Ekonomi Politiğin Otokrasisi İnşa Edilen Emek Rejimi

Marx “Sermaye, birikim koşulları oluştuğunda geriden geriye her şeyi kendisine hizmet ettirmeye koşullandırır.” der.

Neoliberal birikim, kendi sürecini tamamlamış, ancak yerine geçecek bir birikim modeli önerememiştir. Dolayısıyla, sermaye içinde bulunduğu krizi çözmekten ziyade kendisini siyasal olarak yönetme kapasitesi kazanma arayışı içinde.

Tercih Değil Yapısal Sorun

AKP iktidarının uyguladığı tüm programlarda ihracata dayalı büyüme modelinde ısrar etmesinin nedeni, Türkiye kapitalizminin yapısal durumudur.

Türkiye kapitalizminin gelişmesinde, 1960-1980 arası içe dönük ithal ikameci sanayileşme stratejisi izlerken 70’lerde yaşanan yapısal krizlerle beraber Türkiye sermayesi 70’lerin ikinci yarısından itibaren mal ve sermaye mallarına bağımlı hale gelmiştir. Bu durum cari açığın artması, dövize yönelik talebin artması, fiyat kontrollerinin kaldırılma ihtiyacının doğması gibi yapısal sorunları beraberinde getirmiştir. Bu sorunları aşmak isteyen sermaye 80’lerle beraber ihracata dayalı birikim stratejisine yönelmiştir. Sermaye bu yönelimiyle katma değeri yüksek, teknoloji yoğun üretim kapasitesini artırmak, dış ticaret ile döviz girdisini arttırmak ve ihracat ile ithalat dengesini ihracat lehine bozmak gibi programları hayata geçirmeyi önüne koymuştu.

Bu programa geçiş ancak askerî darbe eliyle neoliberal politikaların hayata geçirilmesiyle mümkün olacaktı. Böylece çalışma rejiminin esnekleşmesi sağlanacak, emeğin örgütlü gücü dağıtılacak, emeğin baskı altına alınmasıyla beraber sermaye önündeki engeller kaldırılacaktı. Tüm bunlar günümüze kadar uzanan çalışma rejiminin inşa sürecinin de önemli adımlarıydı.

Ancak, Erinç Yeldan’ın belirtiği gibi “İhracata dayalı sermaye birikim stratejisine geçilmiş lakin ihracata dayalı sanayi gelişmemiştir”. İktisat literatüründe sabit sermaye yatırımlarının bir ülkenin ekonomik büyümesine katkı sağladığı ve böylece ülkenin büyüme hızını artırdığı genel kabul görür. Bizde söz konusu ihracat gelirleri artarken, sabit sermaye yatırımları aynı oranda artmamış aksine ithalat girdisi artmıştır. Bu durum Türkiye’nin uluslararası iş bölümünde gelişmiş sanayinin aksine, ara mal ve sermaye malları ithalatını artırmasına ve en önemlisi emek yoğun işlerle beraber emeği ucuzlatmak için emeğe yönelik saldırılarını artırmasına neden olmuştur. Böylece Türkiye uluslararası sermaye piyasasına bu şekilde eklemlenen bir birikim modeline sahip olmuştur.

Ülkedeki “kalkınma” ve sermaye birikim süreci ucuz ve esnek çalışma dinamiği üzerine oturtulmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de sermaye birikiminin temel ve en baskın dinamiği ücretlerdeki baskı halini almıştır.

AKP Sermayeye Rüştünü İspatlıyor

2002 kriziyle beraber AKP iktidara geldiğinde iktidar bloğu açısından asıl soru, partinin Türkiye’de kapitalizmin gelişimi ve özel olarak da finans-kapital için sorun olup olamayacağına dair idi. Büyük sermaye Mili Görüş pratiğinden dolayı Erdoğan’a daha mesafeli dururken, AKP’nin ilk izlediği yol Derviş planına sadık kalmak ve neoliberal programı koşulsuzca hayata geçirmekti. Bu, Erdoğan için önemli bir sınavdı. Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları ve uluslararası iş bölümündeki mevcut konumuna bağlı olarak, sermaye ile bağları güçlendiren hamle 10 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu ile atıldı. Esnek çalışma biçimleri böylece yasallık kazandı.

Özellikle de ilk yıllarda OECD ülkeleri içerisinde en hızlı büyüme oranına sahip olma özelliğiyle beraber uluslararası (AB ile yapılan üyelik görüşmeleri) gelişmeler, sermaye içi fraksiyon arası uyuşmazlık olacağına dair şüpheleri kaldırdı. Erdoğan öncülüğünde AKP, sermayenin tüm fraksiyonlarının talebini karşılayacak bir hat inşa etmeyi başardı. Bu durum, AKP’yle birlikte yeniden oluşan iktidar bloğunun konsensüsü halini aldı.

Erdoğanist İslam ve Birikim Rejimi İlişkisi

AKP’nin -birlikte yekpare olmasa da- kendisini dayandırdığı hâkim sınıf, orta ve küçük işletmeler, büyük ölçekli işletmeler, esnaf ve atölye sahiplerinden oluşuyordu ve bunlar ağırlıklı olarak emek yoğun işlerin olduğu sektörler idi. Geçmişin tefeci-bezirgan kodlarını taşıyan bu sermaye sınıfı daha ağırlıklı Anadolu sermayesi olarak tanımlanmış, büyük sermayenin örgütü olan TÜSİAD karşısında MÜSİAD’ı kurarak kurumsallık kazınmıştır. Neoliberal birikim, esnek ve güvencesiz çalıştırma rejimiyle birlikte palazlanmış bu sermaye fraksiyonu, büyük pastadan daha fazla pay alabilmek için niteliksel ve niceliksel süreci tamamlamış; güç ilişkileri içerisinde yerini almak için kolları sıvamıştı. Böylece Erdoğan’la birlikte Siyasal İslam’ın sermaye birikimindeki rolü ve ölçeği genişlemiş oldu.

2008 finansal krizi ve Gezi’yle birlikte Erdoğan tartışılır hale gelmiş ancak yenilmemiştir. Erdoğan buradan çıkmayı başarsa da işlerin eskisi gibi gitmeyeceği aşikardı. İktidar bloğu içerisindeki çatlak 15 Temmuz darbe girişimiyle beraber derinleşerek devlet krizi halini aldı.

Erdoğan hâkim sınıf fraksiyonu içerisine yeni ittifaklar ekleyerek devlet krizini aşmanın veya yönetebilmenin koşullarını oluştururken Siyasal İslam’ın hegemon güç halini alabilecek hamlelerinin önü de açılmış oldu.

Erdoğanist İslam yorumu gitgide artan bir şekilde toplumsal ve siyasal alan içerisinde boy göstermeye başlıyor. AKP’nin kitle konsolidasyonunu sağlayan bu yapılar aynı zamanda devlet yönetiminde, kamu ihalelerinde, devlet teşviklerinde ayrıcalıklı biçimde gözetilerek yararlanabilmelerinin sonuçları oldu. Bu yapılar eğitim, sağlık, nakliye, ticaret, inşaat ve taşımacılık gibi işlerde önemli sermaye birikimleri sağlayarak holdingler halini aldılar.

Ancak tarikat ve cemaatlerin rolleri bununla sınırlı değil. Erdoğanist İslam’ın asıl rolü ise Türkiye’de özelikle yeni emek rejiminin kurulması için sermaye ile uyumlu bir iş birliğinin geliştirilmesiydi. Emek Çalışma Topluluğu’nun yaptığı bir araştırmada Türkiye’de emekçilerin önemli bir kısmının toplumsal sınıf aidiyeti sorusuna kendisini Müslüman olarak tariflemesinin önemli olduğunu kaydetmek gerekir. Bu verinin özellikle de Türkiye kapitalizminin gelişmesinde önemli bir yer kaplayan organize sanayi bölgelerinde net olarak görebilmekteyiz.

Bu, genel seçimlerde yapılan “Boş tencere iktidarı değiştirir” gibi süreci beklemeye alan tartışmalarda olduğu gibi sığ yaklaşımlara karşı önemli bir veridir. Erdoğanist İslam; neoliberal devletin eğitim, sağlık, barınma gibi sosyal güvenlik ve adalet alanlarından çekilmesiyle oluşan boşluğu doldurmak gibi bir işlevi de var. Yoksul halk kesimlerinde temel ihtiyaçlara erişememenin yarattığı boşluğu sadaka yoluyla Erdoğanist İslam doldurmuştur. 

Ranta Dayalı Büyümenin Ardındaki

Marx; Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde “Emek her türlü zenginliğin kaynağı değildir. Emek kadar doğa da kullanım değerleri üreten bir kaynaktır; zaten emeğin kendisi de bir doğa gücünün, insanın işgücünün tezahüründen başka bir şey değildir.” der. Kapitalizmin krizi derinleştikçe sermayenin yardımına doğanın yağması koşuluyor. 6 Şubat depremleri sonrasında yaşanan felaketi sermaye adına fırsata çevirmek zor olmadı. Depremin hemen akabinde rant yasası olarak bilinen, Kentsel Dönüşüm Yasası’nın meclisten geçmesiyle birlikte Türkiye sermayesinin çok iyi bildiği el koyma ve yağma birikim rejimi devreye girmiş oldu. İktidar, yerel seçimler yaklaşırken kentsel dönüşüm ve kent rantının yeniden dağıtılması üzerinden sermaye birikim krizini ötelemeye çalışıyor. Öte yandan sermayeye kaynak aktarımı üzerinden parasal sıkılaştırmanın yaratmış olduğu daralmayı buradan genişletme telaşındalar.

El koyma ve yağma şeklindeki gerçekleşirken bu rantın arkasında devasa şekilde değeri açığa çıkaran doğa ve emek gücü sömürüsü vardır. Rant büyüdükçe artık-değerin, kâr ve faiz gibi diğer parçaları kaçınılmaz olarak küçülür. Diğer bir açıdan bakınca ranta dayalı birikim tarzı artık-değer üreten birikim tarzlarına bağımlıdır. Özelikle de Türkiye’de ucuz işgücü denildiğinde ilk akla gelen sektörlerden emek yoğun işler olan enerji, inşaat, maden olması tesadüf değildir. Genel anlamda muhalefet iktidarın rantı bölüşürken rantın dağılımına odaklanırken, o rantı açığa çıkaran sömürü düzeni ıskalanıyor.

En Büyük Saldırı: Kalkınma Planı

Orta Vadeli Kalkınma Planı olarak bilinen uygulama yerel seçim sonrasında uygulamaya konulacak. Olası senaryolar üzerinden düşünüldüğünde çok ciddi bir saldırı dalgasının emekçileri beklediğini söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.

İçeriği tamamen neoliberal ilkelere dayalı olan saldırı dalgası, hâlihazırda uygulanan neoliberal programın dikey olarak uygulanmasına dair başlıklar içeriyor. İktidar tarafından açıklanan tüm programları yurttaşların acı bir şekilde deneyimlediği reçeteler ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Çalışma rejiminde önemli değişiklikler sağlayacak yeni çalışma yasasıyla birlikte düşünüldüğünde saldırının çok kapsamlı bir saldırı olduğunu görmek gerekiyor.

Yeni İş Kanunu ve Esnek Çalışma

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, “Türkiye Yüzyılı’na yakışan bir iş kanunu ve çalışma hayatı konusunda da elimizden geleni yapacağımızı belirtmek isterim.” sözleriyle yeni çalışma rejimini müjdeliyor.

Esnek çalışma, 12. Kalkınma Planı içerisinde yer almıştı. Şimdi bu duruma yasal kılıf geçirilmek isteniyor.

Sermaye, emekçilerin kazanılmış haklarını birer birer ortadan kaldırarak ve sömürü oranını artırarak esnekliği sınırsız hale getirme politikasını kesintisiz biçimde sürdürüyor. “Çalışma sürelerinin düşürülmesi” manşetinin ardında yatan ise tam çalışmayı sınırlandıran, emekçilerin hâlen var olan kimi yasal haklarının ellerinden alınacağı yeni bir hamlenin hazırlığı olarak görülebilir. Çalışma süresi kısalması üzerinden müjdelenen yasa ile aslında çalışma yaşamının esnekleşmenin kalıcılaşması istenmektedir.

AB İstatistik Ofisi’nin 2022 yılında yaptığı araştırmaya göre bazı ülkelerin çalışma saatleri şöyle:

Türkiye: 42,9 saat, Karadağ: 42,8 saat, Sırbistan: 42,3 saat, Yunanistan: 39,7 saat, Romanya: 39,7 saat, Hollanda: 32,4 saat, İspanya: 36,5 saat, İngiltere: 36,4 saat, Fransa: 36,2 saat, Almanya: 34,6 saat ve Norveç 34,1 saat. Görüldüğü gibi çalışma süresinin en fazla olduğu ülkenin Türkiye olduğu görülüyor. Türkiye’de sermaye birikiminin katma değeri yüksek sanayisindeki payı yüzde 3 gibi bir orana sahipken, genel birikimin emek yoğun işler üzerinden sağladığı düşünüldüğünde emeğin esnekleşerek yoğunlaşmasının sermaye açısından hayati bir yer teşkil ettiğini görüyoruz.

Kaldı ki Türkiye’de günlük çalışma süresi hesaplanırken part-time çalışma, evde çalışma ve esnek çalışma ile birlikte hesaba katıldığında tam çalışma günlük 14-16 saatler arasında süreye denk gelir.

Müjdelenen(!) bu yasayla beraber mevcut haftalık 35 saatlik tam süreli çalışma ortadan kaldırılacak. Bu yasa ile birlikte emeğin esnek ve güvencesizliği yasal bir zırh kazanacak ve buraya yasal olarak itiraz hakkı tamamen kaldırılacak. İşçiler ile sermaye arasında uzun süredir devam eden tazminat hakkı bu yasayla birlikte sermaye lehine çözülecek. Şimdi bu saldırı dalgasını geri püskürtmek işçi sınıfı açısından da hayati önem taşıyor. 

Sıkılaştırılmış Para Politikası

Bakan Şimşek’in ortodoks ekonomiye dair ısrarı ve “Ekonomiyi orta vadede kalıcı fiyat istikrarına ulaştıracağız.” söylemi ortodoks iktisadın temel belirlenimi üzerinden düşünülür. Ancak bunun doğru olup olmadığını savunmak ekonominin hangi sınıf adına yönetildiği ile doğrudan bağlantılıdır.

Enflasyon artışlarını sermaye kârlarını görmeden emekçilerin temel geçim araçlarına dair yaptığı harcamalar üzerinden görmek tamamen sınıfsaldır.

Ü. Akçay’ın belirtiği gibi “Enflasyonu körükleyen öncelikle döviz kurlarından gelen geçişkenlik, yani TL’nin değersizleşmesidir. İkinci olarak firmaların süper kârlarının sürüklediği fiyat artışları söz konusudur. Ve son olarak firmaların ücret ya da faiz gibi giderlerinin artmasının enflasyona yaptığı katkıdan dolayıdır.” Dolayısıyla ücretlerin enflasyona neden olduğu savının ortodoks iktisada uygun olup olmadığından ziyade, ekonomi politiğin sermayenin çıkarları adına yapıldığı görülmelidir.

Sermaye adına enflasyonu baskılamak için geriye en iyi bildiği yolu izlemek kalıyor: Emekçi halkın boğazını sıkmak. Böylece hem temel ihtiyaçları karşılanamaz duruma getirmek hem de iç talebin kısılmasıyla birlikte emekçileri işsizlikle sınamak. Sıkılaştırılmış para politikası denen şey krizi bir bütün olarak emekçilerin üzerine yıkmak üzerine kurulmuştur.

İşsizlik Fonu Gaspı 

İşsizlik Sigortası Fonu’ndan işsizlik ödeneği dışındaki işveren teşvik ve destekleri için ayrılan kaynak yüzde 30’dan yüzde 50’ye çıkarıldı. 23 Şubat 2024 tarihinde Resmî Gazete ‘de yayımlanan kararla 4447 sayılı yasanın 48/7 fıkrasındaki yetkisini kullanarak fondaki yüzde 30 olan işveren destek oranını yüzde 50’ye çıkarıldı.

Halihazırda işsizlik fonundan faydalanmak isteyen yaklaşık 30 milyon işsiz varken, sırf fona ulaşmadaki kriterler yüzünden fondan faydalanamıyor. Ancak sermeye için yasal düzenleme hiçbir engele takılmadan çıkabiliyor. İşsizlik fonu adıyla tanımlansa da kullanımı tamamen patron fonu olarak işlev görüyor.

İzlemek Değil Müdahale Etmek

İşçi sınıfının kendiliğinden hareketini tetikleyecek olan en önemli etken temel geçim araçlarına ulaşmadaki zorluktur. Ekonomik taleplerin daha baskın hale geçeceği bir sürecinin içinden geçiyoruz. İçinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasal atmosferi önemli oranda buradaki kazanımların genişlemesi veya kazanılan hakların elinden alınması üzerinden gerçekleşecek. Yani tarihin yasası devreye girer ve tarih sınıflar savaşımı üzerinden hareket ve içerik kazanır.

İşte içinden geçtiğimiz süreci belirleyecek olan bu mücadeleye solun, sosyalistlerin, sendikaların mevcut durumu göz önünde bulundurulunca özellikle de son zamanlarda öne çıkan bağımsız sendikaların oynayacağı rol ve sürece müdahalesidir.