Toplumsal Özgürlük Partisi Dönem Sözcüsü Juliana Gözen: Konferansımız, Patrona Cennet İşçiye Cehennem Düzenini Kabul Etmeyenlerin Buluşma Yeri Olacak

El Yazmaları’nın notu: 17 Aralık Pazar günü İstanbul-Kartal’da “Demokratik Cumhuriyet ve Sosyalizm İçin İleri” şiarıyla 2. parti konferanslarını düzenleyecek olan Toplumsal Özgürlük Partisi’nin Dönem Sözcüsü Juliana Gözen ile konferanslarına gittikleri süreçteki siyasal atmosferi okuma biçimleri ve partilerinin bu süreçteki planları üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

 

Konferansa gidiyorsunuz. Bu gidişin ayağını bastığı dünya konjonktürü oldukça hızlı ve karmaşık. Hegemonya krizinden ekolojiye, yayılıp genişleyen ve şiddetini arttıran, savaşlardan tutalım da halk hareketlerine kadar içinde pek çok ögeyi barındıran bu siyasi atmosferi nasıl okuyorsunuz? Birkaç başlıkta özetleyebilir misiniz?

Eski dünya düzeninin dağıldığı ama onun yerine gelecek olan “yeni”nin inşa olamadığı bir ara dönemdeyiz. Üst üste binen krizler de aynı sistemin devamlılığı için ihtiyaç duyulan faşist rejim ve figürlerin artması da esasen bu zeminden besleniyor.

Dünyanın gidişatını farklı yönlere çekecek olan iki cephe çok net bir biçimde saflaşıyor. En zengin yüzde 1’lik kesimin son iki yılda kazandığı servet geriye kalan yüzde 99’un kazandığı servetin iki katına ulaşmış durumda. İşte şu an gördüğümüz dünyanın sureti bu cephenin arasındaki makasın daha da açılması üzerinden biçimleniyor. 

Kapitalist sistemin emekçilere, yoksullara, kadınlara, gençlere “rüya yaşatma” bölümü bitti; şimdi kâbus bölümündeyiz. Bu bölümde sert bir mülksüzleştirme, emeğin köleleştirilmesi, savaşlar, doğaya sınırsız bir saldırı, artan ırkçılık, faşizm var…

Emperyalistler arasındaki hegemonya mücadelesi keskinleşiyor; vekalet savaşları döneminden büyük güçlerin doğrudan sahada olacağı ve sıcak savaşların yaşanabileceği bir döneme doğru gidiyoruz. En azından böyle bir olasılığın belirdiğini belirtelim. ABD-Çin arasında somutlaşan hegemonya mücadelesi farklı coğrafyalara yayılan savaşlarla çözülmeye çalışılıyor. Aslında dünyanın yeniden paylaşımı savaşının içindeyiz.

Emperyalist küresel güçler de bölgesel ve yerel güçler de bu gerilimin içerisinde etki alanlarını koruma ve mümkünse daha da genişletme savaşı veriyor. Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan ve Türkiye’ye de yansıyan savaşın arkasında da esasen bu hegemonya mücadelesi var.

Sistemin yapısal açmazı olan “kâr oranlarının düşme eğilimi”, hâlihazırda kamusal olan ne varsa sermaye birikim süreci için yeniden yapılandırılması, finans piyasalarının hacminin devasa boyutlara ulaşması ile aşılmaya çalışılıyor. Bu süreç krizi aşmaya yetmiyor. Aynı anda emekçilerin mülksüzleştirilmesi ve doğanın vahşice sömürüsü ile devam ediyorlar. 

Sistem, tarihinin en geniş nüfuzuna yayıldığı bu döneminde aynı zamanda yapısal sınırları ile çevrelenip baskılanıyor. Bu sınırları aşmak ve yönetmek için emekçilerin demokratik basıncını ezebilecek faşist rejimlere ihtiyaç duyuyor. Arjantin ve Hollanda seçimleri ile yeniden tartışılan neofaşizm bugün sermaye güçlerinin yönetememe krizlerine verdiği yanıtlardan biridir.

Emekçilerin derinleşen yoksulluğundan oluşabilecek hareketlenmelerini, sistemin kaynağından uzaklaştırarak, yine sistemin ürettiği krizlerin sonuçlarına hapsetmek (göçmen düşmanlığı, ırkçılık…), oluşabilecek demokratik tüm basıncı şiddet ile ezmek işlevine sahip olan faşist rejimler bugün egemenler açısından bir seçenek olarak beliriyor.

Hollanda’da yaşanan ekonomik krizin sorumluluğunu yoksul ve çoğu Müslüman olan göçmenlere yönelterek sandıktan zaferle çıkan Wilders; Arjantin’de ise uzunca bir süredir enflasyonla boğuşan, sefalet düzeyinde yoksullaşan halka bu krizin sorumlusu olarak iktidardaki elitin yolsuzluğunu işaret eden ve sömürünün tüm fren mekanizmalarını ortadan kaldırma vaatlerini sunarak iktidara gelen Milei… Kişisel figürler olarak öne çıksalar da ikisini de sistemin zorunlu ve bilinçli tercihleri olarak görmemiz gerekiyor.

Sermayenin tercihlerine, vahşice saldırısına ve sistemin yarattığı sonuçlara karşı direniş eğilimleri dünya genelinde yaygınlaşsa da devrimci bir siyasal alternatifin ortaya çıkamaması yüzünden bu direnişler ya lokal kalıyor ya da şiddet ile eziliyorlar.

Öte yandan, çok yönlü krizlerle sarsılsa da bu krizleri fırsata çevirmekte mahirdir bu sistem. Yapısal sınırları ufukta görünen bu sistem ne kendiliğinden yıkılacak ne de krizlerini aşabilecek. 

Yeryüzünü çöküşe doğru götüren bu dünya düzenine karşı Rosa Luxemburg’un “ya barbarlık ya sosyalizm” sözü dünyanın gidişatı içinde nerede durmamız ve sosyalizm mücadelesini neden acilen kitleselleştirmemiz gerektiğine işaret ediyor.

Filistin meselesini önemli buluyoruz. Egemenlerin, Batılı emperyalist ülkelerin safı zaten yıllardır belli ancak hem dünyada hem ülkemizde Filistin-İsrail konusunda ciddi bir bilinç bulanıklıkları oluştuğu görüldü. Hamas’ın 7 Ekim direnişine öncülük etmesi, o gün yaşananlar… Öte yandan da Türkiye devletinin bu noktadaki timsah gözyaşları, söylemden ileri gitmeyen bir konumu var. TÖP’ün Filistin-İsrail savaşındaki duruşunu, buraya bakışı nasıl? 

Leyla Halid bir demecinde “İsrail’in bize saldırması için bir bahaneye ihtiyacı yok çünkü ırkçı bir devlet ve Arap topraklarının daha fazlasını işgal etmek istiyor.” demişti. 7 Ekim’de Hamas’ın öncülüğünde başlayan ama tüm Filistinli grupların ve halkın dahil olduğu direnişi bahane etmeye de ihtiyacı yoktu işgalci İsrail devletinin.

75 yıldır Filistin halkını küçücük bir alana sıkıştırarak bu alanda etnik arındırma uygulayan, halkın topraklarını işgal eden İsrail, 7 Ekim ile savaşı başka bir boyuta taşıdı, üstelik kendini savunma gerekliliği üzerinden! Avrupa’da yüz binlerce insanın katılımıyla Filistin halkı ile dayanışma eylemlilikleri gerçekleşirken, devletler İsrail’in yanında konumlandı. Bunun sebebi bir önceki dünya ölçeğinde sorduğunuz soruya verdiğim cevap ile bağlantılı.

Biden da çok net temellendirmişti bu zemini aslında, “İsrail olmasaydı onu yaratmamız gerekirdi” demişti. Kapitalist emperyalist merkezlerin bölgedeki ileri karakolu işlevi gören İsrail, sistemin bölgedeki sigortası. Birbirleriyle adeta kenetlenmiş gibi İsrail’den yana konum almaları boşuna değil. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya…

Halkların katliamına “medeniyet, insan hakları” perdesinin arkasına saklanarak göz yuman Batılı devletler hegemonya savaşının içinde saflarını alıyorlar. Üstelik çatışma ABD hegemonyasının kutsal kitaplarından birisi olan “Medeniyetler Çatışması”ndaki tezlere oturtulmak isteniyor. Sözüm ona Orta Doğu bataklığında seküler ve demokratik İsrail varmış. Bir de gerici, insanlık düşmanı Müslüman Araplar varmış. Bu ikisinin çatışmasında safımızı seçmemiz gerekiyormuş. Yani karanlığa karşı aydınlık!

Bu duruş ile çok da uyumlu bir politika yürüten AKP-MHP iktidar koalisyonu aynı zamanda bu gündemi siyasal İslamcı kanadı konsolide etmeye ve “İslamiyet’in uğradığı mağduriyet” ile bağ kurarak politize etmeye büktü. Medeniyetler çatışmasında İslam kanadının güya siyasal öncülüğünü üstlendi. Böylece Batı’yı retorik olarak karşısına alan, ama aslında emperyalist bir proje olan Batı-İslam çatışması doktrininde yer alarak Batı’yı oldukça memnun eden bir pozisyonda konumlandı. Buradan hem AKP iktidarı hem de Batı kazanmış oluyor. Tam bir kazan-kazan politikasıdır bu.

Filistin halkına dua ederken arkadan sevkiyatı gerçekleşen tonlarca çimento, çelik, meyve ve sebze gemisi İsrail limanlarına doğru yol alıyordu. Burada herhangi bir aksama gerçekleşmedi, aksine İsrail ile ticaret hacmi arttı.

Sosyalist hareketlerin en başından bu yana ayrı bir hat izleyerek İsrail’i de ama esasen arkasındaki düzeni de teşhir eden politikalara yönelmiş olması bu bağlamda çok önemli.

Bu noktada izlenen direniş hattının Hamas’ın öncülüğünde yürüyor olması bir gerçeklik, ama İslam-Yahudi çatışması zemininde gelişen bir direnişin kör düğüme dönüşmeye yazgılı olduğunu vurgulamalıyız.

Filistin halkının işgalci İsrail devletinin karşısında var olma mücadelesinin yanındayız, ama direnişin onu tıkayacak zaaflarını vurgulamaktan kaçınmayız. Elbette direnişin hangi bayrağı taşıyacağını yine direnişin kendisi belirleyecektir, ama Yahudi düşmanlığı zeminine düşüldüğü anda Emperyalistlerin “Medeniyetler Çatışması” parantezinin içine sürüklenmek kaçınılmazdır. Emperyalistler Filistin direnişinin tarihsel önderleri olan devrimci-demokrat güçleri terörle zayıflatarak direnişi dinler arası bir sonuçsuz savaşa çevirme tuzağını dayatıyor.

Türkiye devrimci hareketinin tarihine bakılınca görülecektir. Filistin davası Türkiye sosyalistlerinin davasıdır. Türedi İslamcılar var olmadan önce biz vardık. Şimdi de bu davayı biz sahipleniyoruz, sahiplenmeye de devam edeceğiz.

Türkiye’de özellikle seçimlerden sonra iktidar açısından kritik bir eşik daha atılmış oldu. Muhalefetin basiretsizliği, halk güçlerinin her yandan baskılanması, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın üzerine düşen tarihsel sorumluluğu yerine getirememesi; ardından gelen AYM-Yargıtay hamleleri, Anayasa çıkışları birlikte düşündüğümüzde bugün Türkiye’de AKP iktidarının hamlelerini nasıl okumak gerekir? 

Düzenin küresel düzeyde yaşadığı çoklu kriz, Türkiye’de inşa edilen rejimin yarattığı krizlerle birleşiyor ve toplum bu krizlerin yarattığı sonuçları iliklerine kadar yaşıyor. Öyle ya da böyle meşruluğu tartışmalı seçimleri arkasına alan iktidar bir yol haritası işletiyor. Seçimden sonra siyasal, ekonomik ve toplumsal tüm hamleler bu planla uyumlu ilerliyor.

Seçim sonrası iktidar tarafından uygulanan ve gittikçe artan ekonomik ve siyasi saldırıların, bir dizi kriz ile kuşatılmış rejimin inşası için gerekli adımlar olduğunu görmek lazım. Ayakta kalabilmesinin koşulu bu, ilerlemek. 

Yol haritasını işletebilmesi için önüne çıkabilecek tüm engelleri bastırması gerekir; bu ülkenin en onurlu direnişlerinden biri olan Gezi’yi yargılamaları ve mahkûm etmeleri, Sivas katliamı davasında zaman aşımı kararı verilmesi, Hatay halkının oylarıyla seçilmiş olan Can Atalay’ı AYM kararına rağmen serbest bırakmamaları ya da Hrant Dink’in katilinin serbest bırakılması… Hepsi bu yüzden.

Tüm hamleler yol haritasında bir yere oturuyor esasen. İktidarın ve düzenin değiştirilemeyeceğine dair mesaj korku yaratılarak verilmeye çalışılıyor.

Fakat sürekli olarak şiddeti arttırarak halka adeta şok uygularcasına yol alan iktidar hedeflediği ölçüde ilerlese de rejimin normalleşmesi ve istikrar kazanmasını bir türlü sağlayamıyor. Bu da aslında iktidarın zayıf noktasını oluşturuyor.

Can Atalay kararı üzerinden AYM-Yargıtay arasında yaşanan “kriz”i fırsata çeviren Erdoğan, olağanüstü yetkilerini daha da genişletmek ve inşa ettiği rejime anayasal statü kazandırarak “yıkılmaz kalelerini” inşa etmek istiyor. MHP tarafından zorla uydurulmuş bu krizde başta sessiz kalan Erdoğan, ardından kendisini hakem ilan etti. Anlaşılan MHP, dönemin ruhuna çok uygun bir şekilde daha fazla “çılgınlık” yaparak süreci tam bir “şok süreci” olarak yönetmek ve ağırlığını arttırmak istiyor.

Erdoğan AYM’nin yeniden düzenlemesine karşı değil, ama muhtemeldir ki koalisyon içerisindeki iktidar alanından Bahçeli’ye daha fazla pay vermemek için kendisini bu sürecin bir tarafı değil hakemi ilan etti. Hatta “yüzde 50+1” çıkışıyla MHP’yi geriye itme tehdidini de savurdu. Şu anda kısa vadede böyle bir değişiklik yapılması mümkün görünmüyor. Bu “yapay kriz” koalisyondaki güçlerin birbirlerini tarttıkları ama gemileri yakmaya cesaret etmedikleri bir şekilde şimdilik soğutuldu. Evet, şimdilik.

Asıl rejim tahkimi çalışma rejiminde yaşanıyor. Tam bir soygun düzeni kuruldu. Bu soygun düzeni iktisadi müdahalelerle yaratıldı. “Rasyonel politikalara dönüş” söylemiyle ülke tarihinin en büyük servet transferini gerçekleştiriyorlar. Şirket kârları yüzde 500-600 kâr oranlarıyla yüzsüzce açıklanıyor. Öbür yanda bir işçinin Temmuz ayında aldığı asgari ücret 437 dolarken şu an 392 dolara düşmüş durumda.

Sermayenin tüm kesimlerinin memnuniyetlerini dile getirdiği Orta Vadeli Planla Türkiye kapitalizminin önümüzdeki döneminin rotasını ilan ettiler. Kamu harcamalarının kısılması ve ücretlerin baskılanmasını uygulayacakları bu rotayla ülke, önümüzdeki dönemde işçiler açısından cehennemi koşulların ağırlaşacağı, ama aynı zamanda Asır Plast, Özak Tekstil, Burda Bebek işçilerinde gördüğümüz gibi sınıf savaşımının da çıplak yaşanacağı bir süreç olacak.

Bu kadar baskı, sömürü ve şiddet sarmalı ülke dışında savaş naraları ile desteklenebilir ancak. Yaşanan sorunların görünmez kılınacağı, perdeleneceği milliyetçi bir rüzgâra ihtiyaç var tabi. Sınırlarımızda Ermenistan’dan Suriye’ye kadar uzunca bir hat üzerinde devam eden gerilim, Hakan Fidan’ın açıklamaları sonrasında Rojava’nın sivil alanlarının bombalanması şüphesiz ki Türkiye’nin alt emperyalist ülke olma hedeflerine ulaşması için bir zorunluluk taşıyor. Ama aynı zamanda iç politikayı da belirleme açısından böylesi bir işlevi var.

Velhasıl, iktidar bir dizi gerilimle rejimi inşa etme noktasında yol alıyor. Fakat bu gerilimler çözülmüyor aksine derinleşiyor; dolayısıyla Türkiye açısından bu sarsıntılı süreç yakın zamanda durgunluğa kavuşmayacaktır, savaşımın her cephede büyüyeceği günlere gebe ülke…

Yerel seçimler önümüzdeki sürecin belirleyici eşiklerinden olacak gibi görünüyor. Yerel seçimlere dair partinizin izleyeceği yol nasıl olacak? 

Az önce söylediğimiz tüm bu çelişkilerle yüklü süreci yönetebilmek aynı zamanda sermayenin pastadan aldığı payı büyütmek için iktidarın örgütlenmeye ihtiyacı var. Bir yandan açlığa mahkûm ettiği işçilerden rıza alacak, ama bir yandan da yereldeki kamusal kaynakları ihalelerle kendi ayak takımına, çetelere, cemaatlere akıtacak. İşte yerel seçimler iktidar açısından tam da bu noktada duruyor.

2022’de sosyal yardım alan hane sayısı 4,4 milyona yükselmiş; bu yardımlar yasal dayanak olmaksızın sadece idari kararlarla yapılıyor. Halka “AKP/Erdoğan sayesinde bu yardımları alabiliyorsun” demiş oluyor ve açlığa mahkûm ettiği halkı da kendine bağımlı kılmaya çalışıyor.

İktidar için yerel yönetimler; yerel kaynakların yağmalanması, yerele bağlı ihalelerle tarikat, cemaat ve yandaş sermayedarlara kazanç sağlayacakları bir rant kapısı. 

CHP belediyeleri için de yerel yönetimler pek farklı bir yerde durmuyor; halkın ihtiyaçları ve taleplerinden uzak, kamu malını kişisel çıkarlar için kullanan bir rant kapısı.

Bir yanda halkı soyup soğana çeviren, vurguncu, talancı, kayyumcu; valilikten, kaymakamlıktan bir farkı kalmayan ve iktidarın sureti olan yerel yönetim pratiği. Öte yandan yine neoliberal, sermaye yanlısı, halkı seçmenlikle sınırlayan, halkçı belediyeciliği değil sadece kimin seçileceğini tartışan majestelerinin muhalefeti anlayış…

Biz kayyumu da vurguncuyu da bireysel iktidar heveslerini de reddediyoruz. Halkçı demokratik yerel yönetim ve halkın söz, yetki, karar sahibi olduğu, gerçek başkanın halk olduğu, mevkiinin, makamın, koltuğun, kapalı kapıların kalktığı bir yerel yönetimi gerçekleştirebilmenin mümkün olduğunu düşünüyoruz.

Partimiz tam da bu zeminden hareketle yerellerde sol, sosyalist güçler ve yurtseverlerle birlikte halkın çıkarlarını merkeze alan yan yana gelişleri örgütlemeyi önüne koyan çalışmaların içerisinde. Hafta sonu Hatay Defne ve Samandağ’da gerçekleşen yerel yönetim çalıştayları, bu zeminde yan yana gelişlerin arayışı olarak ortaya çıktı. Yaygınlaşmasına ve güçlenmesine ihtiyacımız var.

Şu an belli yerellerin sosyalistlerin inisiyatif alacağı bir müdahaleyle kazanılması tabii ki iktidarın talimatları doğrultusunda ellerindeki bütün güçle; vali, kaymakam, polis, jandarma, havuz medya, …vb tarafından kuşatılacak, bunu hesap etmiyor değiliz. Mezarlığın yanından geçerken ıslık çalmıyoruz. Ama belediyelerin halkın özneleşeceği bir pratikle kazanılması, faşistleşen rejimin karşısında halkın bir arada durma ve direnme kapasitesini arttıracaktır. Bunu da görmemiz lazım.

Geçmişte Fatsa, şimdi Ovacık’ta pratikleştirilen halkçı yerel yönetimlerin güncellenerek yaygınlaşması, mevcut konjonktürün içinde faşist gidişin önünde engeller teşkil edip, halka moral veren önemli kalkanlar olacaktır. 

Peki ya halk güçlerinin bu süreçteki durumunu örgütlülük ve direnişler açısından baktığınızda nasıl okuyorsunuz? 

Uzun zamandır söylüyoruz, bu halkın faşizme teslim olmama ve direnme eğilimi güçlüdür. Bu kadar karanlık bir tablonun içerisinde hele de seçimlerden sonra nasıl böyle düşünüyorsunuz derseniz şöyle açıklayabilirim.

Gezi’de en güçlü ve hacimli haliyle kendiliğinden oluşan, sınıfın çeşitli katmanlarından iktidar karşıtı tüm toplumsal dinamiklerin birlikteliği, şimdi kendi bulundukları alana çekilmiş olsalar da iktidara teslim olmama zemininde direnme eğilimini koruyor. 

Üstelik 7 Haziran’da Gezi güçleri ile Kürt halkının yan yana gelişini pratikleştiren ve bu yan yana gelişle yeni bir yolu açan halk gerçeği tarihimiz de var. 

1 Kasım seçim darbesinden bugüne iktidarın faşist rejimi adım adım inşa etmesinin karşısında üstelik muazzam bir kuşatma altında işçiler fabrika önlerinde, kadınlar sokakta, öğrenciler yurtta, Kürt halkı kayyıma, parti yasaklamalarına, zulme; LGBTİ+’lar hedef gösterilmeye, köylüler, doğa savunucuları Akbelen’de Dikmece’de direniyor.

Tartışmamız gereken halk güçlerinin direnişlerinden ziyade, bu güçleri ortak bir siyasi programın öznesi-belirleyeni yapmaktır.

Konferansımız da bu mücadeleyi güçlendirme muradı taşımaktadır.

İşçi sınıfının dönem dönem yükselen dönem dönem alçalan ama hiç durmayan direniş ve eylemleri bugünlerde de sürüyor: Özak’tan Asır Plastik’e kadar dört bir yanda sınıfın gür sesi yükseliyor. İşçi sınıfını önümüzdeki dönem neler bekliyor, siz sınıfla nasıl bir ilişki içinde olacaksınız? 

Dünyada değişen statüko Türkiye’ye bir alt emperyalist güç olma olanağı sağlıyor. AKP’nin izlediği dış politikanın ve bölgesel yayılım politikalarının merkezinde bu hedefe doğru yürüyüş var. İnşaattan ihracata doğru kayış, pandemiyle birlikte tedarik zincirlerindeki kalıcı değişimde Türkiye’nin pozisyonu ve şimdi ilan edilen OVP! İşte tüm bu hamleler sermayenin kârı için ücretlerin baskılanacağı, emeğin ucuzlaşacağı, işçiye kölelik koşullarının dayatıldığı bir ortam talep ediyor.

Dünya bankası, OVP ilan edildikten sonra Türkiye’yeye 35 milyar dolar kaynak aktaracağını açıkladı. OVP’nin uluslararası sermaye tarafından onaylanması anlamına gelen bu açıklama aynı zamanda iktidarın da uluslararası sermayeye bu ülkenin emeğini ucuz cennet haline getireceğinin teminatını verdiğini gösteriyor.

Bu yüzden devlet tüm fiziki ve ideolojik gücüyle tam anlamıyla bir sermaye aygıtı olarak çıkıyor bugün Özak işçilerinin karşısına. Patron, vali, jandarma, polis, müftü, sarı sendika… Alayı bir şirketin kârını korumak için savaşıyor. Esasen Özak’ta Türkiye’deki sınıf savaşımının en çıplak hali veriliyor.

Asır Plast işçilerinin, haklarını vermeden kaçan patronlara karşı verdiği mücadelesi ile Özak Tekstil işçilerinin sarı sendika, vali, jandarma, patrona karşı mücadelesi tüm ülke işçilerinin kaderiyle birleşiyor. Onlar kazanırsa, biz kazanacağız.

Partimiz de tüm birimleriyle önümüzdeki süreçte işyerlerinde sınıf savaşımlarının artacağı sert döneme hazırlık yapıyor. 

İşyerlerinde öncü işçilerle kurduğumuz işyeri komiteleri ve meclisleri, semtlerde emekçilerle kurduğumuz dayanışma ağlarıyla ortaklaştırarak, alın terine çökmeye çalışan patronlara ve onun koruyucusu iktidara karşı mücadeleyi büyüteceğiz.

Egemenler tek başına belirlemeye çalışsa da direnenler de halk güçleri de var, söylediniz. Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerindensiniz. Seçim sürecinden bugüne ama daha önemlisi buradan sonrasına dair ittifakın görevi nedir sizce?

İttifakın geçtiğimiz dönemin muhasebesini yapmadan önümüzdeki döneme ilişkin görev çıkarması ve bunu hayata geçirmesi zor görünüyor. Mücadele ittifakı olarak yola çıktığımız sürecin içerisinde önemli bir zemin olan seçimlerde dahi tam anlamıyla bir ittifakı ama öyle ama böyle sahici bir odak haline getiremedik. Bu noktada zaafların sebeplerini ve öznelerini silikleştiren, sadece genel olarak eksikliklerimize işaret eden değerlendirmelerin ittifaka özel bir faydası olmadığı kanaatindeyim. 

Şüphesiz ki burada kendi sorumluluğumuzu görüyor, belirleyici olamadığımız noktaların da üstünü örtmüyoruz. 

Ama bilelim ki ittifakımız eğer Eylül 2022’de çıktığı yürüyüşü seçim öncesinde birtakım “boş” tartışmalar içinde boğmasaydı, halk için sahici bir odak olup seçimlerde yüksek inisiyatif kazanabilir, günümüzde seçim sonrasında açığa çıkan yenilgici ruh halini dağıtma gücüne de sahip olabilirdi. Şu an soluduğumuz havadan çok daha farklı bir havanın içerisinde soluyabilirdik. 

Bu değerlendirme ittifak zeminimizin yanlış olduğu anlamına gelmiyor, tam tersine seçim sonrasında yürüyüşünü hızlandıran faşizm karşısında sosyalistlerin ve Kürt halkının yan yana gelişinin maddi bir gücünü oluşturmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Parti konferansımız sonrasında bu yan yana gelişin sahici bir odağa dönüşebilmesi için üzerimize düşen sorumluluğu oynayacağımızı söyleyebilirim.

“Demokratik Cumhuriyet ve Sosyalizm İçin” şiarının, bu tarihsel süreçte düzenleyeceğiniz konferansın anlamı nedir? Partinizin konferansla birlikte neyi ardına alıp önüne neyi koymuş olacak?

Gündelik yaşamın içerisindeki çelişkiler ve nesnel gerçeklikler aslında örtük olarak çıkış arayışındaki her halk kesimini mücadelelerini ortaklaştıracak programatik bir çıkışa zorluyor. Bu program bilince çıkmadığı sürece kazanamayacağız. Şayet onu bilince çıkarıp kitlelerin mottosu yapabilirsek, değişim adına çok önemli adımlar atmış olacağız. 

Biz demokratik cumhuriyet deyince aslında halka bugün yaşadığı sorunların somut çözümlerinden başka bir şey önermiyoruz. Aslında biz olması gerekeni, ideali öğütlemiyoruz; somut çıkış yolunu gösteriyoruz. “Eğer insanca yaşamak istiyorsan, bunun için mücadele edeceksen, uğrunda mücadele ettiğin ihtiyaçlarının karşılanacağı somut alan demokratik cumhuriyettir” diyoruz. Sosyalizme giden yol buradan geçer, aslında bizzat o yolun kendisidir. Konferansımıza giderken bu şiarı belirlememiz bu anlamda rastlantısal değil, içinde yaşadığımız dünyanın gerçekleriyle ilgilidir. 

Son olarak, röportajı okuyanlar konferansa neden gelmeli?

Türkiye geçici bir kriz değil, toplumsal bir yıkım yaşıyor. Kimse bu krizin öylesine geçivereceği ve refah dolu günlerin geleceğinin hayalini kurmasın. Tam tersine, “suyun başını tutanlar”a karşı mücadele etmedikçe her şey daha kötüye doğru gidecek. Konferansımız patrona cennet işçiye cehennem düzenini kabul etmeyenlerin buluşma yeri olacak. Burada işçi sınıfından yana saf tutan herkesle kolektif gücümüzü açığa çıkartacak yollar, yöntemler tartışacağız. 

Türkiye egemenleri, sermayesi, devletin tüm kurumlarıyla ülkeyi bir emek ve doğa cehennemine dönüştürmeye kararlı. Çocuk işçiyken öldüren bir proleterleşme, oturduğumuz eve çökmeye kadar bir mülksüzleştirme saldırısı…

Evet, krizler bu ülkenin gidişatı açısından bir tehdit ama aynı zamanda siyasal özne ile buluşunca devrimci imkânı açığa çıkartabilecek güçlü bir zemin. Konferansımız bu imkânı açığa çıkarmaya, bu özneyi yaratmaya doğru bakıyor; bu krizleri aşacak olan nihai güç işçi sınıfı ve ezilenlerin birlikteliğini yaratmaya çalışıyor.

Yani…davetimiz kavgayadır ama güzel günler görmek için.