İstanbul’daki Kentsel Mücadelenin Düşündürdükleri: İnat, Direniş ve Kent Hakkı

Ortaya atıldığı dönemin ruhuyla, yani 1968 senesiyle müsemma olan, Henri Lefebvre’in şehir hakkı kavramının Türkiye’de en çok Gezi direnişinin esnasında ve sonrasında tartışıldığı söylenebilir. Lefebvre’den bugüne, kavramın çehresi mücadelenin içinde ve sokakta esas anlamını kazanıyor. Öyle ki -örneğin David Harvey gibi teorisyenler tarafından- kent hakkı mefhumu, oldukça geniş bir yelpazeyi ifade eden kentsel toplumsal hareketleri, tüm farklılıklarına rağmen ortak bir talep altında toplayabilme iddiası üzerinden tartışılıyor. 

1970’lerin ardından, 1990’lar ve 2000’lerden sonra yeniden yükselişe geçen kentsel toplumsal hareketler, belki de doruk noktasını Gezi direnişinde göstermişti. Gazhane’den Validebağ ve Haydarpaşa’ya, AKM’den Emek Sineması’na, Karaköy Galataport’tan Narmanlıhan’a, Haliç’ten Sulukule’ye, Tarlabaşı’na ve Fikirtepe’ye daha da çoğaltılabilecek şekilde sürekli artan, şehrin her yerine yayılan direniş noktalarından söz ediyoruz. Kentsel mekânı politik bir mecra ve konu edinen bu mücadelelerin artışı elbette dönemin neoliberal sermaye hareketlerinin, görece daha kolay ve karlı bir sektör olarak yaklaştığı inşaat sektörüne yönelme karakteri ve beraberinde kapitalizme içkin olan çitleme hareketleriyle ilişkilenmektedir. Türkiye’de bu süreç, AKP iktidarının Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı ve Kanal İstanbul gibi mega projeler ve girişimci belediyecilik politikalarıyla şiddetlenmiştir.

Kolektif ve Dayanışma Temelli Bir Kent Mekânını Nasıl Yeniden Kuracağız?

Gelinen noktada İstanbul, acımasız bir kentsel dönüşüm, soylulaştırma, mekânsal ayrışma sürecinden geçerek, adeta yıkımın norm haline geldiği, vinçlerle çevrili koca bir beton şehre dönüşmüştür. Yalnızca karşı-kültüre, alternatif kesimlere, kullanım değerine, karşılaşmaya, diyalog ve uzlaşı ortamına zemin açan kamusal mekânları kaybetmekle -ve bunları tüketim ilişkilerine kaptırmakla- kalmadık. Neticede hem bir belleksizleşme ve mülksüzleştirme içindeyiz hem de ciddi bir ekolojik tahribat ortaya çıktı. Bugün İstanbul’daki hasarlı coğrafya üzerinde yaşama tutunmak, insanlar yanı sıra tüm canlılar için bir mesele durumunda. Kentsel gündelik yaşamın giderek daha kırılgan ve güvencesiz hale gelişi ile karşı karşıyayız ve bu tekinsizlik de hem sınıfsal hem de toplumsal cinsiyet, kimlik, yaş, ırk ve din gibi temellerde eşitsiz biçimde dağılıyor. Bu korkunç ekolojik, kentsel ve kültürel yıkım karşısında, birlikte yaşamı nasıl yeniden tesis edeceğiz? Farka rağmen bir arada, kolektif ve dayanışma temelli bir kent mekânının yeniden yaratımı için belki de kent hakkı kavramını bugünden itibaren yeniden düşünmek işe yarayabilir.

Her ne kadar 2015 sonrası iktidarın dikte ettiği ağır şiddet ortamı sonrasında, toplumsal muhalefet biçimlerinin pek çoğu kendi köşesine çekilmek ve küçülmek durumunda kalmış olsa da bugün hala inatçı ve kararlı kentsel mücadeleler varlığına devam ediyor. Validebağ ve Haydarpaşa direnişi bunlar arasında en önde gelenlerden. Yakın süreçte Fenerbahçe ve Kalamış Dayanışması da bu zincire eklemlendi. Haydarpaşa Dayanışması, 2005’ten bu yana mücadeleyi ve Gar’ı hiç bırakmadı. Aktivistler her pazar günü 13’te Gar nöbetlerini gerçekleştirmeyi sürdürüyor. Validebağ’da yapılmak istenen sözde “yenilemeye” karşı mahalle sakinleri sürekli teyakkuzda. Kalamış’ta -sonuç ne olursa olsun- içinde bulunduğumuz döneme göre dikkat çekici bir itiraz yükseldi.

Tüm bu direnişler, şehrin sayılı kalmış kamusal mekânlarını, garlarını, parklarını ve korularını kullanım değeri temelinde ve kolektif niteliğiyle yaşatmaya çabalıyor. Tam da kent hakkı kavramının işaret ettiği gibi: Kullanım değeri temelindeki kenti talep etmek, kente ait hissetmenin farklı yollarını bulmak, kenti yeniden keşfederek onu kolektif biçimde yeniden üretmenin imkanlarını deneyimlemek söz konusu olan. Alternatif politik tahayyüllerin ancak mekânda yerleşerek, mekânı yeniden üreterek varlık kazanabileceğini söyleyen Lefebvre’in sesine kulak verebiliriz. Ama “nasıl bir kenti” talep ettiğimiz noktasında bugünden itibaren düşünmek gerekir.

İnsan-doğa, kır-kent gibi ikili ayrımları, yani kırsal olanı sürekli sömüren, doğaya, toprağa ve canlılara kaynak gözüyle bakan, insanmerkezci kent anlayışını sorunsallaştıran bir tahayyüle ihtiyaç duyuyoruz. 

Kentte özgürce, hiçbir canlıya zarar vermeden, güven içinde ve şiddete maruz kalmadan yaşamak, temiz gıdaya, sağlıklı bir konuta, eğitime ve kültürel hayata erişebilmek, ulaşım olanaklarıyla rahatça seyahat edebilmek, -evde, iş yerinde ve mücadele mekânında- ayrımcılığa/şiddete uğramadan aktif katılımcı olabilmek, eşit çalışma koşullarına sahip olmak, doğadan izole edilmemiş bir ortamda vakit geçirmek, sosyalleşmek, eğlenmek, anonim olmak herkesin hakkı. Bugün kent, emek ve ekoloji mücadeleleri ile feminist hareket tam da bunların mücadelesini vermiyor mu? Kısacası kenti savunmanın yanında, aynı zamanda kenti değiştirmek için mücadele ediliyor. Bu sebeple Haydarpaşa’ya, Validebağ’a, Kalamış Parkı’na -ve daha nicesine- kendimizi sorumlu ve ait hissetmek ve şehri mülkiyetten, tüketim ilişkilerinden farklı biçimde sahiplenmenin yollarını icat etmek durumundayız.