Devrimci Reelpolitik: Sokak mı Sandık mı, Yoksa İkisi Birden mi?-Foti Benlisoy

El Yazmaları’nın notu: Sosyalist solun mevcut krizinden ortak bir çıkışın sağlanması çabalarına katkı sunmak amacıyla, “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlığı altında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin çeşitli temsilcileri ve yazarlarına yönelttiğimiz çağrı çerçevesinde hazırladığımız dosyamızın altıncı yazısını paylaşıyoruz. Yazar Foti Benlisoy’un Devrimci Reelpolitik: Seçim mi Sandık mı, Yoksa İkisi Birden mi? başlıklı yazısı, sandık, ittifaklar ya da sokak tartışmalarında genellikle bir uca sıkıştırılan pozisyonların ötesinde bir konumlanma öneriyor.

Rosa Luxemburg, Marx’ın ölümünün yirminci yılı dolayısıyla, SPD’nin resmi yayın organı Vorwärts gazetesinde 14 Mart 1903 tarihinde yayımlanan bir yazı kaleme alır. “Marksist Teori ve Proletarya” başlıklı yazıda Luxemburg, “ancak Marx’tan itibaren ve Marx sayesinde iki kelimenin de tam ve gerçek anlamıyla devrimci reelpolitik bir sosyalist işçi sınıfı siyaseti var olmuştur” diye yazıyordu. Rosa’nın kullandığı bu niteleme (“devrimci reelpolitik”) ilk bakışta bir oksimoron izlenimi yaratır, belki de bu tabirin seçilmesinin nedeni tam da budur. Luxemburg muhtemelen sosyalist işçi sınıfı siyasetinin çelişkili niteliğini gözler önüne sermek için bu nitelemeyi kullanıyordu. 

Reel politik malum, önüne ancak mevcut güçler ilişkisi çerçevesinde gerçekleştirilebilir hedefler koyan ve bu hedefleri de en kısa zamanda ve en etkin araçlarla gerçekleştirmeye girişen bir tutumdur. Verili güçler dengesinin sınırları dahilinde yapılabilir olanı hedefleyen, o sınırları sorun etmeyen böylesi bir tutumun tek başına hiçbir “devrimci” yanı yoktur elbette. İşte Luxemburg için sosyalist siyasetin reelpolitiğinin devrimci sıfatını taşıması bunun için, yani verili olanın sınırlarını sorgulaması ve onları aşmaya yönelmesi dolayısıyla elzemdir. Ona göre “proletarya reelpolitiği aynı zamanda devrimcidir; çünkü o bütün girişimlerinin her kısmında, içerisinde faaliyet yürüttüğü mevcut düzenin sınırlarının ötesine gider”. 

Devrimci reelpolitik, gündelik siyasal/toplumsal müdahale ile sosyalist toplumsal dönüşüm hedefi arasında sürekli olarak bağlar kurma işidir. Yani ayakları yere basan ama “devrimci sıçrayışları” esas kabul edip hedefleyen militan bir tutum. Bu bakımdan devrimci reelpolitik, aslında birbirinin ayna yansımasından ibaret olan iki sözde sol tavrın, yani verili güçler dengesiyle alakasız, soyut solcu lafazanlığın da egemenler arası ayrımları mutlaklaştırıp bunlara tabi olan reelpolitikçi pragmatizmin de pratik eleştirisi anlamını taşır.

Rosa Luxemburg’un yüz küsur yıl önce gündeme getirdiği bu ifadeyi aklımızın bir köşesine nakşedip okumakta olduğunuz yazının konusuna gelelim. Düne kadar olmadık güçler atfedilip adeta kadir-i mutlak addedilen şefçi rejimin belli bir gerileme içerisinde olduğuna dair alametler artıkça çeşitli düzeylerde dillendirilen stratejik arayış ve tartışmalar gündeme geliyor. Bu aslında günümüzün konjonktürüne has bir “devrimci reelpolitik” arayışından başka bir şey değil. Stratejinin, stratejik tartışmanın bu geri dönüşü elbette hayırlı bir gelişme. Dolayısıyla hiçbir biçimde ilerletici olmayan kısır polemiklere savrulmayıp bu arayışlara katkı sunmak hepimizin boynunun borcu olmalı. O halde daha fazla uzatmayıp başlayalım.

Sandık             

Bonapartist rejimin kitle desteğindeki artık görünür hale gelen gerileyişin kitle mücadelelerinde eş zamanlı bir yükselmeye denk düşmeyişi, güncel siyasal konjonktürün sosyalist hareket açısından belirleyici önemdeki bir karakteristiği. Bir önceki dönemde alınmış ardışık yenilgilerin müsebbibi olduğu siyasal atalet kırılabilmiş değil. Bu durum rejime dönük tepki ve öfkenin esas itibariyle ana akım muhalefetin “seçimler aracılığıyla parlamenter sisteme yumuşak geçiş” stratejisi dahilinde kalmasına neden oluyor. Sosyalist hareketin güncel görevlerine ilişkin her tartışmanın, sandık ve sokak arasında kurulan o hayali karşıtlıktan değil,  mevcut güçler ilişkisinin bu spesifik karakterinden hareket etmesi gerekiyor.     

Yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerinin Türkiye’deki otokratik rejimin akıbeti açısından kritik önemde olduğu aşikâr. Seçime katılım oranlarının zaten yüksek olduğu Türkiye’de söz konusu ikiz seçimin toplumun büyük bir bölümünce rejimle bir “hesaplaşma” vesilesi olarak görüldüğünü söylemeye bile gerek yok. Dolayısıyla yaklaşan seçimlere ilişkin sosyalistlerce spesifik, mevcut seçim mevzuatının kısıt ve olanaklarını hesaba katan somut ve detaylı bir seçim stratejisinin oluşturulması acil bir görev. Aksi, yani genel geçer sözlerle seçimlerin geçiştirilmesi, bu kritik momentte kitleleri burjuva siyasal alternatiflerin kollarına itmek anlamına geliyor. Bu bakımdan somut, reel güç ilişkilerinin serinkanlı bir değerlendirmesine dayanan, geniş kitleler nezdinde de anlaşılır olan gerçekçi bir seçim siyasetine sahip olmak kritik önemde. 

Fırsat doğmuşken hatırlatmakta yarar var: Seçim çalışması sosyalist güçlerin örgütlülüğünün geliştirilmesi açısından olduğu kadar sosyalist talep ve çözümlerin geniş kitlelere ulaştırılması açısından da temel önemdedir. Seçimler gerek siyasi örgütlenme gerekse siyasal pedagoji açısından belirleyici önemde bir mücadele alanıdır. Oysa bu mücadele ve örgütlenme alanının muhayyel barikatlar ya da mutasavver sokak mücadeleleri adına boş bırakılması sıkça düşülen bir hata. 

Kitlelerin radikalleşmesinin doğrudan demokrasiye dayalı özörgütlenme organlarına açıldığı tarihteki nadir “yükseliş” dönemleri hariç, seçimler siyasal ve sosyal güç ilişkilerinin en belirgin ölçülme biçimlerindendir. Engels tam da bu nedenle seçimleri bir termometreye benzetir. Bu anlamda, geniş kitlelerin bütün yanılsamaları ve eksiklikleriyle de olsa seçimler dolayısıyla saflaştığı, siyasallaştığı bir ortamda, (ortada mevcut siyasal-kurumsal mimariyi zorlayan büyük mücadeleler ve onların konsey-komite gibi fiili organları olmadığına göre) seçimlere ilişkin somut tutum geliştirmemek, devrimci lafızlarla terk-i siyaset eylemekten, meydanı burjuva güçlere bırakmaktan başka bir şey değildir.

Bu bakımdan fiilen uzatmalı bir seçim sathı mailine girmişken sosyalistlerin seçimlerde nasıl tutum alması gerektiğine dair tartışmaların, olası ittifak arayışlarının gündeme gelmesinde hiçbir beis yok. Üstelik yeni seçim mevzuatı sosyalistlerin hiç değilse parlamento seçimlerinde kendi bağımsız kimliklerini muhafaza ederken belli ittifaklar geliştirmelerine ve böylece de baraj engelini aşmalarına, yani seçimde somut kazanımlar elde etmelerine olanak sağlayan bir çerçeve sunuyor. Bu koşullar altında seçimin esas değil de tali mesele olduğu iddiasıyla seçim tartışmasından kaçmak, onu belirsiz bir geleceğe ertelemek, yani amiyane tabirle topu taca atmak olacak iş değil. Bu spesifik konjonktürün yarattığı potansiyelleri ihmal eden, genel olarak da seçim süreçlerinin yol açtığı siyasallaşma ortamında solun politik inşası açısından ortaya çıkan olanakları göz ardı eden bir tutumun kendisini apolitizme mahkûm ettiği açık.  

İttifak

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, somut bir seçim stratejisi oluştururken olası bir restorasyonun fiilen “sol kanadı” işlevi görecek adımlardan dikkatle uzak durulması gereği. Ana akım muhalefetle somut meselelerde eylem birlikleri elbette mümkündür. Ancak ana akım muhalefetle, yani hâkim sınıfın bir kanadıyla belirli bir geçiş sürecinin ilkeleri, hatta cumhurbaşkanlığı adayının kim olması gerektiği hususlarında müzakere ve pazarlıklara girişmek, olası bir restorasyonun parçası olmak riskini beraberinde getirecektir. Sosyalist sol burjuva muhalefetinin yürüteceği bir geçiş sürecinin sorumluluğuna asla ortak olmamalı, alt sınıflar nezdinde böylesi bir geçiş sürecine ilişkin yanılsamaları besleyen bir konuma sürüklenmemelidir. 

Öte yandan böylesi bir riskin daha baştan seçimlere ilişkin somut bir tutum geliştirmekten imtina etmenin bir mazeretine dönüşmesi daha da sorunlu bir tutumdur.  Sosyalist solun bazı partileri etrafında gelişen ve böyle bir riske işaret eden güç birliği girişiminin işçi sınıfının ve sosyalist hareketin bağımsızlığı temelli ilk bakışta haklı itirazları pekâlâ seçime ilişkin tutum almamanın bir gerekçesine dönüşebilir. Dahası bu cenahta olası ittifak ilişkileri açısından HDP ile CHP’yi neredeyse eşitleyen bir bakış açısının belirginleşmekte olması bir başka ve ciddi sorun. Sosyalist solun Millet İttifakı eksenli bir dönüşüm siyasetinin parçası olmaması gerektiği vurgusu, HDP’yi dışlayan, onu adeta restorasyoncu burjuva muhalefetiyle eşdeğer gören bir sekterizmin mazereti haline gelmemeli. (“Aile içine” hitap ettiğimden teşbihte beis yok: İttifak ve güç birliği tartışmalarında mesela Kadetlerle Trudovikleri eşdeğer gören böylesi sekter bir yaklaşımın fiilen varacağı yer, Lenin’in ısrarla mücadele ettiği boykotçuluk ya da seçimler ve meclisten imtinacılık eğilimleri olacaktır.)    

Sosyalist hareketin programatik, politik ve örgütsel bağımsızlığı elbette gözetilmelidir. Ancak bu bağımsızlık vurgusu, Kürt siyasetinin tecrit edilmesi çabalarına “soldan” katkı koymanın gerekçesi haline getirilmemelidir.

Üstelik geçmişte mesela CHP konusunda pek sergilenmemiş bu hassasiyetin (akla örneğin yerel seçimde CHP’den ilçe belediye başkan adayı gösterilmesi örneği geliyor) konu HDP olunca öne çıkarılması kaygı verici. İster istemez “sosyal yurtseverlik” eleştirilerine de konu olabilecek böyle sekter bir tutum aslında tam da itiraz ettiği burjuva restorasyonunun elini kolaylaştıracak, geniş toplum kesimleri nezdinde Millet İttifakını yegâne görünür ve gerçekçi seçenek haline getirecektir. Seçimlerde fiilen Millet İttifakını muhalefetin tek adresi haline gelmesini sağlayacak bir yaklaşımdan muhakkak kaçınılmalıdır. (Sosyalist siyasetin temel hedeflerinden biri, geniş kesimleri ana akım muhalefete eklemlemek değil, ondan koparmanın mecralarını, yordamlarını bulmak değil midir?)  Oysa HDP ile parlamenter sistemin restorasyonunu değil de devrimci demokratik dönüşümü hedefleyen, “ayrı yürüyen ama birlikte vuran”, yani sosyalistlerin örgütsel ve programatik bağımsızlığına halel getirmeyen, “bayrakları karıştırmayan” bir seçim ittifakı (hem de mevcut seçim mevzuatı dahilinde) pekâlâ mümkündür. 

Böylesi bir “üçüncü ittifakın” otokratik rejim kadar restorasyoncu güçler karşısında da bağımsız tutum alması temel önemdedir. Yani yukarıda da vurgulandığı üzere bu muhtemel “üçüncü ittifakın” ana akım muhalefetle bir geçiş süreci üzerine müzakere ve pazarlığa girmemesi, eski parlamenter nizama dönüş yanılsamasını çoğaltmaması gereklidir. Aksi bu potansiyel “üçüncü ittifakı” daha baştan Millet İttifakının fiili bir uzantısı haline gelme riskiyle karşı karşıya getirecektir. Somut bir örnek vermek gerekirse, ana akım muhalefete Erdoğan’ın karşısına daha ilk turda çıkacak bir ortak aday önermek, bu üçüncü ittifakın kitleler nezdinde fiilen “ikibuçukuncu ittifak” olarak anlaşılmasına yol açacaktır. (Engels benzer bir durumda şöyle yazıyordu: “Önce kendi adaylarımıza oy veririz ve sonra, eğer adayımızın ikinci turda kazanamayacağı açıksa, kim olursa olsun hükümetin muhaliflerine oy veririz.”) 

Sokak

“Devrimci reelpolitik” bir seçim siyaseti, seçim sathı mahalinin yarattığı imkânları değerlendirmek adına “tepeden” yürütülen ittifak arayışlarına bel bağlamamalı elbette. Israrla hatırlatmalıyız: Mevcut felaketten çıkışı, toplumsal mücadelelerden neşet eden antikapitalist temelde sistemli bir yeniden inşa faaliyetinde, bu faaliyet dolayısıyla sosyalist hareketin yeniden derlenmesinde aramak gerekiyor. Seçimler bu yeniden inşanın bir momenti olabilir ancak. Iskalanmaması, atlanmaması gereken bir moment. 

Bu bakımdan seçim süreci, sosyalistler açısından toplumsal direnişlerin ve sınıf mücadelesinin bir uzantısı olmalıdır. Başka bir deyişle seçimler, seçim sonrasında bu mücadeleler açısından daha donanımlı, daha hazırlıklı olunmasını sağlayacak şekilde sosyalist hareketin inşasına katkıda bulunmalıdır. Sosyalist çevre ve gruplar, seçimlerden kaçmak veya seçimlerde olmadık hayallere kapılmak yerine, mümkün mertebe bu süreçleri emekçi ve ezilenlerin ve onların mücadelelerinin belli talepler çerçevesinde derlenmesi için vesile kılmaya çalışmalıdırlar.

Dolayısıyla “sandık” elbette “sokağa” tabi olmalıdır. Ancak dikkat: Sokak seferberliğinin hangi yöntemle inşa edilmesi gerektiği de tayin edici bir mesele. En çok bir iki gün önceden sosyal medyada ilan edilen tepki eylem ve yürüyüşleri sokağa çıkılmasını sağlamakta ama sokağı örgütlememekte, bir sokak muhalefetinin inşasının vesilesi olamamaktadır.  İktidarın da muhalefetin de kendine has gerekçelerle sokaktan korkması yanıltmasın: Sokağa yansıyan tepki de öfke de krize rağmen henüz zayıftır, iktidarı geriletebilecek güçte değildir. Yani sokağa akmaya hazır, çağrımızı bekleyen bir tepki yok, sokağın örgütlenmesi, “sokak siyasetinin” inşa edilmesi gerekiyor.

Bir “üçüncü seçenek” ya da “üçüncü ittifak” anlamlı bir seçenek olacaksa eğer bu emeğiyle geçinen geniş yığınların önüne, iktidarın izlediği emeği değersizleştirme ve halkı yoksullaştırma politikasına karşı acil talepler etrafında birleşik, çoğulcu ve somut bir mücadele ve eylem programı konabilirse olacak. Bu mücadele programını, işçi sınıfının muhtelif sektörlerinin en acil çıkarlarını korumaya odaklı birleşik, çoğulcu bir özsavunma hareketinin, pahalılık ve yoksullaşmaya karşı halkın yakıcı talepleri ekseninde birleşik bir kampanyanın inşası olarak özetlemek mümkün. 

Adeta bir “şok terapisiyle” karşı karşıya olduğumuz malum. Emeği hızla ucuzlatarak sermaye sınıfının geniş bir bölümünün rızasını satın almayı hedefleyen bir şok taarruzu bu. İktidar aşağıdan büyük tepkiyle karşılaşmayacağını, ana akım muhalefetin genel geçer seçim çağrılarıyla yetineceğini düşünüyor. Bu şok taarruzuna hızla, güçlü bir cevap vermek gerek. İktidarın seçime doğru daha da yıpranması olasılığına güvenip beklememeli: Merkez muhalefete bel bağlamayan, bağımsız, birleşik, emeğiyle geçinen milyonlar için acil taleplere dayanan bir kampanya-seferberlik şart. (Bir hatırlatma: Emekçilerin bu kriz koşullarında ekonomik ve sosyal çıkarlarının savunusunu bugün olduğu haliyle sendikal harekete havale eden bir sol en vahiminden “ekonomizm” yapmış olacaktır. Böyle bir tutum, gerçekleşecek emekçi direnişlerini şimdiden yalıtılmaya, yalnızlaştırılmaya ve bastırılmaya ya da soğurulmaya açık hale getirilmesi anlamını taşıyacaktır.)

İşte “üçüncü ittifak” ya da “seçenek”, ancak böylesi bir müşterek mücadele ve eylem programının devamı, onun bir parçası olarak şekillenirse sosyalist solun mevcut örgütsel sınırlarını aşan bir toplumsal kapasiteyi seferber edebilir. Emeğiyle geçinenlerin somut, maddi ve yaşamsal çıkarlarını esas alan ve sınıf bağımsızlığını, sınıf tarafgirliğini savunan bir birleşik savunma zemini, mevcut sosyal güç dengelerinde belki şimdilik sınırlı ama giderek daha etkili ve anlamlı değişimleri tetikleyebilir. 

Toplumsal muhalefet güçlerinin taşıyıcı gücü olacağı, üç-beş acil-yakıcı talep etrafında birleşmiş, ortak amblemi, ortak sloganı, ortak bildirisi olan bir birleşik ve demokratik bir kampanya kastettiğim. İmza kampanyasıyla, mitingiyle, yerel eylemleriyle, mahalle toplantılarıyla, yürüyüşüyle, basın açıklamasıyla, konseriyle, işgaliyle, oturma eylemiyle, iş bırakma eylemleri, sivil itaatsizlik ve boykotlarıyla toplumun çok geniş bir bölümünü seferber etme iddiasıyla ortaya çıkacak, güçlü bir bütünsel siyasal faaliyet yani. Bu, belli bir zaman vadesini önüne koyan, belli bir program dahilinde hareket eden, çeşitli enstrümanları ve mücadele biçimlerini seferber etmekten yüksünmeyen süreklileşmiş bir sokak siyasetini adım adım inşa etmek anlamına geliyor. 

Devrimci Reelpolitik

Somut bir mücadele programı etrafında birleşmiş ve bir toplumsal seferberlik olarak örgütlenmiş böyle bir kampanya hem sosyalist soldaki birleşik zemin ve ittifak arayışlarına katkı sağlayacak, hem krizin sorumlusunun temelde kapitalizm olduğu gerçeğini yayacak, hem de burjuva muhalefetin Erdoğan sonrası için hazırladığı restorasyon dönemine bir sınıf muhalefeti devredecektir. Kastettiğim seçim stratejisine ilişkin tartışmaların böylesi bir sokak faaliyetinin inşası sonrasına ertelenmesi değil. Muradım tepede yürütülen seçim ve ittifaklar tartışmasını “tabana”, böylesi bir birleşik faaliyet aracılığıyla “indirmek”. Seçime ve sokağa dair arayışları birbirini besleyen bir biçimde eş zamanlı, bakışımlı olarak yürütmek. 

Krizin iktidarı eninde sonunda köşeye sıkıştıracağına dair bir siyasal otomatizmden muhakkak kaçınılmalıdır. İktisadi krizin otokratik rejimi nasıl olsa yıpratacağı, seçimi beklemenin yahut seçim çağrısı yaparak iktidarı sıkıştırmanın yeterli olacağına dair burjuva muhalefet çevrelerinde yaygın anlayış tehlikeli bir yanılsamadır. İktisadi buhran rejimin toplumsal tabanının istikrarsızlaşmasına, dolayısıyla iktidarın daha da agresifleşmesine, üstelik o tabanın daralan sert çekirdeğinin daha da sıkılaşmasına/radikalleşmesine neden olacaktır. İktidarın zaman içerisinde nasıl olsa yıpranacağına bel bağlayan her yumuşak geçiş beklentisi bu nedenle ham hayaldir. 

Kriz, sınıflar arası güç dengelerinin yeniden şekilleneceği bir belirsizlik sürecinin kapısını aralıyor. İktisadi buhran aşağıda radikalleşme ve bir yeni mücadele dalgasına yol açabileceği gibi tersine, herkesin başkasının üzerine basarak kendini kurtarmaya çalıştığı, emekçiler arasında rekabetin kızıştığı bir sosyal paniğin de sebebi olabilir. Tam da bu nedenle hem sokakta hem de sandıkta olmayı gerektiren, otokratik rejimin çözülmesini hedefleyen ama ana akım muhalefet hakkında yanılsamaların yaygınlaşmasına da bugünden set çeken, sekter olmayan ama sosyalist hareketin programatik ve politik bağımsızlığını da gözeten bir devrimci reelpolitiğin oluşturulması kaçınamayacağımız bir görev olmalıdır.