Yükselişten Çöküşe AKP

Doğanın, toplumun “hareket ettirici ve yaratıcı bir ilkesi” olarak “olumsuzlama diyalektiği” felsefenin devrimci özüdür. Her şey zıddıyla vardır ve olaylar, olgular zıddına dönüşerek (inkârın inkârı) gelişir, değişirler.

Attila İlhan, Diyalektik Gazel şiirinde: 

Nasıl doğmakla başlarsa ölüm
Ölmekle başlar öyle hayat
Bil ki dünyayı sarsan sıçramalar
Birikmiş şuurlarla gelir”
 diye imgeler bu gerçekliği.

Bugün “zıddına dönüşen” olaylarla AKP’nin 20 yıllık iktidarının tel tel çözülüşünü deneyimliyoruz.

Neler Tersine Dönmedi Ki?

Her şey Gezi isyanıyla başladı. Bir anlamıyla “keserin ters dönüp” AKP’nin kafasına tosladığı bir zamandı, o zaman. Milyonlar sokaklarda AKP/Erdoğan iktidarına karşı öfkesini, adalet, özgürlük istemlerini haykırıyordu.

2002’de iktidar olup, “muktedirleşme” yolunda, önce 2007 Ergenekon operasyonuyla askeri vesayetin yerine “polis vesayetini” kurma hamlesi, 2010 Anayasa Referandumu; arkasında 2012 “Zorunlu Dini Eğitim” ve laik yaşamı yasaklama adımlarını atmışken patladı Gezi isyanı. “Adalet ve zenginlik getirdiğim, açılımlarla demokrasiyi var ettiğim” dediği halk, baş kaldırmıştı. Ülkenin yarısından fazlasının oyunu almış, polis vesayetini de kurmuşken; nerden çıkmıştı bu isyan… Birinci ve en önemli zıddına dönüşen olay bu olsa gerek.

İkincisi; halkın nezdinde meşruiyetini kaybedip “sarsılan” iktidar Gezi’nin hemen sonrasında Fettullah cemaatinin “25-26 Aralık” ses kayıt ifşasıyla, zorlanıp sendelemeye başladı. “Ne istediniz de vermedik”, “kandırıldım” diye sitem eden Erdoğan, iktidar “ortağının” desteğini de kaybetmişti. Daha sonra aynı Cemaat, devletin farklı güçleriyle birlikte 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde bulunarak “devlet krizi”nin kapısını aralamıştı. AKP/Erdoğan bu olaylardan sonra tekrar başa sarıp “askeri vesayet” dediği Ergenekon güçleriyle “uzlaşmalı mesafe koyma” politikasıyla iktidarını koruma yoluna girdi. Nerden nereye…

“Ekonomik Kriz Yoktur” Yalanı

Üçüncüsü; ekonomik kriz. AKP, Kemal Dervişle geliştirilen IMF’nin neoliberal “yapısal uyum politikaları”nı hayata geçiren en iyi siyasal aktör olduğunu; iktidarının ikinci on yılının başına kadar başarılı şekilde sürdürebildi. 

O yıllarda ranta, talana, yoğun ucuz emek sömürüsüne dayalı “Çin Rejimi” çalışma sistemiyle, ekonomide sermayenin lehinde canlanma sağlayabilmişti. Bundan hareketle ucuz işgücü olanağına, doğanın ve kamu malların talanına açık bir ülke olarak “sıcak para” girişiyle ekonomik krizin Türkiye’de “teğet geçtiği” iktidar tarafından ifade ediliyordu. Büyük sermaye için kriz belki yoktu ama halkın ekonomik olarak yoksulluğu, krizi işaret ediyordu.

Bu durum 2016’dan sonra ve 2020’de pandemiyle birlikte de derinleşerek tüm topluma yayıldı. Önceleri Erdoğan’ın ve TÜİK’in açıklamalarında “Kriz yoktur” denildiğinde toplum belli ölçülerde manipüle edilebilse de şimdi artık ekonomik kriz, yakıcı, herkesçe bilinen ve yalan kaldırmaz bir hal aldı.

Burada tersine dönen asıl olgu 2001 krizi koşullarında iktidara gelen AKP’nin, Kasım 2008’de başlayan, pandemi koşullarında iyice derinleşen ekonomik kriz ortamında çözümsüz kalmasıdır. Anlaşılan o ki krizle geldiler; daha derin bir krizle gidecekler. 

Dış Politika Düğümü

AKP’nin esas başarısının dış politika olduğu söylenirdi.

Emperyalist devletlerin hegemonya krizi ortamında, kendine bölgesel güç olma yeri arayan AKP, 2011 Suriye savaşı yıllarında “yeni Osmanlıcılık” stratejisiyle hareket etti. Küresel güç ilişkilerindeki çatışma koşullarında belirli “başarılar” da elde etmedi değil. Oradan, bir “hışımla” Libya’ya, Doğu Akdeniz’e, Kafkasya’ya yöneldi. Yandaş gazeteci teorisyenlerde cabası. Onlara göre 21.yüzyıl “Türklerin asrı” olacaktı. Bir parti ya da bir lider düşünün; el alemin ortasında “Dünya beşten büyüktür” diyerek ülkesini savaşlarla işgallerle bölgesel güç olmaya sevk ediyor; “one minute” kabadayılığıyla kendini Ortadoğu’nun, Müslüman aleminin önderi sanıyor/sayıyor.

Şimdi ise payına düşen, “değerli yalnızlık” melankolisi olsun.

Bir iktidar düşünün ki 2003 yılında sözüm ona barış yanlısı kesilip “1 Mart Tezkeresi’ni reddediyor. Şimdi ise savaşı, aynı iktidar egemen dış politikası getiriyor. 

Kürtler ve Aleviler

Kürt sorununa yaklaşım ve çözüm konusunda ise malumun ilanı olan tezatlıklar alenileşiyor. Kürt Sorunu için “Analar üzülmesin gözyaşı dökülmesin” diyerek “açılım politikası” başlatıp, 2012’de barış müzakerelerine kadar çıtayı yükseltmişti, AKP. Sonra bir hamlede “Barış masasını” devirmiş, savaş politikasına geri dönmüştü. Ne diyor şimdilerde Erdoğan “Kürt sorunu yoktur, biz çözdük” diyor. Bu AKP’nin Kürt sorununa dair politikasının gerçek niteliğinin dile gelişidir.

Ha keza Alevilere de iktidarının ilk yıllarında “açılım” politikasıyla yaklaşılmıştı. Toplantılar yapılıp Kerbela yası oruçları tutulup, “iftarlar” açılmıştı. Alevilerin sorunu olan (inanç, ibadet özgürlüğü, eşit yurttaşlık vb.) çözülmediği gibi AKP döneminde katlanarak artmıştır. Aleviler AKP’yi açılım politikasından çok, “cami Cemevi projesi”, dindar nesil yetiştirme doğrultusunda “zorunlu din eğitimi” politikalarıyla bilmektedir.

Mafya babalarının (Sedat Peker) bile dilindedir. Bu memleketin temel sorunu; “Kürt ve Alevilik sorunudur” diye. Cumhuriyet tarihinde bu sorunlara “devlet aklı” sınırlarını aşma boyutuyla sözüm ona “cesur” adımlar atabilen ve hatta dönemin “yetmez ama evet”çi liberallerin bile etrafında öbekleştiren AKP’nin asıl gerçeği olan çözümsüzlük ve inkâr politikası berraklaşıyor.

Cumhur İttifakındaki Hoşnutsuzluklar

AKP- MHP ittifakının geldiği noktayı da atlamayalım. İttifaktan önce birbirlerinin aleyhine “neler” dediklerini bir kenara bırakırsak; Cumhur İttifakı kurulduğundan bu yana hep söylenegeldi. Bu ittifakta AKP mi MHP’leşti; yoksa MHP mi AKP’leşti? Arada ufak anlaşmazlıklar olunca her iki taraf “Cumhur İttifakı sapasağlam” dediler “devletin bekası” için “birlik” olmaya gayret gösterdiler. Her birlik mesajı sonrası Cumhur İttifakı güçlendi de doğrusu. Ama şimdi yaşanan kriz ve çözümsüzlük içinde bir arada olmalarının zararları taraflarca konuşulmaktan öte birbirlerinin kuyusunu kazan “ince politikalara” dönüşmüş durumda. Süleyman Soylu meselesi, “laiklik, Atatürkçülük” tartışmaları bunlardan sadece görünenleri.

Anketlerde hızlı bir düşüşe geçen MHP’nin içinden temel sebep AKP ittifakı gösteriliyor. “MHP temel ilkelerinden geleneksel çizgisinden uzaklaşıyor” sesleri yükseliyor. Nazif Okumuş, Ahmet Malkan, Ali Şanalmış, Ali Baykan, Atila Kaya, Suat Başaran ve Tahsin Eren’in partiden ihraç edilmeleri buradan okunmalıdır. 

AKP kanadında ise tam tersinden “MHP ittifakı Kürtlerin ve dindarların oylarında kayba yol açıyor” kulisleri dönüyor.

Çoklu krizler içinde yönetemeyen, giderek çözülen iktidar koalisyonundaki ‘’gönülsüz hoşnutlukları” içinde artık tüm “mecburi birlik” mesajları kuruluş günlerindekinin aksine ittifaklarını “güçsüzleştirdiği” ortaya çıkıyor.

Sadece siyasetin ana parametrelerinde değil, güncel politika ve güncel söylemlerde de “iktidar” zor durumda. 

İlk olarak AKP artık “sandık, seçim” “millet seçimde cevabını verecek” siyasetini dillendirmiyor çünkü artık sandıkta da kazanamıyor.  Tabii bu seçime “isteklice” hazırlanmadığı anlamına gelmemeli. Buna karşın özellikle restorasyoncu muhalefet kanadı daha fazla “sandık ve seçim” diyor. AKP ise MHP’ye yaslanarak, devlet imkanlarını da kullanarak, daha çok iktidarda kalmanın, mümkün olduğunca uzatmanın hesaplarını yapıyor. Bu haliyle “hamleci” olmaktan çok “koruyucu kollayıcı” siyaset güdüyor. Oysa bu, hiç de bilinen AKP tavrı değil.

Öte yandan, halk güçlerinin Gezi’ de mayalanan direncini kıramıyor. Boğaziçi direnişini, kadınların inadına yaşam mücadelesini, şimdilerde “Barınamıyoruz” eylemlerinin meşruluğunu tersine çeviremiyor.

Önceleri toplumun davranış reflekslerinde korku, temkinlilik, “bu hareket iktidara yarar” düşüncesi var iken; şimdi bu otokontrolden çıkılıp yeni bir kitlesel kopuş ruhu mayalanıyor. Market, maden, tekstil işçilerinin, ekolojistlerin, kadınların iktidara karşı duruşları “fiili-meşru” mücadelenin yolunu açıyor.

Uzun zamandır çoklu krizler içerisinde bir şekilde ayakta kalabilen; varlığını sürdürme gücünü meşruiyetten çok devletin şiddet gücünden alan iktidarın şimdiye kadar en büyük başarısı, gündemi belirleme gücü idi. Ama o da artık ellerinden kayıp gitmekte. Algı yönetimi, yalanlar, inkârlar da aleyhine döner oldu.

Dipten Gelen Dalga

İktidar alışılageldiği üzere, muhalefetin meşruiyetini tartışma yapar, HDP’yi, direnen halkı teröristlikle suçlar, kendinden olmayan herkesi düşmanlaştırıp ülkenin tek sahibiymişçesine davranırdı. Bundan vazgeçmiş de değil ama bu politikalarının artık halkta karşılık bulmadığı açık. 

Yangında, selde halk devleti “göremeyince” kendi dayanışmasını kuruyor. Ekolojistler, kadınlar direngen bir yurtseverlikle ülkesinin toprağını, havasını suyunu savunup koruyor. Asıl iktidar işgalci konuma düşüyor. Tam da bu noktada onca baskı ve manipüle etme politikalarına karşı dipten, usulca gelen direnişlerle havanın “tersine dönüş”ünün ayak seslerini duyumsuyoruz. 

Her şey bir yana, esas dönüşüm AKP’nin kendi içindedir. Partinin kurucularından Bülent Arınç “bizim dindar insanlarımızın bile tamamen ‘tersine döneceğini’ göreceksiniz. Çünkü onlar hamasete değil cebine giren cebinden çıkan paraya bakar” diyor.

AKP’nin kendi sözüdür; “onlar konuşur AK Parti yapar” 

Oysa çoklu kriz içindeki Dünya ve Türkiye’de, AKP/Erdoğan; yapamıyor, yönetemiyor, çözemiyor…