Emeğin Felsefesi: Toplumsal Varlığın Ontolojisinde Özgürleşme Diyalektiği Olarak: Emek

Süregeldim aşk meyini içerek

Her bir akı karasından seçerek

Varlık dağlarını delip geçerek

Düzde ben bir insan olmaya geldim.

Nimri Dede

‘’Felsefe değil; felsefe yapmak öğrenilir”  der, filozof Kant. İnsanın da bireyselliği, doğası ve toplumsal varlığı “yaptığı, eylediği” emek sürecidir.

Emek ki, üretendir, yaratandır, yürütendir; yıkan ve yapandır. Tarihsellik içinde insanın, insan olma sürecinin ilk koşuludur. “Ayinesi iştir kişinin”, tarihin ise emektir; üreterek kendin olursun, eyleyerek tarihte yer bulursun.

Felsefe yapmak; soru sormakla başlar. Bu gerçeklikten hareketle; “Filozofun felsefecinin, öbür adı ‘sorucu’ olmalı” diye önerir felsefeci Nermi Uygur. Olup bitenler karşısında “…Nedir?” sorusuyla felsefeci, içindeki “şaşkınlığıyla karışık merakını” dışa vurur. Cevabını bulamasa da sormaya devam eder. Çünkü felsefede önemli olan sorulardır. Cevaplar yeni sorular doğurur. Bunun içindir ki filozof menzile ulaşmayı değil “yolda olma”yı tercih eder.

Felsefe sorusu, eylemden çıkmaz. Durağanlık felsefece düşünmeyi getirir. Daha doğrusu sorulan soru “durup düşünmeyi” talep eder.

Emek ve felsefe birbiriyle çelişiyor gibi? Biri eyleyen biri düşünen…

Emek eyleyiş için eylem; felsefe “düşünme üzerine düşünme”dir.

Emek, amaçlı eylemde özünü bulur; felsefe amaçsızca yolda olmakta. Emek, “gereksinimleri” karşılamak için insanın çalışmasıdır; felsefeyse boş zaman ister. “Çalışmak ve boş zaman”, “köle ve felsefe” yaman bir çelişki midir doğrusu?

Bu “çelişkiye” yazının sonunda tekrar dönülecek; önce Melih Cevdet Anday’ın “Defne Ormanı” şiirine kulak verelim:

Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri  

İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü 

Ekmeklerini köleler veriyordu onlara; 

(…)

Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri 

İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü 

Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;

(…)

Öyleyse köleler, emekçiler, “felsefelerini sömürücü efendilerinden almasınlar” diye “felsefece” soralım; emek nedir? 

Emeğin felsefesi nasıl temellendirilebilir?

Emeğin ontolojik gerçekliği nedir? 

Doğanın insanlaşmasında emeğin rolü nedir?

İnsanın “özgür bireyselliğini” gerçekleştirmesinin koşulları nelerdir?

Emek, bir eylem ve özgürleşme felsefesi yaratabilir mi?

Emek Kavramının Etimolojisi

Emek; bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü olarak tariflenebilir. Etimolojik kökenine indiğimizde emek;” Emgek” kökünden gelip “zahmet, eziyet, acı” anlamına gelmektedir. Bu etimolojik anlamı günümüzde “emeklemek” (çocuğun emeklemesi, zorla yürümesi) sözcüğünde güncel anlamını korumaktadır.

Çalışma kavramı sözlükte, “bir şeyi öğrenmek veya bir şey meydana getirmek için vaktini ve gücünü verme, sürekli emek sarf etme” olarak tanımlanır. Çalışma sözcüğünün kökü “çal” fiili olup “-iş” işteştik ekiyle türetilir. İşteştik eki “birliktelik, karşılıklılık” anlamlarını karşılar. “Çalışmanın anlamdaşı olarak kullanılan “emek” kelimesinin etimolojik kökeninin “zahmet”e, “eziyet”e dayanması çalışma etkinliğinin içeriğini ifade açısından anlamlıdır. “Ekmek aslanın ağzında”, “yaratıcılığın doğum sancısı” deyimleri tam da emeğin kökensel anlamını ifade ediyorlar. İnsanı, doğayı ve toplumu değiştiren bir etkinlik olarak emek “tarihteki zorun rolü”nü kavramsal özünde ve yaratıcı ediminde taşımaktadır.

Mitolojide Emek 

Emek mitolojik kahramanlardan en çok, Prometheus, Sisyphos ve Dionysos ile anılır. Ateşi tanrılardan çalıp insanlığa götüren, bir anlamda insanın da yaratıcısıdır. Emek doğayı ve insan doğasını dönüştüren bir enerji, bir etkinliktir. Prometheus emeğin bu yaratıcı dönüştürücü etkinliğiyle simgeleşmiştir.

Sisyphos’a tanrılar tarafından verilen “kayayı dağın zirvesine çıkarıp, tekrar aşağı yuvarlandıktan sonra; yeniden zirveye taşıması” cezası emeğin hem olumlu hem olumsuz özellikleriyle imgelenmektedir. Olumsuz anlamıyla emeğin kısırlaşması, tekdüzeleşmesidir ki bunu günümüzde mesleki tükeniş ve yabancılaşma olarak düşünebiliriz. Bu emek biçimine sysofen emek denmektedir.

Olumlu anlamda ise; her gün yeniden başlayan, yaratıcı ve her anı farklı yaşayan tükenmez bir emekçi enerjisini simgeler. Umut ve direnç demektir.

Dionysos ise canlı emektir. Emeğiyle, yeteneğiyle ölümlü insan olmaktan ölümsüz tanrılaşmayı yaşayan bir mitoloji kahramanıdır. Şarap tanrısıdır ve üzüm bağlarının, bağcılığın öğretici ustasıdır. 

Dionysosça olan Apollon gibi, Dionysos da, Olymposlular’ın ikinci kuşak tanrılarından olup, Zeus ile Seleme’nin oğludur. Mitolojide onu asıl ön plana çıkaran özelliği, klasik dönemin bağ, şarap ve mistik vecd tanrısı olma vasfıdır. Diyonysos’un hikâyesi şöyledir:

“Seleme’nin, henüz Dionysos’a hamileyken, Zeus’tan kendisine tüm gücüyle görünmesini istemesi ve Zeus’un onu kırmayıp görünmesi üzerine, anne Seleme, Zeus’un etrafını saran şimşeklerin görüntüsüne dayanamayıp ölür. Zeus altı aylıkken annesinin karnından çıkardığı Dionysos’u kendi kalçasına diker ve doğuncaya kadar orada muhafaza eder. Bu yüzden Dionysos, mitolojide “iki kere doğan” tanrı olarak bilinir. Büyüleri ve mistik gücüyle ön plana çıkan Dionysos, birçok mistik mezhep geleneğinde, özellikle vecd ve neşeli sarhoşluk söz konusu olduğunda oldukça yetkin, esinlendirici bir imaj olarak varlığını sürdürmüştür. Bununla birlikte, Apollon’un ölçülü esinlendirme yeteneği ile kıyaslandığında, Dionysos’un vecd ve sarhoşluk ekseninde işleyen esinlendirme gücü, ele avuca sığmaz bir ölçüsüzlük özelliği sergilemektedir. Dionysos, neşenin, kendini olumlamanın, özgür emeğin simgesidir.

Kısacası Dionysos, doğaya karışan, doğayı simgeleyen müziğin, coşkunun, esrimenin ve oluşun tanrısıdır. O, içeriden dışarıya doğru gerçekleşen yaratıcı bir taşkınlık, insanın doğayla birleşmesini sağlayan bir amaçtır. Onun adında mantıksal, kavramsal bir şey aramak boşuna olup, gerçekte o, bireyi düşsel varlık bağlarından koparan bir tanrıdır.

Hesiodos ve Ergo

İ.Ö. yaklaşık 8. yüzyılda yaşamış bir destan şairi olan Hesiodos’a atfedilip günümüze ulaşmayı başarmış iki önemli eser söz konusudur: Theogonia (Tanrıların Doğuşu) ve Erga kai Hēmerai (İşler ve Günler). Bu eserlerin ilkinde tanrıların soyağacı çıkarılarak evrenin (kosmos) oluşumu açıklanır, başka deyişle evrenin oluşumuna ilişkin mitolojik temelli bir tasavvur (kosmogonia) ortaya konurken, diğerinde artık derlenip düzenlenmiş o evren içinde insanın varlığı sorgulanır, bir birey olarak insanın varoluş serüveni ve yaşama mücadelesi dile getirilir.

“İşler ve Günler” eserinde Hesiodos’un ortaya koyduğu çalışma (ergon) anlayışını açıklığa kavuşturmaktadır. Bu bağlamda Hesiodos’ta çalışmanın nasıl yalınkat anlamından sıyrılıp emek fikrine dönüştüğü ve insanı trajik bir kavrayışa ulaştırdığı, böylelikle onu bireyselleşmenin eşiğine getirerek felsefi düşünüşe zemin hazırladığı gösterilmekte.

Eski Yunan’da her insanın, her canlının, hatta tanrıların bile belirli bir ergon’u vardır. Hesiodos işte bu ergon’u insanın varlık şartı saymış ve henüz birey olarak görülmediği bir dönemde insanı bir ergon varlığı olarak tanımlamıştır. Ona göre insan adâletten, ahlâktan yoksun olamayacağı gibi ergon’suz da kalamaz. Çünkü çalışma adâletle bir giden en temel davranış biçimidir. Düşünce tarihinde Hesiodos’ta emekle birlikte alınan “adalet ve ahlak” Aristoteles’te “iyi-mutluluk”, Hegel’de “özgürlük” ve Marx’ta ise “özgürlük- komünizm” olmuştur.

Hesiodos bu sayede bize animal laborans’ın (cefâ çeken hayvan) ilk nüvelerini göstermekle kalmaz; Eski Yunan düşüncesinde bireyselliğin ilk ifadecisi olur, insanın kozmosta bir birey olarak ortaya çıkışının ve kendi başına ayakta kalma serüveninin ilk edebî örneğini sunar. Çünkü ergon, Hesiodos’ta alelade bir insan davranışı değil, insana yüklenmiş bir sorumluluktur.

Zanaat-Sanat-Emek İlişkisi

Aslında “sanat” ve “emek” birbirlerine karşıt şeyler. Bataille’a göre sanat da, emek gibi insanı insan yapan temel bir etkinlik. Ama “emek”, amaçlı, yararlı, işlevsel, bilinçli ve akla dayalı bir iş; oysa “sanat”, tam aksine, amaçsız, yararsız, bilinçsiz ve hayal gücüne dayalı bir yaratı. Marx’a göre “her emek sürecinin bitiminde, işçinin baştan tasarlamış olduğu … bir sonuç ortaya çıkar”. Oysa sanat tasarıma değil arzuya, hazza dayanır; işle değil oyunla ilgilidir. Çocuk oyunlarında herkes bu duyguyu yaşamıştır. Oynarken amaç eylenmektir çünkü onun amacı kendi içindedir.

İnsanlığın başlangıçlarına giden sanat ile emek, sanat ile sanayi, sanat ile tasanın arasındaki karşıtlık, yüzlerce, binlerce yıl sonra 19. yüzyıl başında, Kant’ın modernliği sistemleştiren düşüncesiyle ve Romantiklerle felsefeleşir. Kant’a göre, “güzelin amacı amaçsız olmasıdır”. Schiller de estetik bir nesnenin amacının kendisi olduğunu belirtir. Sanat, fiziki ve ahlaki amaçların aracı olamaz, dolayısıyla bilimden ve etikten tamamıyla bağımsızdır. “Güzel” özgürdür. Ve Schiller’e göre “eğer güzellik özgürlüğün görünümüyse, o zaman güzelliği yaratan, oyun oynamanın hazzıdır. Çünkü ancak oyun oynarken özgür oluruz, fiziki ihtiyaçların ve ahlaki görevlerin zorlamalarından kurtuluruz.

Zanaat ise bilgi ve becerinin birleştiği, ustalıkla yapılan iş, işçiliktir. Bu anlamıyla zanaat, sanat ve emek arasında birleştirici bir roldedir.

Her sanatın bir zanaat temeli vardır. Her büyük sanatçı aynı zamanda usta bir zanaatçıdır.

Zanaatçı yarattığı örgütlenmelerle (lonca vb.) savaşçılık(fütüvvet) bilgisi ve pratiğini -ki Anadolu ve Mezopotamya’da- Ahilik böyle bir örgütlenmedir- sergilerler.

Sanat-zanaat-emek diyalektiği, emek felsefesi bağlamında oldukça önemlidir. Böylesi bir diyalektik birlik emeğin, emekçinin kurtuluşu için, felsefesini emeğiyle, praksis (zanaatla gelir) ve isyanıyla (sanat; “Marx isyanı bir güzel sanata benzetir) bütünleştirmesi ruhudur.

Felsefe Tarihinde Emek 

Tarihsel süreçte her çağda çalışmaya, emeğe ayrı bakılmıştır. Bunu daha çok toplumun ekonomik ve siyasal yapısı belirlese de felsefi bakışın özgün, bağımsız etkisi önemlidir.

Antik Çağ, dolayısıyla antik dönem felsefesini kendisi emeğe, emek harcamaya “aşağılanacak” arızi bir olgu olarak bakarlar. Üretimde köle emeğinin esas olduğu bir çağda ekonomik altyapı köle sahiplerinin bilinçlerinde doğal olarak böylesi bir bakış oluşturmuştur.

Orta Çağ’da emek olumlanır. Hatta kutsanır da. Bu çağda tanrı için, öte dünya için çalışma esastır. Çalışma dinsel ideolojinin hegemonyasında bu dünyanın sömürüsünü gizleyen bir örtü haline gelir. 

Kapitalizmde ise işçinin emek-gücünün özgürlüğü, mülkiyet özgürlüğü(sermaye) birlikteliği içinde emek yaşamsal zenginliği yaratan “yüce değer” sayılmıştır. Aslında emek sermayeleştikçe, sermayeyi büyüttükçe değerlidir; yoksa emekçinin(proletarya) bir değeri yoktur. Kapitalist sistemlerde “Emek-Sermaye” çelişkisi, “yabancılaşma” ve emek sömürüsü; burjuva özgürlük, burjuva hukuk anlayışı zemininde gizlenmektedir.

Antik çağda köle, zaten doğuştan çalışmaya mahkûm “aşağılık” bir köle; feodal toplumda, serf, kazandığı kısmı özgürlüğü dinin “köleliğinde” krallar ve feodal ağalar için çalışan, köylü bir yarı-köle; kapitalist toplumda ise işçi, bireysel inisiyatifinde işgücü özgürlüğünü almış görünse de sermaye için burjuva sınıfı için çalışan “özgür-köleler” olmuştur. Emeğin burjuvaca felsefesi de bu temellerde yapılmıştır.

Filozoflar 

Beni hor görme gardaşım
Sen altınsın, ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün, ben sac mıyım?

Felsefe kavramlarla düşünme sanatıdır. Felsefe tarihinde “emek” kavramı üzerine düşünen onu felsefesinde bir “sorun” edinen ilk filozof olarak Aristoteles bilinir. Ama ondan öncesi hocası Platon da küçük de olsa bir yorum getirmiştir. Gerçekte her ikisi de emeğe “emek kavramı” üzerinden değil de kendi felsefe ve kavram analizleriyle yapmışlardır. Platon emeğe bakışını, kendi felsefesini “idealist felsefeyi” ideal toplum düzeni (ideal devlet) teorisi çerçevesinde ele almıştır.

Platon toplumsal düzeni, “doğal” bir düzen olarak görür. Köleler, zanaatçılar, özgür vatandaşlar yaşamın doğallığında toplumsal düzen oluşturmuşlardır. Herkes kendi işini yaparak kendi durumuna özgü erdemi geliştirmelidir.  “Özgür vatandaş (köle sahipleri, askerler, filozoflar) bedenin ve şehrin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda değildir, yani çalışmaktan özgürleşmiştir. Vatandaşın erdemi, boş zamana(scholia) sahip olarak biçimlenir. Vatandaşlık ancak boş zaman sahibi olarak mümkündür ve ancak boş zaman bir insanı vatandaş yapabilir” der ve şöyle bir hikâye anlatır:

“Siz şehirdekiler, ‘hepiniz kardeşsiniz’ diyeceğiz onlara hikâyemizde. Ama sizi yaratan tanrı hükmetmeye yatkın ve daha değerli olanlarınızın harcına altın kattı. Siteyi savunan askerlerinkine gümüş, işçilerin ve diğer zanaatçılarınkine de demir ve tunç.”

Platon’un görüşleri “emek” kavramından öte dönemin “emekçileri” olan köleler ve zanaatçılar üzerinden kendi ideal devlet düzeni üzerinedir. Bir de onun evren şemasının tanrısı olan “Demiurgos”un özellikleri tam bir “emekçi” tarifidir. O, semai dinlerin(gök-tanrı) tanrıları gibi yoktan var eden değildir; var olana biçim verir. Bir tür terzilik ya da demirciliktir onunkisi. Zaten Demiurgos eski Yunan’da zanaatçı anlamında da kullanılmaktadır. Görüldüğü gibi Platon’da “gökte” Demiurgos’la kutsanan emekçilik; “yerde” doğuştan köleler olarak aşağılanmaktadır.

Aristoteles; kendi felsefe sisteminde “emek” kavramını sorun etmiştir; ancak düşünsel temellerini “emek” olarak değil ve “faal akıl” olarak kavramsallaştırmıştır.

Aristoteles’in asıl önemi Marx’ın Kapital’de filozofun hakkını vererek, “mübadele ilişkisinde metaların “eşdeğerliğini” ve ortak ölçüyle ölçülmeleri gerektiğini keşfettiğini ancak bu ortak ölçünün emek olduğunu göremediği” noktasındadır. Marx filozofun görüşlerini şu özet cümleleriyle aktarır “eşitlik olmadan mübadele, ortak bir ölçü ile ölçülebilme olmadan eşitlik olmaz (akt. Melda Yaman; 95 s; 2017) Ne var ki Aristoteles, bu us yürütmesini ileriye götürememiş; ortak ölçüyü bulamadan analizini yarıda bırakmıştır. Marx’ın sözleriyle bu ortak ölçü, “insan emeğidir”.

Marx, Aristoteles’i devamdan alıkoyan şeyin, değer kavramından yoksunluk olduğunu yazmıştır. Bununla birlikte Yunan toplumunun nesnel koşullarının Aristoteles’i sınırladığına da dikkat çekmiştir. Bunca derin öngörüsüne rağmen Aristoteles’i “emek” konusunda sınırlayanın kendisi değil içinde yaşadığı koşullar olduğunu vurgular.

Nikhomakhus’a Etik 

Aristoteles’in ahlak felsefesini, buna bağlı olarak siyaset felsefesini anlattığı eseri Nikomakhos’a Etik emek, ortak ölçü, bireyselleşme, özgürleşme konusunda temel eseridir. 

Metafizikte temellendirdiği “insan doğal yapısı gereği toplumsaldır; zoon politikon’dur” tespitini bu eserinde derinleştirmiştir.

Felsefe sorularla başlar. Aristoteles’te emek felsefesine “İnsanın işi nedir? Marangozun, ayakkabıcının belli işleri vardır da insanın bir işi yok mudur? diye sorarak başlar. İnsanın eylemselliği sürecinde bir praksis, özgürlük, özgür bireysellik felsefesi (genel anlamda siyaset) oluşturur. İnsanın işi, ruhun akla uygun eylemi etkinliğidir. Aristoteles’in kendi kısa cümlesiyle “ruhun tam erdeme göre” etkinliğidir. “Tam erdem” de filozofa göre iyiliktir (Mutluluk; eudemania).

“Tüm sanatların, araştırmaların, eylemlerin ve tercihlerin amacı iyiye ulaşmaktır. Bu nedenle iyi, her şey tarafından istenilen olarak adlandırılır.”

 İyilik en yüce olandır. Yalnızca o, “kendisi için” olandır. Buradan hareketle insanın mesleğinde sanat (zanaat; tekhne) yaratma eylemi varken; erdem(arate) de eyleme vardır. Sanat yapılan, meydana getirilen “şey” dir. Erdem ise eylenen “şey” dir. Yaratılan sanatta başka bir hedef vardır; eylenen erdemde ise hedef kendisidir.

Bu düşünceleriyle Aristoteles Marx’ın yabancılaşmış emek eleştirisiyle ulaştığı kendisi için emek harcayan “özgür bireysellik” düşüncesine çok yaklaşır.

Emeğin ontolojisinde içkin olan amaç(erek/teleoloji) Aristoteles’te “akıllı eylem/faal eylem” olarak geçer. Bu kavramsallaştırmasıyla emeğin insani biçimini hayvandan ayırır. Onda insan emeği bilinçli ve amaçlı eylemdir.

 İbn-i Haldun

Emeğin servetin kaynağı olarak görülmesi bakımından emek değer kuramında Marx ile benzer görüşlere sahip olduğu tespit edilebilir. Çalışmaya farklı anlamlar yükleseler de öz olarak farklılaşmadıkları görülür. Yabancılaşmada  İbn-i Haldun baskıyla ilişkilendirdiği “ibadete dönüşen emeği” vurgularken; Marx, sömürülen emekteki yabancılaşmayı vurgulamaktadır.

Hakikaten insan, kendi sarf ettiği emekten başka hiçbir şeye sahip değildir ve muhakkak sarf ettiği bu emek ileride görülecek, sonra ona tastamam karşılığı verilecektir. (Mukaddime-İbn-i Haldun)

Emek ve Rızk: Çalışmak ve geçim için emek harcamak, kutsal bir faaliyet olarak benimsenmektedir. Rızk ve kazanç ayrımının önemle üzerinde durulduğu Mukaddime’de rızk; insanın çabasıyla elde ettiği ve nihayetinde fiilen kullanıp faydalandığı mallar olarak tanımlanmaktadır. Kazanç ise, zaruri ihtiyaçların ötesinde, fiilen kullanılmayan artı ürünleri ifade etmede kullanılmaktadır.

Rızıkla ilgili her şeyin Allah’tan olduğu inancı, çalışmanın kutsallığını ifade etmektedir. İbn Haldun, insanların rızk için emek sarf etmelerinin Allah’ın o insanlara güç vermesiyle olacağının önemine dikkat çekmektedir. Sonuç olarak çalışmaya atfedilen kutsallık, insanın çalışmak zorunda olmasında ve emeğinde kendini göstermektedir.

İbn-i Haldun, insanları bir arada tutan ve ortak değerleri benimseyip güç kazanmalarını sağlayan sosyal ilişkileri “asabiyet” kavramıyla açıklamaktadır. Toplumları aynı değerlerde buluşturan davranışların yerini baskı ve şiddete bırakması yabancılaşma olgusu olarak tanımlanır. İbn-i Haldun’a göre, şehirlilerin idarecilerin baskıcı yönetimlerine maruz kalması cesaretlerini yitirmelerine yol açmaktadır.

İbn-i Haldun’un iktisadi alandaki bir diğer önemli görüşü ise “emek” hakkında ortaya koyduğu görüşleridir. İbn-i Haldun, emeği, insanı diğer canlı türlerinden ayırt edici bir etken olarak görmüştür. Üretilen tüm değerin yaratıcısı emektir. Emek harcanmaksızın, insan ihtiyaçları karşılanamaz. İbn-i Haldun, her ikisi de emeğin ürünü olmak üzere, asgari geçim miktarı (rızk) ve sermaye (kesb) arasında da bir ayrım yapmıştır. Sermayenin ancak artık emek sarf etmekle ortaya çıkacağını söylemektedir. “Kazanç (kâr, fayda, profit) emeğin değerinden ibarettir. (Mekasib, kıyem-ı a’maldan başka bir şey değildir, istihsal edilen bir malın ve hizmetin kıymeti, onu elde etmek için harcanan emeğin değerine tekabül eder. Harcanan emeklerin değeri neyse sağlanan kazançlarda odur)” (Mukaddime)

Bir kimsenin değerinin çalışarak ortaya koyduğu eserlerle, sahip olduğu hüner ve zanaatla ölçüleceğini söyleyen İbn-i Haldûn bu hususta Hz. Ali’nin şu sözünü nakleder: “Kişinin değeri güzel bir şekilde yapabileceği iş ile ölçülür” (a.e., II, 375). İbn-i Haldun’a göre insanların ve toplumların içinde bulundukları hallerin farklılığı ve çeşitliliği, onların geçim tarzlarının ve uğraştıkları iktisadî faaliyetlerin çeşitli olmasından ileri gelir. Şu hâlde insanı ve insanlık tarihini, toplumlarla devletlerin gelişmesine ve yıkılmasına yol açan faktörleri gereğince anlayabilmek için iktisadî faaliyet şekillerinin, üretim ilişkilerinin, genel olarak iktisadî yapının iyi bir şekilde incelenmesi şarttır. İnsanı, toplumları, toplumsal olayları ve insanlık tarihini iktisadî yapıdan soyutlayarak ele almak mümkün değildir.

İbn-i Haldun’un emeğe bakışı konusuna gelirsek, burada kendisinden önceki görüşlerden temel bir fark ortaya çıkmaktadır. İbn-i Haldun ne antik dönem ve ilk Hristiyanlar gibi çalışmayı kötülemiş, olumsuz bakış sergilemiş ne de Protestanlar, Kalvinistler ve bazı İslami görüşlere göre çalışmayı kutsamıştır. İbn-i Haldun’a göre çalışma insanın doğasından gelen ve o olmadan hayatta kalamayacağı bir eylemdir.

Kendi kendine yetişen nimetlerden bile istifade edebilmesi, kendi mülkiyetine geçirebilmesi için insanın mutlaka emek vermesi gerekir. Umranda yaşayanların tüm işleri ve emekleri kendi kazançları ve sermayeleridir. Hatta emekten başka sermayeleri de yoktur. Ülkenin mamur edilmesi yine sadece emekle gerçekleşir. (Haldun, 2015, s. 552)

Locke

Emeği “emek” kavramıyla değerlendiren ilk filozoftur. Emek; emek-değer ilişkisi bağlamında değerlendirilir.

Emek değer teorisi, mülkiyetin meşrulaştırılmasına yönelik bu argümanlar zincirinde kritik bir rol oynamaktadır. Öte yandan, Marx, özel mülkiyeti, yabancılaşmanın temel nedeni ve bireysel özgürlüklerin önündeki en önemli engel olarak değerlendirmiştir. Özel mülkiyeti bireysel özgürlüklerin temeli olarak ele alan Locke’un aksine, Marx’ın elinde emek değer teorisi, özel mülkiyete dayalı kapitalist sistemin eleştirisine yönelik en önemli araca dönüşür.

Locke’a göre, dünya esas olarak herkesin ortak mülküdür, ancak her birey, bu ortak mülkün bir kısmını alıp, onu mülk edinme hakkına sahiptir. Bu edim, Locke’un akıl aracılığıyla bilinen ve Tanrı sözleri yolu ile ortaya konulan doğa yasalarına başvurularak meşrulaştırılır: “Dünyayı tüm insanlığa sunan Tanrı, aynı zamanda onlara, en uygun şekilde yaşamak ve hayatı kolaylaştırmak için ondan yararlanma aklını da vermiştir.” (Locke)

Locke ’un teorisi, klasik ekonomi politiğin temelini oluşturmuş, Adam Smith, David Ricardo ve Karl Marx gibi önde gelen düşünürlerin başlıca analitik aracı haline gelmiştir. Bunlar arasında Marx, bir adım daha ileri gitmiş ve aynı teorik argümanı kullanarak, kapitalist sistemde emeğin sömürüsünü vurgulamış ve Locke’un mülkiyeti meşrulaştırmasına karşı çıkmıştır.

Adam Smith

“Ulusların Zenginliği” kitabının ana konusu ekonomik büyümedir.

Ulusun zenginliğinin özellikle iki etkene bağlı olduğunu açıklanır: Çalışma yeteneği ve yararlı-yararsız emekçi sayısındaki oran. Çalışma, emeğin harcanmasıyla değer yaratmayı sağlayan insani veya “mekanik” güçtür.

Özel mülkiyetin ve sermaye birikiminin bulunmadığı ilkel toplumlarda değerin tamamen emek tarafından yaratıldığı fikrini ortaya atan Adam Smith’in görüşü, David Ricardo ve Karl Marx tarafından genişletilerek tüm zamanlarda değeri yaratan tek faktörün emek olduğu ilkesine dönüştürülmüş ve emek-değer teorisi adını almıştır.

Smith’in cevabını aradığı soru şu idi: Bir malın değerini belirleyen nedir? Smith’in bu bağlamda ilk yaptığı şey, Aristo’dan ve Roma düşüncesinden devraldığı, bir malın kullanım değeri ile mübadele (değişim) değeri arasındaki ayırımdı. Su ve hava gibi bazı mallar büyük bir kullanım değerine sahip olduğu halde, herhangi bir mübadele değerine sahip değildi. Buna karşılık elmas, hiçbir kullanım değeri bulunmadığı halde büyük bir mübadele değerine sahip bulunmaktaydı. Smith bu ayırımı kabul etmesine rağmen, değer teorisini oluştururken, bir başka ifade ile bir malın değerini belirleyen şeyin ne olduğunu araştırırken bu ayırımdan yararlanmadı. Smith’e göre bir malın fiyatı ile o malın değeri birbirinden farklı şeylerdir. Fiyat, zaman içinde dalgalandığı, değiştiği halde, değer zaman içinde değişmeyen sabit bir ölçü olmalıdır. İngiliz düşünür John Locke’tan bu yana İngiliz düşüncesinde, iktisadi değer yaratma sürecinin temel ve orijinal faktörünün insan emeği olduğu konusunda genel bir kanaat bulunmaktaydı. Bununla birlikte emek ile değer arasında nasıl bir ilişki vardı?

Smith’e göre, sermaye birikimi ve özel mülkiyetin bulunmadığı ilkel ve vahşi toplum döneminde, değeri belirleyen biricik faktör ihtiva edilen emek idi. İhtiva edilen emek, bir malı elde etmek için fiilen harcanan emek anlamına gelmektedir.

Adam Smith’in kavramsal şeması içinde değer, bir nesnenin içerdiği emekle birlikte anlam kazanır. “Her şeyin gerçek fiyatı, yani elde etmek isteyen kişi için gerçekten pahası, o şeyi edinmenin eziyeti ve zahmetidir. (…) Para ya da mal ile satın alınan, emek ile satın alınmıştır. (…) Emek her şeyin ilk pahası, yani asıl satın alma bedeli olarak ödenmiş akçesidir. Kökeninde, bütün dünya zenginlikleri, altın ve gümüşle değil, emekle satın alınmıştır.” (Smith, 2006:32)

Ricardo

David Ricardo, Smith’in değer teorisini geliştirerek kendi emek-değer teorisini kurdu.

“Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri’ kitabına, Adam Smith’i alıntılayarak onun kabulleri ile başlar. Ricardo’nun uğraşının, Adam Smith’çe ortaya konan teorik hattın detaylandırılıp, tutarlılığa kavuşturulması çabası olduğu söylenebilir. Ricardo öncelikle, Smith’in sermayenin birikimi ve toprağın mülkiyeti dolayısıyla emek değer kuramını revize edip, emeğin “hâkimiyetini temel alan değer kuramlarına yönelmesiyle ortaya çıkan salınımın üstesinden gelmek için, emek değer teorisinin ilk haline, değerin üretim maliyetine göre hesaplanmasına, geri döner.

Üretilen metaların değişebilirlik değeri bunlara üretimleri sırasında aktarılan emeğe orantılıdır; hem sadece doğrudan üretim sırasında kullanılan emeğe değil; belli bir özgünlüğü olan emeği etkin hale getirmek için gerekli olan araç ve makinelerdeki emeğe de.

Ricardo’ya göre sermaye dolaylı emektir. Sermayeyi üreten kimdir? Ricardo’ya göre sermayeyi üreten de emek olduğuna göre, emek faktörüne doğrudan emek, sermaye faktörüne de dolaylı emek adını verir.

Hegel

Hegel, emeğe sadece “ekonomik” bir etkinlik olarak bakmaz, ona bir “Tinsel” anlamda yükler.

 “İnsanın hakiki varlığı, eylemidir’’ der Hegel. İnsan, eylemiyle ve eyleminde kendini özgür ve tarihsel birey olarak gerçekleştirir. Ona göre İnsan, hakiki ve benzersiz gerçekliğinin özgürce gerçekleştirdiği eylemi olduğunu kabullenmelidir.

Marx’ın Hegel’le tartışmasında öne çıkan bir diğer kavram, “emek”tir. Marx, Hegel’in düşüncesinin başlıca kavramının “emek” olduğunu ileri sürmekle Hegel felsefesini bir anlamda “emek felsefesi” olduğunu söyler. 

‘’Tarihte insan, doğal dolaysızlığından kendi belirleniminin edimselleşmesi doğrultusunda ilerler. İnsan, gerçekte, çalışmada, emekte, kendi olanaklılıklarını ve yeteneklerini açığa çıkarmaktadır. İnsan kendi özsel güçlerinin, yetilerinin açılımı ve gelişimidir. Tekil bir birey bile ancak çalışmada doğal dolaysızlığının üstesinden gelerek kendini edimselleştirebilir” der Hegel.  

Hegel’ de emek insan varoluşunun en temel etkinliğidir. Bireyin içindeki ve dışındaki doğasını dönüştürerek “kendini gerçekleştirme”, dünyayı biçimlendirme yoludur. “Yabancılaşma” kavramını da ilk dile getiren Hegel olmuştur.

Marx

Marx kendisinden önceki emek değer teorisini kapsamlı ve derinlikli bir bütünlüğe kavuşturmuştur. Ücretli emeği, sermayeyi, proletaryayı, emek- gücünü, artı- değer sömürüsünü bilimsel bir temelde analiz etmiştir.

Marx, klasik ekonomi politiğin, emeğin zenginlik kaynağı olduğunu ortaya koyduğunu fakat bu fikrin, bu biçim altında olduğu gibi kabul edilemeyeceğini, benimsenemeyeceğini belirtir. Geçim sağlayıcı niteliğiyle emeği merkezi kavrama yapmak, bu kavramın sakatlanışıdır. Bu durum Marx’a göre emeğin kapitalizm çağında büründüğü yabancılaşmış yönüdür. 

Ekonomi politik, iş bölümü ile emeğin üretken gücünün, toplumsal zenginliğin artışını sağladığını görürken, işçinin sefaletini fark etmez. Emek, sermaye artışına yol açıp, gönencin yükselmesine vesile olurken, aynı zamanda giderek daha çok kapitaliste bağımlı duruma düşer. Bu ilerleme, Marx’a göre işçinin yoksullaşması ve sefaleti pahasına meydana gelir ki, klasik politik ekonomi buna kördür.

Emek, Marx’ın kabulüne göre, insani varoluşun biricik yaratıcısıdır. “Emek biçim verilebilen canlı bir ateştir” Prometheus’un sönmeyen ateşidir.

Emek, herhangi bir toplumda, verili bir zamanda belli insanlar tarafından belli biçimlerde belli malların üretilmesinde toplumsal olarak “sabitlenmesi” veya nesnelleşmesi gereken bir akışkanlık, bir potansiyeldir. İnsan emeği, bütün toplumsal formasyonlarda gelişmeyi ve evrimi sağlayan yegâne tözdür.

Tarih Nedir?

Tarihin ne olduğu sorusuna verilen cevap tarihteki insanın, insandaki emeğin rolünü sorgulamaya götürür. Tüm bu sorular ve cevap arayışları farklı “tarih felsefelerini” de beraberinde getirmiştir. Tarih felsefesi bağlamında kritik momentte öne çıkan kişileri ve bakış açılarını söyle özetleyebiliriz:

Birinci kritik momentte duran İbn-i Haldun’dur. Çoğunlukla İbn-i Haldun tarih biliminin kurucusu olarak nitelenmektedir. İbn-i Haldun, tarihçinin görevini, olguların derlemesini yaparak kronolojik sıralamasını vermekten ibaret görmemektedir. Ona göre tarihin gerçek amacı insanın toplumsal durumunu anlaşılır kılmaktır. Önemli olan tarihsel olayların arasındaki ilişkiler ile onları meydana getiren sebep ve sonuçların araştırılmasıdır. Çünkü tarih, var olan şeylerin iç yüzünü anlama, araştırma etkinliğidir.

“İnsan nesebinden ziyade alışkanlıkların çocuğudur.” diyerek insan eylemini, üretim sürecini toplumsal gerçekliğin temeli sayar.

Mukaddime adlı eserinde, insan topluluklarını da tıpkı insan organizması gibi canlı birer yapı olarak gören, ünlü “asabiyet” kavramı çerçevesinde tarih felsefesini geliştirir. Değişen maddi koşullara paralel olarak, toplumsal yapıyı oluşturan etkenlerden her birinin aynı zamanda kendisini yok edecek potansiyeli de içerisinde barındırdığı düşüncesi İbn-i Haldun’un diyalektik tarih anlayışına işaret etmektedir.  İbn-i Haldun; tarihi neden sonuç ilişkisiyle “maddeci” temelde kavrayan ilk filozoftur.

İkincisi Giambattista Vico (1668-1744)’dur. Vico, düşünce tarihinde yeri tam olarak anlaşılmayan talihsiz filozoflardan biridir. Oysa tarihte insan pratiğinin (dolayısıyla emeğin) temel rolünü görebilen sayılı filozoflardandır. Bir 17. yüzyıl filozofu olarak onu daha çok çağdaşı Descartes gölgelemiş olmalıdır. 

Vico, yaşadığı döneme egemen olan düşüncelere boyun eğmeyip kendi özgün görüşlerini ortaya koyarak modern tarih, kültür, insanbilim ve söylembilgisi felsefelerinin öncülüğünü yapmış bir filozoftur. Doğa bilimlerinin başarılarının salt Descartes’ ın usçu “tümdengelim yöntemine” atfedildiği, Kartezyen (Descartes Felsefesi) düşüncenin egemen olduğu bir dönemde yaşamasına karşın Vico, “Yeni Bilim” adlı eserinde, Kartezyen yöntemle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan tarih ile diğer toplum bilimlerini kaynaştıran “tarih temelli bir insanlık bilimi” oluşturmuştur.

Descartes’ın “düşünmeyi” temel alan felsefesine karşı yapmayı, eylemeyi öne çıkarır. Ona göre “Ancak yaptığımız ya da yarattığımız şeyleri kesin olarak bilebilirdik. Gerçek olan yapılandır -Verum Factum” önermesi onun tarih felsefesini özünü oluşturur.

Vico, eserine de adını verdiği “Yeni Bilim” tarihi gerçek bilim saymakla eylemi pratiği temel alışıyla Marksizm’in praksisine çok yakındır.

Üçüncü olarak Hegel’in tarih felsefesi de önemli bir yerde durur. Tarih, Hegel’e göre; “İnsanlığın doğrultusuzluktan uzak bir şekilde sürekli devinim halinde olduğu bir süreçtir.” Evrendeki tüm oluş, varlığın gerçekleşmesi, İdeanın edimselleşmesidir. Buradan hareketle tarihsel bir süreç olarak insan oluş içinde kendi özgürlüğünü gerçekleştirir. Tarih temel olarak insanın kendini gerçekleştirmesidir.

“Dünya tarihinin tinsel zemin üzerinde geçtiğine dikkat etmemiz gerekir. Dünya, ruhsal ve fiziksel doğayı kendisinde bir araya getirmektedir” diyerek tarihi insanın doğası, insanın toplumsal-ruhsal tarihi içinde değerlendirir, Hegel için “doğa” ve “tarih” dolayımlı ilişki içindedir. Doğa tarih içinde korunarak aşılır. 

Hegel’in tarih felsefesi, bilimlerin bilimi, düşünmenin düşünmesidir. Hegel için tarih felsefesi, en genelinde’ “felsefi dünya-tarihi”dir. “Felsefi dünya-tarihinin amacı, tarih de ide’nin bilgisi”dir.

“İnsanın “ide”si özgürlüktür. Bu idenin gerçekleşmesi, demek ki özgürlüğün gerçekleşmesidir. Özgürlük dünyada araçlarla ortaya çıkar, tarihte görünür olur. Bu araçların neler olduğu sorusu, bizi tarihin görünüşüne götürür. “Tarihe daha ilk bakış, insanların gereksinimlerinden, tutkularından, ilgi ve çıkarlarından, erişmek istedikleri ideal ve ereklerden, karakterleri ile yeteneklerinden doğan davranışları gösterir. Dünyada tutku olmaksızın hiçbir büyük şey meydana getirilmemiştir.”  Felsefesindeki “tarihsellik” kavramsallaştırması ayrı bir önemdedir.

Marksizm ve Tarih

Marksizm’in kurucu önderlerinden biri olan Engels, doğanın insanlaşması, emeğin insan doğasını değiştirmesi sürecini yazılarında bilimsel temelleriyle ortaya koymuştur. Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü adlı eserinde “insan-emek- doğa” diyalektiğini bilimsel ve etkili bir üslupla açıklar:

“O [emek], insanın tüm varlığının başlıca temel koşuludur ve belirli bir anlamda bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanı bizzat yaratmıştır demeliyiz.”

Emek sayesinde elin gelişimi bir bütün olarak vücudun gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır:

“Demek ki el yalnızca emeğin organı olmakla kalmaz aynı zamanda emeğin ürünüdür. Her seferinde yeni işlere uyum sağlayarak, böylelikle edinilmiş özel kasların, kas bağlarının ve uzun zaman dönemlerinde de kemiklerin kalıtımıyla ve kalıtımla elde edilen bu iyileşmiş özelliklerin gittikçe daha karmaşık ve yeni işlere hep yeni bir biçimde uygulanmasıyla, insan eli, Raphael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini ve Paganini’nin müziğini yaratabilmesini mümkün kılan üst düzey bir mükemmellik kazanmıştır.”

İnsan sadece doğal bir varlık değildir. O aynı zamanda toplumsal varlıktır. İnsan bir kere insan olduktan sonra artık sadece tek tek insan değil toplumsal ilişkiler içinde toplumsal bir varlık haline gelmiştir. Çünkü insanlar kendi geçimlerini üretirken dolaylı olarak kendi maddi yaşamlarını da üretirler. Engels, “önce emek, ardından onunla birlikte gelen net konuşma”nın insanın bilincinin dönüşümün, toplumsal varlığının oluşumunun iki önemli dürtüsü olduğunu belirtir.

Marx ve Engels; Marksist tarih anlayışını “bireyin tarihteki rolü” tarihte sınıflar savaşının değiştirici gücü bağlamında oluşturmuşlardır. Marksist tarih anlayışı, “tarih felsefesi” tarihsel materyalizmdir.

Tarihsel materyalizm; insan- doğa-toplum ilişkisini somut-tarihsellik içinde maddeci ve diyalektik bir felsefi bakışla temellendirir. Her şey somut gerçeklik içinde tarihselleştirilir. Birey, emek, sermaye insan, özgürlük, bilinç, duygu, toplumsal varlık vb. her şey tarihsel süreç içinde gerçekliğini bulduğunu ortaya koyar.

Marx, “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar” diyerek insanın tarihi kendi nesnelliğini gözettiği yerden yaratabileceğini/yapabileceğini vurgular.

İnsanlık tarihi öncelikle “yaşayan insan bireyleri”ni varsayar. Tarihsel ve toplumsal düşünsel analiz bu yaşayan bireylerin varoluş koşullarını kendisine temel aldığı şey maddi faaliyettir; ya da emektir. Almak zorundadır. İnsan edilgen varlık değildir. Yaşam koşullarına müdahale eder ve onları dönüştürür. En genel ve soyut düzeyde insan ile insanın yaşam koşulları arasındaki karşılıklı etkileşim maddi faaliyet; ya da emektir. Tarihin özü insanın emeğiyle gerçekleşir. Marx’a göre tarih, insanı kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanan ayrı bir birey değildir; tarih amaçlarını kovalayan insan etkinliğinden başka bir şey değildir. (Grundrisse)

Marx ve Engels özellikle Alman ideolojisi ve Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu kitaplarında insan-tarih diyalektiğini tahlil ederler. Tarih bilimine en büyük katkıları toplumlar tarihini “üretim-yeniden üretim” tarihi olarak belirlemeleridir. Toplumu, insanı, doğayı ve emeği maddeci kavrayarak ulaştıkları bu tespiti yetersiz bularak başka sorular da sorarlar. Can alıcı sorulardan bir tanesi de “Tarihsel süreç içinde toplumlar neden değişir?” sorusudur. Buna cevap duru ve kapsamlı olarak Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabının önsözünde gelir:

“Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuksal ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”

Burjuva tarihçilerin, bireylere, rastgeleliğe, kahramanlıklara, ya da nüfusa bağladılar. Marx bilimsel temelde kitlelerin devrimci gücünü gören yerden toplumsal değişimi; “üretici güçler-üretim ilişkileri” arasındaki ilişki ve çelişkinin içinde tarifler.

Kıvılcımlı ve Tarih 

Marksizm’in yolunda Dr. Hikmet Kıvılcımlı, yaptığı tarih araştırmaları sonucunda yazdığı Tarih Tezi kitabıyla Marksizm’e geliştirici ve özgünleştirici bir katkı sunmuştur.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tarih çalışmaları, genel olarak Marksist tarih görüşünün yanı sıra Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısının açıklanmasına yönelik bir özel tarih (Osmanlı) araştırmasıdır. Bu tarih araştırmasında Kıvılcımlı’nın Marksizm’in kaynaklarının dışında en çok itibar ettiği kaynaklardan biri İbn-i Haldun’un Mukaddime’sidir. Diğeri de Lewis Henry Morgan’ın Eski Toplum eseri olmuştur.

Marksizm tarih anlayışını özellikle Hegel’in tarih felsefesi ve Feuerbach’ın kaba materyalizm anlayışının yansıması olan insa a bakışının eleştirisi üzerinde şekillendirmiştir. Genel olarak baktığımızda tarihte insanın, insan emeğinin, maddi yaşamın üretiminin materyalist yorumu tarih anlayışında nitel bir dönüşüm yaratmıştır. Toplumların değişiminde karşıt sınıfların çatışmasının neticesinde devrimci dönüşümler bilimsel temelde aydınlatabilmiştir. Bu da tarihin, Marx’ın formüle ettiği üretici güçlerle üretim ilişkilerinin zıtlığında geliştiği genel sonuçlarına götürmüştür.

İşte Kıvılcımlı tam buradan hareket ederek Antika tarih (M.Ö. 5 bin- M.S. 14. yy’lar arası) boyunca medeniyetlerin yıkılıp değişmesini sağlayan nedenleri araştırmıştır.

Medeniyet-Barbarlık ilişkisini (diyalektiğini) ve dolayısıyla medeniyetlerin kuruluş ve yıkılış kanununu açıklamak için kullanacağı önemli bir araç “üretici güçler”dir. Kıvılcımlı üretici güçleri 4 başlık altında toplar: 

1. Teknik üretici güçler, 

2. Coğrafya üretici güçleri.

 3. Tarih üretici gücü (gelenek-görenek) ve 

4. İnsan üretici gücü (kolektif aksiyon)

Sosyal devrimler-tarihsel devrimler ayrımı yaparak modern toplumlarda sosyal devrimler (burjuva- proletarya sınıfları), antika medeniyetlerde bu barbarın eski medeniyetleri yıkarak ya yeni bir medeniyetin kurulmasının ya da medeniyet açısından bir Rönesans’ın ortaya çıkmasının kanunlarını temellendirir.

Sosyal devrimlerdeki insan ve tekniğin değiştirici gücüne, tarihsel devrimler de tarih (gelenek, görenek) ve coğrafya üretici gücü günümüzde “komün gücü” dinamikleri olarak “inançlar”, “ulusal sorun” olgularına; despotik devlet egemenliğine karşı demokratik devrim, demokratik cumhuriyet mücadelesine de ışık tutan önemli bir tarih bilincidir.

Toplumsal Varlığın Ontolojisi ve Emek

Felsefede ontoloji; varlık bilimi demektir. Başka deyişle varlığı konu edinen felsefe dalıdır. Latince “Ontos” (varlık, var olma) ve “logos” (bilgi, bilim) sözcüklerinden türemiştir. Ontoloji, varlığı varlık olarak inceleme bilimidir. Gerçekliği, şeyleri; “madde-bilinç”, “özne-nesne”, “öz-biçim” ilişkisi ve çelişkisi içinde inceler.

Ontolojinin ikinci ve önemli anlamı da bütünsel bakıştır. 20. yüzyıl filozofları da ontolojiyi bu yönüyle ele alırlar. N. Hartman, j.P. Sartre, M. Heidegger, A. Gramsci G. Lukacs, H. Holz bu temelde teorik çalışmalar yapmışlardır. Filozoflar, maddeci, varoluşçu, Marksist bakışla “bütünleştirici” bir toplumbilim teorisine ulaşmaya çalışmışlardır. Özellikle 20. yüzyılda bilimin, teknolojinin devasa gelişimini de kaynak alarak felsefeyi, ontolojiyi yok sayarak ya da düşünce tarihinde “madde-bilinç meselesi çözümlendi”  diyerek ontolojik düşünme değersizleştirilmiştir. Önceleri “Pozitivist ve pragmatist” felsefelerin çerçevesinde düşünülüyordu; şimdilerde post-modernist felsefelerin çerçevesinde düşünülmektedir. Bu anlamıyla pozitivist, dogmatik felsefelere karşı özellikle N. Hartman, Gramsci, Lukacs, Holz’un çabaları önemlidir.

Bu bilgilerden sonra emek, kendi süreci, toplumsal varlık ve “doğa varlık” alanı içinde nasıl değerlendirilmelidir?

Maddeci, Marksist tarih anlayışında emek en temel ontolojik bir kategoridir. Bu bakışla, birey olarak İnsanın, toplumun, doğanın birbiriyle ilişkisi emeğin “dolayımında” bir bütünsellik halini alır. Marksist ontolojide maddi emek aracılığıyla insanın özü nesnelleşir; tarihsel ve toplum izlek içinde oluşur. 

Marx ve Engels’in maddeci tarih anlayışlarını “mekanik” ve “metafizik” maddecilikten (L. Feuerbach materyalizmi) özenle ayırmışlardır. Onlara göre; Feuerbach materyalizmi, “insanın nesnel dünyada kök salmış ve dolayısıyla da hem nesne hem özne üzerinde dönüştürücü bir etkisi olan üretken faaliyetin(emeğin) önemini” gözden kaçırmaktadır.

Emek, insanı hayvandan ayıran, özgül niteliği belirleyen gerçek bir “ontolojik sıçrama” yı oluşturur.

Lukacs ve Ontoloji

Lukacs, Marx, Engels ve Lenin in felsefi bakışını yeni bir boyuta taşır. Özellikle Toplumsal Varlığın Ontolojisi kitabında emeği yeniden derinlikli olarak ele alır.

Lukacs kitabında üç varlık alanı tarif eder. Bunlar, anorganik doğa, organik doğa ve toplumsal varlıktır. Bu üç alan arasında bir “tabiiyet” ilişkisi olmadığı gibi, bir mutlak kopukluktan da bahsedilemez. İnsanlar birbirinden ayrılamayacak şekilde biyolojik ve toplumsal varlıklardır. Lukacs bu perspektifle, insan faaliyetini doğa-insan ilişkiselliği üzerinden temellendirirken, faaliyetleri tek yanlı ekonomik ve/veya doğa faaliyeti indirgemeciliği olarak da görmez.

Lukacs insanın varoluşsal konumunu ortaya koyarken ontolojik kategori olarak emek ve teleolojiyi (amaçsallık, tasarım, erekbilim) öne çıkartır. Emek yoluyla, yeni bir nesnelliğin doğuşu (toplumsal varlık) olarak, maddi bir varlıkta (doğada) “teleolojik bir koyutlama” gerçekleşir.

Doğada, doğa varlık alanında “nedensellik” temelli ilişkisellik süreci varken; teleolojiye yer yoktur. Ancak genelde insanın toplumsal varlık alanında ve özelde emek sürecinde ereksellik vardır:

“Biz, emeği, salt insana özgü biçim içerisinde ele alıyoruz. Örümcek işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu imgesinde kurabilmesidir. (Marx, 2000: 181)

Lukacs’a göre hayvanların bilişsel davranışları olsa da bunlar biyolojik-nedensel bir davranışın uzantısı olarak gerçekleşmektedir. İnsanlar ise hayvanlardan farklı tasarımla(telos) emek faaliyeti yürütür. İnsanlar doğayı ve ikinci doğası olan toplumu bu koyutlama(setzung) yani amaçlı tasarımlara uygun olarak dönüştürürler. Einstein’ın “Hayaller gerçeklerden öncedir” dediği gibi insan; emeğiyle “hayal ettiği gerçeği” “nesnel gerçeğe” dönüştürür. O nesnel gerçeklik aynı zamanda kendi belirlenimini oluşturan bir diyalektik içindedir.

“Emek tam da doğası gereği, insanla(toplum) doğa arasındaki ve dahası organik doğanın yanı sıra inorganik doğayla (alet, hammadde, emek nesnesi) da bir değiş tokuş ilişkisidir. (…) Emek veren insanın saf biyolojik varlıktan toplumsal varlığa geçişini karakterize eder” (Lukacs) Emeğin yaratıcı dönüştürücü gücü buradan gelir. Güneş ışığının mercekte yoğunlaşıp ateş olması misali “tasarı, akıl, amaç” emekte yoğunlaşır, her şeyi değiştiren güce dönüşür.

Lukacs Ontoloji’sinde emeği “teleolojik bir koyutlama” ekseninde temellendirdiği gibi; onu “toplumsal pratiğin modeli” olarak da ortaya koyar. Bunda kastettiği ise emeğin bir grup bilinci ve iş birliğiyle toplumsal pratiğe dönüşmesidir. Toplumsal pratik, sadece üretim(emek) süreciyle sınırlı kalmaz, bir düşünce, bir dünya görüşü(ideoloji) ve dünyayı değiştirme biçiminde seyreder. Lukacs, “Kendi başına alınan emekte, teorinin koşulsuz ölçütünü pratik sağlamaktadır.” diyerek düşüncesini özetlemektedir.

Yabancılaşma

Yaşanılası dünyanın
Ne tadı ne tuzu kaldı
Ömür denen şu zamanın
Çoğu gitti azı kaldı

Dertli Divani’nin varı
Canandır canın öz yâri
Geçti bu devrin baharı
Ne yazı ne güzü kaldı

Marx’a göre yabancılaşma, insanların insan doğası özelliklerinden uzaklaşmasıdır. Yabancılaşma, ücretli emek- sermaye ilişkisinde içkin olarak vardır. Marx, yabancılaşmayı dört “bakış açısından” görmektedir. Yabancılaşma:

  1. İnsanın kendi ürettiği ürünle olan ilişkisinde,
  2. İnsanın kendi üretkenliğiyle olan ilişkisinde,
  3. İnsanın kendi türsel varlığı ile olan ilişkisinde,
  4. İnsanın diğer insanlarla olan ilişkilerinde ortaya çıkmaktadır.

Bincisinde; işçi ürettiği ürüne, ikincisinde kendi faaliyetine, emek sürecine yabancılaşmıştır. Üçüncü boyutu, insanın türsel-varlık olarak kendine, türünün özgüllüğü olan bilincine yabancılaşmasıdır. Dördüncüsü ise kendi türsel varlığına yabancılaşan insanın, buna bağlı olarak toplumsal ilişkilerine yabancılaşmasıdır. Kendi toplumsallığına yabancılaşmasıdır.

Kapitalist toplumda işçinin ücretli emek süreci bu dört yabancılaşmayı yaşar. Marx görüşlerini şöyle sürdürür; “ …Özel mülkiyet bizi öylesine aptal ve tek yanlı hale getirdi ki, bir nesnenin, ancak bizim için bir sermaye olarak var olduğunda, ya da ona doğrudan sahip olduğumuzda, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde, içinde yaşadığımızda vs. kısacası onu kullandığımızda onun bizim olduğunu düşünürüz.”

Marx’a göre, insanın özünü belirleyen şey, onun aynı anda hem özgül olanın hem de genel olanın, ya da aynı anda hem birey hem de sosyal bir varlık olma özelliklerinin birliğidir; Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda benimsediği terim kullanılırsa, insan, “kendisine var olan, yaşayan bir tür olarak baktığı için, kendisine evrensel ve bu yüzden de özgür bir varlık olarak baktığı için”, bir türsel varlıktır [species-being] (Marx). Buradan hareketle insanın türsel varlığının insanın bireysel varlığına araçsallaşması olarak da tanımlanabilir yabancılaşma.

İnsan olmanın temel ontolojik belirlenimi üretim faaliyetidir; ancak kapitalist üretim koşulları, yabancılaşmış emek/özgür faaliyet karşıtlığını doğurmuştur. Marx’a göre insanın özgür faaliyeti, insanın türsel varlığını “özgürce gerçekleştirmesiyle” mümkün olacaktır.

Yabancılaşma farklı açılardan farklı düşünürlerce çözümlenmiştir. E. Bloch; Umut İlkesi kitabında; yabancılaşmayı “Hayatta kalmak için hayatını tüketmek” olarak açıklar. Lukacs’a göre ise yabancılaşma, emeğin doğasında olan teleolojinin (amaç) kaybolmasıdır. Lukacs  görüşünü Kant’ın organik doğa için söylediği “amaçsız amaçlılık” deyiminden yola çıkarak ifade eder, kapitalizmde insanın emek sürecinin “amaçsız amaçlılık” içinde seyrettiğini söyler. İbn-İ Haldun da yabancılaşmayı “ibadetleşmiş emek” olarak açıklar.

Emek, Özgürlük ve Birey

Emek vererek üretilmiş nesne, insanın bireyselliğini dışa vurur, onun nesnel elle dokunulur uzantısıdır. Özünde emek, insanın özgül etkinliğidir; kişiliğinin belirtisi ve yaşamın zevkidir. Ücretli emek- sermaye ilişkisinin olmadığı bir dünyada mümkündür böylesi bir emek etkinliği. Bu etkinlik, yabancılaşmış emeğin özgür bireysel faaliyet haline dönüşmüş halidir.

“Emek özgürlüğün ön koşuludur” der Karel Kosik ve ekler: Birey emekle kendini ve dünyayı yaratır. İnsan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında toplumsal ilişkiler bütünüdür” (Marx, 1992, 22).

Burada ifade edilen öz, bireyleri dilsiz, etkileşimsiz bir genellik içinde değil tam tersine; doğanın insanlaştırılması ve toplumsallaştırılması yoluyla aktif olarak oluşturulan bir özdür. Evrenseldeki birey; bireydeki evrensel olma özüdür. En özgür bireyselliğin, en bağımlı toplumsallığa bütünleşmesidir. Canlı, hareketli diyalektik etkileşimidir. Marx insanı “siyasal hayvan” olarak nitelendirdikten sonra “… salt bir sürü hayvanı değil, kendini ancak toplum içinde bireyselleştiren bir hayvan” (Grundrisse) olarak tanımlayarak konuya derinlik getirir.

Emek ancak insanın insanlaşması, gereksinim ve potansiyellerinin bir ifadesi olarak olduğu ölçüde kurtuluştur. Bireyin gerçek özgürleşmesi kendini gerçekleştirmesi; toplumsal varlık alanında nesnelleşmesi eylemidir emek.

Emeğin İdeolojisi

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız kralların adını yazar.

Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?

Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar

Altınlar içinde yüzen Lima’nın?

Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?

E bir aşçı olsun yok muydu yanında?

Neden “tarihi yapan emektir” deniyor da tarih, kralların, sultanların, beylerin adıyla çağrılıyor? Ve var olan her şeye etki edip onu dönüştüren çalışma ve emek ise, neden, çalışma ve emek harcayanlar(emekçiler) tüm insanlık tarihinde hak ettiği bir toplumsal öneme sahip değiller? Neden emek harcamak doğal ama emekçilik aşağılanan bir şey olur, neden emek en “yüce” değer ama emekçilik en görünmez kılınmak isteniyor?

İşte tam da burası! Marx’ la; o çok sevip etkilendiğimiz Aristoteles’in, emeği bütün değerlerin kaynağı ve ölçüsü sayan Locke, Smith ve Ricardo’nun liberalizmlerinin, Hegel’in “emeğin tarihselliği”nin, Engels’in “tarihteki emeğin” rolünün buluşmasının bittiği nokta… İşte burada ideoloji devreye girer; yani sınıflar savaşı…

Emeğin ideolojisi “yabancılaşmadan” özgür emeğin üretim sürecine hâkim olmasıdır. Kapitalizmde insanın “insanlık”ını bulma bularak özgürleşme mücadelesidir.

Emeğin/emekçinin kurtuluşu yine “emeğin ontolojik gerçekliğini” pratikleşmekten geçmektedir. Lukacs’ında söylediği gibi “Emek”te içkin olan toplumsal pratiğin/özgürlüğün ideolojik modeli saklıdır.

Aristoteles, emeğin özünde iki bileşenin var olduğunu belirtir. Birisi düşünme(noesis) diğeri üretme(poesis) bileşenidir. Noesis bir hedef koymaya ve bu hedefin nasıl gerçekleştirileceğini düşünme ve araştırmaya hizmet ederken; poesis, koyutlanan hedefin pratikte gerçekleştirilmesidir. Bu alıntı Aristoteles’in düşünce ve davranış bütünlüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Aristoteles’in bu tespiti, Marx ve Engels’in Feuerbach üzerine 2.tez deki şu; “Toplumsal yaşamın tümü özü itibarıyla pratiktir. Kuramı mistisizme götüren tüm gizemler, kendi rasyonel (akla dayalı/uygun) çözümüne insan praksisinde ve bu praksisin kavranmasında kavuşur.”  belirlemeleriyle uyuşmaktadır.

Toplumsal kurtuluş ya da insanın özgürleşme süreci bir praksis ruhu gerektirir. Praksis insanın pratik eylemselliğidir. Ancak kapsamı geniş bir insan pratiğidir. Pratiğin insanlarla ilişki içinde, yaratıcı, amaçlı olarak gerçekleştirilmesidir. Praksis, gerçek ve derin anlamını “Şimdiye kadar bütün filozoflar dünyayı yorumlamakla kaldılar, asıl sorun onu değiştirmektir” tezinde bulmaktadır.

E. Bloch; “Umut öğrenilir, öğretilir, umudun mayası ise özgür emektir” ve  “Umut bilinci ancak, umut işçiliğiyle yaratılır” der. Aynısını özgürlük içinde söyleyebiliriz; özgürlük de ancak, özgürlük işçiliğiyle yaratılabilir. 

Midas’ın Altınları

İnsanlığın düşünce tarihinde “mitoloji” günümüze de ışık tutmaya devam ediyor. İşte onlardan bir tanesi de Dionysos ve Midas’ın hikâyesidir. Anadolu’da Gordion Kralı Midas çokça bilinir. Genellikle halk dilinde “Midas’ın Kulakları” hikâyesi bilinir ve anlatılır. Ama Midas’ın Dionysos’la bir hikâyesi vardır ki tam da günümüz “kapitalizmini” çok iyi anlatır. 

Hikâyeye göre; canlı emeğin, şarabın, sanatın tanrısı Dionysos ve arkadaşları Frigya yaylalarında oradan oraya dolaşırken, yaşlı Silenos yorulur ve bir ağaç gölgesinde uyuyakalır. Bulanlar onu aşağılayarak Kral Midas’a getirirler. Midas, Silenos‘u on gün krallar gibi ağırlar ve Dionysos’a götürür. Tanrı çok memnun olur ve Midas’a “Dile benden ne dilersen” der.

Midas; “Her tuttuğum altın olsun” diye yanıtlar. Midas’ın her tuttuğu hakikaten altın olur. Kral çok sevinçlidir. Akşam olur, büyük bir iştahla sofraya oturur. Evet, her tuttuğu altın olmaktadır. Ekmeği, yemeği hatta sevmek için sarıldığı güzel kızı da altına dönüşmüştür…”

Günümüz kapitalist düzenin dünyaya yaptığı bu değil midir? Dünya gezegeninde “her tuttuğunu” paraya, ranta çeviren şirketlerin, devletlerin düzeninde yaşıyoruz biz de. Anadolu coğrafyasını, deresini, dağını, zeytinini, portakalını “maden- enerji rantına” kesen, tuttuğunu siyanür zehrine boğan; Cengiz Holdinglerin, Koç, Sabancı Holdinglerin para hırsında sömürülüyoruz.

Covid-19 pandemisi, doğanın “kapitalist sistemde” öcünü alması değil midir? Kapitalistler “her tuttuğum altın olsun” dedikçe dünya gezegeni de ölüm saçıyor, yaşama mezar oluyor…

Felsefe, Emek ve Proletarya

Son sözlere yaklaşırken yazının başına dönüp oradaki soruyu cevaplandıracağımı söylemiştim. Hani şu “defne ormanı” şiirindeki, “felsefe ve köle”, “emek-felsefe” çelişkisi meselesine…

Şöyle devam eder şiir:

Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin felsefesi

Ve sahipsiz felsefenin ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi

Günümüz kapitalist toplumlarında felsefe ekmeği yemesin diye kim yapacak emeğin ekmeğin felsefesini? Emek sorunu tarihin öznesi sorunudur, tarihin öznesinin kurtuluş felsefesi sorunudur.

Emek, emekçinin “doğanın insanlaşması” sürecinin özgürlük sıçramasıdır. Bundandır ki kendi felsefesini yine kendisi yapacak. Özgürlük ancak başkası için değil “kendisi için” var olan insanın özelliği olabilir.

Eylemli insanın tarihsel etkinliği olarak emek proletaryanın düzeni değiştirme praksisidir.  Felsefe ve proletarya bu etkinlik içinde Marx’ın dilinde şöyle buluşur: “Nasıl ki felsefe proletaryada maddeselliğini buluyorsa, proletarya da felsefede zihinsel silahlarını bulmaktadır.”

İnsanı tarihin öznesi yapan emeğidir. Proletaryayı da yaşadığımız çağda “tarihsel özne” yapan kendi emeğidir. Gelişme ve hareket karşıtların mücadelesidir. Ve bütün mesele; kapitalist düzendeki emek sermaye çelişkisini görebilmekte… Emeğin felsefesini yapmak burada başlayacaktır.

Proletarya, emeğinde, zanaatçılığın fütüvvet(savaşçı) ruhunu, sanatçılığın isyan “güzel sanatı” neşesiyle bütünleştirdiğinde özgür bir dünya yaratabilecektir.

Yararlanılan Kaynaklar:

1.Toplumsal Varlığın Ontolojisi/G.LUKACS

2. Sivil Toplum ve Ötesi/ Gülnur ACAR-SAVRAN

3. Doğanın Diyalektiği/F.ENGELS

4.Kapital 1,2, 3.Cilt/K.MARX

5.Grundrisse /MARX

6.Devrimin Cebiri/H.H. HOLZ

7.Yabancılaşma/ B. OLLMAN

8. Çalışma İdeolojisi/ Arif ARSLAN

9. Metafizik /Aristoteles

10. Aristoteles/ D. ROSS

11.Aklın İsyanı/ A. WOODS- T. GRANT

12.Emek ve Tekelci Sermaye /H. BREVERMAN

13. Marksizm ve Tarih/C. HİLL

14.Felsefenin Çağrısı /N. UYGUR

15. Doğan Göçmen- Felsefe yazıları

16. Tarih Devrim Sosyalizm/ H. KIVILCIMLI

17. Klasik Yunan Mitolojisi/ Ş.CAN

18. Grundrisse’den Kapitale Patikalar/ Melda YAMAN-SAV Yayınları