldırmak için devletin kurumsal yapıları da oluştu. Feodalizm bu kurumları antik medeniyetten devralarak kendi ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürdü, kapitalizm de feodalizmden devralarak aynı dönüşümü gerçekleştirdi. (Tekrar hatırlamak gerekir ki bu süreç akan bir süreçtir, sonu yoktur, her an yeniden şekilleniyor.)

Antik medeniyetler en çok köle emeğini çaldı. Feodalizm çağında derebeyler, ruhbanlar, ağalar, krallar köylünün ürettiği tarımsal ürünleri çaldı. Kapitalizm ise üretim alanlarına doldurduğu işçilerin saatlerini çalıyor. 

Kapitalizm, emek gücü çalmanın yanında, mekânı yeniden üretip satarak ve doğadan bedelsiz olarak çektiklerini metalaştırıp “piyasaya dâhil ederek” varlığını koruyor. İşte ekoloji mücadelesinin sınıfsallığı burada başlıyor. Kapitalizm hiç durmadan ve her an hızlanarak ve git gide hammadde/enerji ölçeğini genişleterek doğadan da çalmak zorundadır. Ancak doğanın verebileceklerinin bir sınırı vardır ve bu sınır uzun zamandır kat be kat aşıldı. Sermaye – Doğa uzlaşmaz çelişkisi buradadır. Tıpkı Emek – Sermaye uzlaşmaz çelişkisinin işçiler tarafından ve işçiler lehine çözülmesi (devrim) önünde bir engel olan sermaye devletleri, Sermaye – Doğa çelişkisinin de sürmesinin en önemli aktörü.

Ancak (insanın doğanın bir parçası olduğu tartışmalarını bir yana bırakalım) doğa ve doğa ilişkileri kendisini savunacak, kendi bilinci olan özneler değillerdir. Doğa, bir karar alma süreci işleterek ve bu kararı uygulayarak intikam almaz veya devrim yapmaz. Ekolojik ilişkiler basit sebep-sonuç ilişkileriyle hareket eder. Bu yüzden ekoloji mücadelesi de emek mücadelesi gibi, neoliberalizm safhası ile birlikte toplumsallaşmış olan işçi sınıfına ve onun müttefiklerine kalmıştır tespiti artık abartı bir tespit değildir.

Ekoloji Mücadelesi

Kentte burjuvazi ile başta işçi sınıfı olmak üzere yoksul halkın çevre-ekoloji gündemi farklıdır. Ekolojik yıkımdan; burjuvazi, sermaye birikimi sağlarken; halk yaşam alanlarının yok edilmesi, temiz hava-su-gıda erişiminin azalması, birincil ihtiyaçlarının pahalanması, hastalıkların artması, sağlık hakkına ulaşamama ölüm gibi çoklu saldırıyla ve yıkımla karşı karşıya kalıyor.

Koronavirüs salgını sürecindeki uygulamaları hatırlatmak bile bu çelişkiyi gözler önüne sermeye yeter. Burada kent-ekoloji mücadelesinin gerekliliği ve niteliğini açabilmek için birkaç rakam vermek gerekiyor:

2007 yılında dünya kentsel nüfusu kırsal nüfusu geçti, şu an yüzde 55-45 seviyesine yetişilmiş durumda. 1800 yılında kentsel nüfus oranı yüzde 2.5 idi.

Türkiye’de 2019 yılında kent ve ilçe merkezlerinin nüfusu yüzde 92.3 seviyesine geldi.

18. yüzyıl sonundan günümüze kadarki süreçte küresel karbon salınımlarının yüzde 70’i yalnızca 86 şirket eliyle gerçekleşti.[1]

Devlet araştırmalarına göre bile Türkiye’de yediğimiz meyve ve sebzenin en az yüzde 40’ında kanserojen etkisi kanıtlanmış maddeler bulunuyor.[2]

Dünyanın en zengin 1 milyarlık nüfusu kaynakların yüzde 72’sini tüketirken, dünyanın en yoksul 1.2 milyarlık nüfusu kaynakların yüzde 1’ini tüketiyor.[3]

Bu verilerin çoğaltılması mümkün. Üretilen atık miktarından dünya üzerindeki toplam taşınmazların parasal değerine, evsiz sayısından kişi başı temiz su tüketiminin eşitsizliğine kadar çoğu bilgiye küçük bir internet aramasıyla bile ulaşabiliyoruz. Ancak bu sayıların burada paylaşılmasının hedefi şudur: Ekolojik yıkımdan en zenginler sorumluyken, bu yıkımdan başta işçi sınıfı olmak üzere en yoksullar etkileniyor.

Kent ve yaşam; onu üretenlerin (işçi sınıfı ve doğa) değil sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmeye çalışıyor. Ancak bu yıkımdan da en çok etkilenenler kaderlerine razı gelip boynunu bükmüyor. Ekoloji mücadelesi artık sadece “duyarlı” insanların “ilgilendiği” bir alan değil. Yaşamsal özellikleri nedeniyle işçi sınıfı bölüklerinin, köylülerin, kadınların, öğrencilerin ve gençlik hareketlerinin bu alana katıldıklarını görüyoruz. Mücadeleyi bu gerçeklik üzerine kuruyoruz. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, İkizdere köylü direnişinin apaçık ortaya koyduğu da bu gerçektir.

Kapitalistler ve devletler de yıkımın farkında. Kabaca “Yeşil Kapitalizm” olarak tanımlanabilecek bir oyalamayı halklara dayatarak zaman ve meşruiyet kazanma derdindeler. 2030’a kadar karbon salınımlarını azaltmayı hedefliyorlar, enerji üretimini daha yenilenebilir (Bugünkü teknolojiyle enerji üretim yordamlarının hiç biri ekolojik dengeye zarar vermeden gerçekleştirilemiyor) şekilde gerçekleştireceklerinin taahhütlerini birbirlerine veriyorlar (Bu taahhütler yerine getirilmediğinde bir yaptırımı yok). Ancak sorun bir takım rötuşlarla giderilecek bir sorun değildir. Sorun devamlı büyümek zorunda olan sermayeden vazgeçme sorunudur. 

Şu durumun hepimiz farkındayız: Ekoloji mücadelesi daha çok defansif bir direniş niteliğinde. Sermaye bir yerlere saldırıyor, bir kısmından haberimiz bile olmuyor, bir kısmı için bir direniş gerçekleştiriyoruz. Bunun dışında entelektüel bir direniş hattı da mevcut.

Kent ve ekoloji mücadelesinin; salt refleksif olmaktan çıkan, kurumlar inşa eden ve hedefler belirleyip bu hedeflere ulaşma pratikleri sergileyen bir niteliğe sıçraması önümüzde yaşamsal bir görev olarak duruyor.

Kent ve ekoloji mücadelesinin, kapitalizmi yıkacak olan işçi sınıfıyla ve elbette diğer antikapitalist özne ve örgütlerle beraber eyleyen bir örgütlenmeye ihtiyacı var.

Savunma taktiğinde: Sermaye nasıl kentten kırlara açılıyorsa direnişi de kentlerden kırlara doğru, kent merkezlerinden dış mahallelere doğru genişlettiğimizde kazanıyoruz.

Saldırı taktiğinde: Gündem dayatarak, bilimsel içerik üreterek, teker teker, kişi kişi kazanmanın yanında mekanizmalar kurup; somut kararlar alarak, hedefler koyarak, o hedefler için pratik mücadele vererek bu mekanizmalarda bu süreci denetleyerek bir mücadele hattı kurmak en hayati yerde duruyor. Bu mücadele hattı sadece ağaç katliamının gerçekleştiği yerde ya da termik santraller çevresinde değil tüm yaşam alanlarında; evde, sokakta, kampüste, büroda kısacası her yerde kurulmak zorundadır.

Bu hattın gündemine barınma hakkı ve ucuz/güvenli gıda mücadelesi de eklenmelidir.

Bu örgütlenmenin talepleri ve nüveleri halkta mevcut. Bu nüvelerin taşıyıcıları biraz hareket ettiğinde Kaz Dağları ve baca filtreleri kazanımlarının nasıl geldiğini gördük. Gezi İsyanı’nı da unutmadık değil mi? Gezi, sadece Türkiye’nin değil dünya tarihinde de bir kırılma yarattı. Bu kırılmanın en büyük sebebi dayandığı sınıfsal çelişkilerin keskinliğidir.

21. yüzyıl sosyalizmini doğadan ayrı/kopuk olmadığımız gerçeğini kabul ederek kuracağız. Sermaye ilişkilerini yok etmek yetmez. Bugün-şimdi-burada mayalanarak; doğayla uyumlu, ekolojik dengeye zarar vermeyen kentleri nasıl kuracağımızı da planlamamız gerekiyor.

Dipnotlar

[1] Aykut ÇOBAN, Çevre Politikası Ekolojik Sorunlar ve Kuram S:102

[2] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiyeyi-kanser-eden-urunleri-devlet-gizledi-biz-acikliyoruz-iste-zehir-listesi-958617

[3] Aykut ÇOBAN, Çevre Politikası Ekolojik Sorunlar ve Kuram S:118