Denizde Arama Kurtarma ve Mültecilerin Yaşam Mücadelesi

Giriş

Emperyalist emeller uğruna çıkarılan savaşlar sebebiyle kendi yurtlarından edilmiş milyonlarca insan, daha iyi bir yaşam umuduyla göç etmektedir. Günümüzde küresel göçün temel amacı mültecilerin sığınma ve insanca yaşam için yeni bir yurt arayışından ileri gelmektedir. Savaşların merkezinde yer alan küresel sermaye güçleri, savaş çığırtkanlıkları ile kendi servetlerine servet katarken asıl sorunun savaşlar olduğu gerçeğini saptırarak tüm kamuoyuna mülteci sorunu olarak lanse etmektedir. Bu yaratılan algı ile topluma pompalanan faşist – şovenist duygular mültecilere geldikleri ülkelerde “ortak kültür paydasında bir arada yaşanılan” sınıf kardeşlerimiz anlayışının tam aksine “sonradan gelen” ya da “istenmeyen kimseler” yakıştırmalarına neden olmaktadır. Hele ki günümüz erkek egemen toplumunda hem mülteci hem de kadın, çocuk ya da LGBTİ+ birey olmak demek varılan ülkede “ötekinden de öteki” olmak anlamına gelmektedir. Bunlar yetmezmiş gibi bir de sığınma taleplerini iletmek ve mülteci haklarından yararlanabilmek için göç eden mültecileri maalesef sıfır sermaye ile yüksek kârlar elde eden insan kaçakçıları ile onları ölüme terk eden devlet erki karşılamaktadır. Bu noktada devletler kara sınırlarını çok yüksek güvenlik donanımlarıyla koruduğu için günümüzde mültecilerin göç yollarında tercihi deniz yolu olmaktadır.

Mültecilere Yönelik Hak İhlâlleri

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa içerisinde meydana gelen göç dalgaları 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin imzalanmasına neden olmuştur. Ancak her ne kadar uluslararası bir sözleşme olarak hazırlanmış olsa da uygulamada yalnızca Avrupa merkezli kalmış ve yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Bunun delili olarak da sözleşmenin ilk halindeki mülteci tanımının yapıldığı madde gösterilebilir: “1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve ülkenin yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, orayı dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır”. Batının iki yüzlü bu uygulamasını kâğıt üzerinde değişti göstermek adına 31 Ocak 1967 tarihinde ek protokol imzalanarak zaman kısıtlaması ve Avrupa ibaresi çıkarılmış uluslararası bir statü sağlanmaya çalışılmıştır. Cenevre Sözleşmesini mülteciler açısından en kıymetli kılan yönü sığınma talebinin onaylanıp mülteci statüsünü kazandıktan sonra bireyin geri gönderilmeyeceğinin yazılı olarak kabul edilmiş olmasıdır. Ancak ek protokolün kabulüne rağmen emperyalizmin yoğun sömürüsü sebebiyle geç kapitalistleşmiş Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde takip eden yıllarda 1951 Cenevre Sözleşmesindeki mülteci tanımlaması hem neden hem mekân hem de zaman yönünden yetersiz geldiğinden 1969’da Afrika Birliği Sözleşmesi ve 1984’de Cartagena Mülteci Bildirisi yayınlanmış bu sayede sözleşmenin mülteci tanımlaması bugünkü uluslararası şeklini almıştır.

Günümüzde Orta Doğu başta olmak üzere Dünya’nın dört bir yanında savaşlar, küresel sermayenin servet biriktirme hırsı sebebiyle hız kesmeden devam etmekte ve bunun tartışmasız bir sebebi olarak da yerinden edilen insanlar göç etmek mecburiyetinde kalmaktadır. Bu gerçeklik tahlil edildiğinde hiç şüphesiz her insanın esasen potansiyel bir mülteci olduğunu söylemek yersiz olmayacaktır. Yukarıda tarihçesine kısaca değinilen mülteci hakları ve sözleşmelerine Türkiye coğrafi şerh koyarak taraf olmuş yani bu da Avrupa’dan Türkiye’ye gerçekleşecek göçlerde sığınmacıları mülteci olarak kabul edeceği anlamına gelmektedir. Suriye iç savaşı sonrası ülkeye gelenler ve sonraki yıllarda İran, Afganistan, Bangladeş, Pakistan gibi ülkelerden gelenlerin Türkiye’de mülteci statüsünü kazanamaması onun yerine iktidarın ümmetçi diliyle “onlar bizim din kardeşimiz, misafirlerimiz” demesi boşuna değildir. AB ile yapılan geri kabul anlaşması neticesinde Türkiye’ye Avrupa’nın sınır muhafızı rolü verilmiş göçmenlerin en doğal hakkı olan sığınma hakları ise gasp edilmiştir. Şu anda dış politikada pazarlık aracı olarak kullanılan bu insanlar Türkiye’nin koyduğu coğrafi şerh ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Türkiye ofisinin sorumluluklarından kaçarak tüm inisiyatifi İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğüne devretmesi sebebiyle 1951 Cenevre Sözleşmesi ile sağlanan mülteci haklarından yararlanabilmek için Türkiye’yi transit bir ülke olarak kullanarak Avrupa’ya geçmeye çalışmaktadırlar. Bu geçişte de kara sınırlarının kontrolünün sıkılığı düşünüldüğünde mülteciler için Akdeniz ve Ege denizi dışında başka bir yol kalmadığı aşikârdır. Öyle ki 2019 ve 2020 yıllarında Van gölünde meydana gelen mülteci botu kazaları bize açık bir biçimde doğu sınırından batı illerine hareket de dâhi geri itme tehlikesinin var olduğunu kanıtlar niteliktedir. Çünkü Van gölü üzerinden gerçekleştirilecek bir ulaşım kara yoluna nazaran 2-3 kat daha uzun süren, kış aylarında hava şartları sebebiyle çok daha tehlikeli bir yol olmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, göçmen kadınların, LGBTİ+’ların ve çocukların kazanılmış haklarının gasp edilmesine neden olmaktadır. Halihazırda sığınma arayan ve bu yüzden göç etmiş insanların ayrıca erkek şiddetine maruz kalması sömürü ve vahşeti katlanarak arttırmaktadır.

Deniz yoluyla Avrupa’ya geçerek mülteci statüsü kazanmak isteyen göçmenler, Yunanistan, İtalya ve İspanya’nın sert müdahalelerine maruz kalmaktadır. Sahil güvenlik güçleri, mülteci botlarını kendi karasularının dışına sürükleyerek geri itme uygulamaktadır. Bu durum hem 1951 Cenevre Sözleşmesine hem de Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine (BMDHS) aykırı olmasına rağmen emperyalist güçler kendi koydukları kuralları çiğnemektedir. Yukarıda bahsedilen coğrafi çekince ve AB ile geri kabul anlaşması sebebiyle Türkiye kendi sahil güvenlik güçleriyle geri çekme uygulamaktadır. Kamuoyuna insani bir operasyonmuş gibi lanse edilen bu eylem de en az geri itme kadar şiddetli olmaktadır. Bunların yanı sıra denizciliğin zorlu şartları sebebiyle Ege ve Akdeniz’de batan mülteci botlarından kurtarılanlara ilişkin kıyı devletlerinin denizcileri müşkül durumda bırakması madalyonun diğer yüzüdür. Denizde Can Emniyeti Sözleşmesi’nde (SOLAS) Kısım 5 Kural 33 madde 1’de tehlike mesajı alan bir gemi, süratle tehlikedeki gemi ya da tekneye yardım etmeli, etmesi mümkün değilse bu çağrıyı kara ve deniz istasyonlarına iletmekle yükümlü olduğu belirtilmiştir. Ancak bu kurala Uluslararası Denizcilik Örgütü’nün (IMO) MSC 153(78) sayılı kararı ile 1-1 maddesi eklenerek planlanan rotadan fazla sapmamak ve kendilerini tehlikeye atmamak kaydıyla yardım etmeli tanımlaması getirilmiştir. Bu eklenen 1-1 maddesi ise tamamen mülteci olaylarının artması sonrası hiç de tesadüf olmayacak bir şekilde gelmiştir. Zira eğer yardım edebilecek gemiler rotasından çok sapacak ve ticareti aksatacaksa, yardım çağrısını iletip yoluna devam etmesi IMO tarafından teşvik edilmiştir. Öyle ki küresel ticaret denizcileri ve mültecileri insan doğasından ayırarak onları doğrudan merkezi sermayenin maddi çıkarlarına bağlamıştır.

Denizde Arama Kurtarma

BMDHS deniz alanlarında kıyı devletlerinin yetkilerini belirleyen hükümleri içermektedir. Kara sınırlarına nazaran kontrolü oldukça zor olan sahil kesiminin mülteciler tarafından tercih sebebi olması nedeniyle sahil güvenlik güçleri bu alanlarda yoğun çalışmalar yapmaktadır. Normal şartlarda BMDHS hükümleri, sahil güvenlik birimlerine göçmenlerin sığınma başvurularını sorgulama ve eğer başvurusu yoksa bu başvuruları alma yükümlülüğü vermektedir. Ancak Yunanistan, İtalya, İspanya gibi Avrupa ülkeleri bu sorumluluklarını yerine getirmek yerine karasularına giren mülteci botlarını açığa iterek ölüme terk etmekte ya da kurtardıklarını illegal bir biçimde sınır dışı etmektedir. AB’nin sınır muhafızı görevini üstlenen Türkiye ise geri itilen mültecilere karşı geri çekme uygulayarak sığınma taleplerine engel olmaktadır. Her iki uygulama da hem 1951 Cenevre Sözleşmesine hem de BMDHS hükümlerine aykırı yani uluslararası hukukun ihlali anlamına gelmektedir. Bu duruma benzer olarak 2012 yılında İtalya’nın uluslararası sularda seyreden mülteci taşıyan bir gemiye müdahale ederek Cenevre Sözleşmesi ve BMDHS hükümlerini uygulamaksızın, Libya ile geri kabul anlaşmasını göstererek mevcut mültecilere sığınma başvuru sorgulaması yapmadan Libya’ya göndermesi ve Libya’nın da Eritre uyruklu vatandaşları Somali ve Eritre’ye iade etmesi büyük yankı uyandırmıştı. Bu emsal davada AİHM İtalya’yı başvuranların hem Libya’da hem de sonradan gönderildikleri Somali ve Eritre’de kötü muamele ve işkenceye maruz kalma riskleri bulunduğundan, İtalya’nın iki kere AİHS’nin 3. maddesini (işkence yasağı) ihlâl ettiğine hükmetmiştir (AİHM, 2012).   

Denizcilerin hukuki sorumlulukları BMDHS’nin 98. maddesinde “Her devletin, kendi bayrağını taşıyan bir gemiden; denizde tehlike içerisinde bulunan her kişiye yardım etmesini ve imkânlar ölçüsünde kendisini tehlikeye sokmadan kurtarmaya gitmesini, talep edebilecektir” şeklinde belirtilmektedir. Arama ve Kurtarma (SAR) sözleşmesinin kabulüyle birlikte tüm dünya denizleri 13 arama ve kurtarma alanına ayrılarak kıyı devletlerin sorumluluk alanları belirlenmiştir. Bu sayede denizlerde meydana gelen kazalar, yangınlar vb. göçmenlerin kurtarılmasını da kapsayan acil durumlarda kıyı devletleri, bölgede seyreden gemiler, arama ve kurtarma faaliyetlerini yürütmek zorundadır. Ancak küresel ticaret çoğunlukla bu yazılı kurallardan ziyade acil durumu pas geçip yoluna devam etmeyi teşvik etmektedir. Dayanışma, Direniş, Arama ve Kurtarma (Solidarity, Resistance Search and Rescue: SR SAR) olarak kendilerini tanımlayan Avrupa merkezli bazı sivil toplum kuruluşları (STK) emperyalizmin savaşların müsebbibi olduğu ve bu insanlara yardım edilmesinin zaruri olduğunu öne sürerek açık denizlerde arama kurtarma faaliyetleri gerçekleştirmektedir. STK’lara ek olarak az da olsa bazı ticari gemilerin de insani yükümlülüklerini unutmayan idareleri rota üzerindeki mültecilere yardımcı olmaktadır. Bu noktada da ortak bir sorun olarak kurtarılan sığınmacıların hangi ülkeye götürüleceği engeli hem denizcileri hem de mültecileri vurmaktadır. Buna ilişkin, SAR Sözleşmesi 3. maddesi içerisinde, denizde tehlikede bulunan ve kurtarılan kişilerin sahile çıkarılacağı en uygun yerin belirlenmesi için arama ve kurtarma koordinasyon merkezleriyle iş birliği yapması, taraf devletlerin sorumluluğu olarak belirtilmektedir. İlâveten taraf devletlerin arama ve kurtarma yaptıkları sahalarda, en uygun sürede emniyetli çıkarma yerinin tespit edilmesinden sorumlu oldukları ve kurtarılan kazazedelerin/mültecilerin belirlenen yerlere çıkarılması konusunda kurtaran gemiye yardımcı olacakları ifade edilmektedir. Sahile emniyetli çıkarma yerinin, IMO’nun 20 Mayıs 2004 tarihli ve MSC 167(78) sayılı kararında çeşitli etkenleri dikkate alarak belirlenmesi gerektiği ifade edilmekte ve bu yerin kurtarma olayının özeline göre belirlenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Fakat uluslararası sözleşme hükümleri ve IMO kararı denize çıkarma konusunda net bir ifade sunmamakla beraber denizden kurtarılan insanların kesinlikle emniyetli bir yere çıkarılması gerektiğinin altını çizmektedir. Pratikte egemen devletlerin bu kararlara uymadığı aşikârdır. Aegean Boat Report tarafından aylık yayınlanan sığınma arayan göçmenlerin Ege’de yaşadıklarına dair kapsamlı raporlar incelendiğinde, büyük çoğunluğunun BMDHS’ye aykırı geri itmeye maruz kaldığı anlaşılmaktadır. Bunun neticesinde de tekneler alabora olmakta ve burjuvazinin yatlarında keyif sürdüğü tatillerin gözdesi olan Akdeniz mülteci mezarlığı haline gelmektedir.

Kapitalizmde Mülteci Düşmanlığı ve Etnokrasi

Etnokrasi kavramının ırkçı sapkın düşünceleri yumuşatarak normalleştirmesi sadece mülteci meselesi açısından değil tüm insanlık açısından çok büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Yeni nesil aşırı sağ partiler siyasi mevkilerini tekrardan konumlandırmak adına şanlı Kızıl Ordu’nun tarihin çöplüğüne attığı ırkçı ve faşist partilerden farklı ilkeler edindiklerini kitlelere ispatlama gayreti içindedirler. Bu uğurda farklı milliyet ve kültürlerin varlığını kabul etmelerine karşın kendi ülkelerinde temel bir ortak kültür ve ulusun var olması gerekliliğine dikkat çekmektedirler. Bu demagoji ile mültecileri hedef göstererek halka popülist bir şovenizm pompalamakta ve bunun neticesinde de 2022 yaz başında İspanya-Fas sınırında olduğu gibi vahşetler her geçen gün daha da artmaktadır. Sorunun temel sebebi emperyalizmin yarattığı savaşlardır ve savaşlar her zaman göçmen doğuracaktır. Savaş çığırtkanlığı ve etnokrasi kisvesi altında gelişen neo-nazist akımlar güçlendiği müddetçe mültecilerin bir sorun olduğu düşüncesi yayılmaya devam edecek ve daha da kötüsü tabanda halk kitleleri ikna edildikçe meşruiyet kazanacaktır.

Öyle ki 2019 senesinde Danimarka’da yapılan seçimlerde uzun süredir seçim kazanamayan Sosyal Demokrat Parti yıllar sonra mülteci düşmanlığını propaganda aleti olarak kullanmak suretiyle sağ partileri aratmayan bir seçim çalışması yürütmüş ve birinci parti olmuştur. Bu durum gelişmiş kapitalist ülkelerdeki vahameti gözler önüne seren en basit örneklerden sadece birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira “tersine sömürgeleşme” adını koydukları aklın havsalanın almayacağı absürtlükte bir tanımlamanın Fransa’nın siyahi kökenli vatandaşlarının ve mültecilerinin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri kastederek ifade edildiği görülmektedir. Göçmen mahallesinde yerli olarak sömürüldüğünü iddia eden bir kimsenin bilimsel olarak elle tutulur bir tezinin olması mümkün değildir. Burjuva demagogları iktidarlarının temelinden sarsılmasını ve halkın kendilerine olan güveninin kaybolmasını engellemek adına mülteci düşmanlığının propagandasını en üst seviyede yaparak hem suçlu hem güçlü hem de mazlum rollerini aynı anda oynamaktadırlar. Unutulmamalıdır ki sınıf bilincine sahip tüm halk bileşenleri mültecilerin varlığıyla tersine sömürgeleşmenin mümkün olmayacağını ve etnokrasi fikrinin birebir faşizmin bir çeşidi olduğunu kıskıvrak anlayacaktır.

Sonuç

Emperyalist mihrakların bitmek tükenmek bilmeyen kâr hırsı ve bu uğurda verdikleri savaşlar sürekli olarak belirli coğrafyalarda göç dalgaları yaratmaktadır. Bu sebeple sorunun köküne inmek ve emperyalizmi var eden kapitalist sisteme karşı sınıf kininin keskinleştirilmesi ve sınıf mücadelesinin yürütülmesi gerektiği açık bir gerçektir. Türkiye siyasetinde de çokça mevcut olan saldırgan dilli politikacıların mülteci düşmanı açıklamaları durdurulmalıdır ve mültecilerin yaşamsal sorunlarını kendi çıkarları doğrultusunda bir propaganda malzemesine dönüştürmeleri engellenmelidir. Egemenlere ve kapitalist sermayeye mülteci meselesinde dik duruş göstererek nihai çözümün mülteci karşıtlığı değil, göçe sebep olan savaşların, açlığın ve burjuva iktidarların olduğu gerçeği ısrarla gösterilmelidir.

Kaynakça

AİHM (2012). AİHM’in Case of Hirsi Jamaa and Others v. Italy Kararı, 27765/09, 23 Şubat 2012, para. 113-138, 146-158, http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-109231