Şehirde Birlikte Yaşam Sokak Hayvanlarının Kent Hakkıdır

Sokak hayvanlarına ve özellikle köpeklere karşı yükselen nefret söylemlerinin neticesinde, Konya’da korkunç bir katliama şahit olduk. Hayvan barınağında -sistematik olduğu/olacağı çok açık olan- vahşi biçimde öldürülen köpeklerin görüntülerinin yaygınlaşması, hayvan hakları aktivistlerini, alandaki örgütleri ve STK’ları, aslında vicdanı olan herkesi harekete geçirdi.

Kentlerdeki sokak hayvanlarına yönelik şiddetin uzun bir geçmişi bulunuyor. Batı Avrupa şehirlerinde 1800’lerden itibaren sokak hayvanlarının toplatılması, barınaklara kapatılması, sistematik biçimde öldürülmesi ya da onlara laboratuvarlarda denek olarak kullanılmak üzere el konulması gibi girişimlerle karşılaşılıyor. Modern tarih ve kent yaşamı, eril/normal/varsıl/erk insanın hayvanlar üzerindeki şiddet öyküleriyle dolu.

Türkiye’de ise bu konudaki en acı vaka, halk tarafından “Hayırsızada” olarak adlandırılan Sivriada’da gerçekleşiyor. 1910’da İstanbul’da toplatılan 80 bin köpeğin, bu adaya kitlesel sürgünü, korkunç bir soykırım ile sonuçlanıyor. Hayırsızada’dan yükselen köpek seslerinin ve leş kokularının uzun bir süre Boğaz’ın her yanını sardığı, yaşamı kuşattığı söyleniyor.

Sokak hayvanlarına yönelik şiddet ve bakım pratikleri üzerine çalışan Mine Yıldırım’ın** aktarımına göre; Hayırsızada katliamını, sokak köpeği tarafından ısırılan İngiliz bir diplomatın durumu tetikliyor. Ancak bunun öncesinde İstanbul’un sokak köpekleri nedeniyle “pis ve tekinsiz” olduğunu seyahatnamelerine/eserlerine dâhil eden Batılı aydınların yorumlarının da süreçte azımsanamayacak bir etkisi söz konusu. Burada Batılı modern kentlere sorgusuzca öykünen bir yönetim anlayışıyla da karşılaşıyoruz. Oysa insan-hayvan, doğa-kültür, kadın-erkek, kent-kır gibi kesif ayrımlara dayanan bu modern kentte, bağımsız sokak hayvanlarına yer yok. Yani aslında şehir yaşamında sokak hayvanlarına yönelen şiddetin temelinde “insan merkezcilik, modernleşme, batılılaşma ve medenileşme” gibi dinamikler de yatıyor. 

Şiddetin Yayılımı

Peki Hayırsızada’ya yapılan köpek tecridinin tarihiyle Ermeni Soykırımı’nın tarihi arasındaki yakınlık bize ne söylüyor? Hayvanlara yönelik şiddet biçimlerinin beraberinde başka şiddet biçimlerine de dönüşmesi gibi bir eğilim söz konusu olabilir mi? Yıldırım’ın aktarımına göre, konu hakkında yapılan araştırmalarda, seri katillerin geçmiş yaşamında mütemadiyen hayvana şiddet öyküsü taşıdığı gösterilmiş. Bu da demek oluyor ki akıl almaz şiddet biçimlerinin normalleştirilmesiyle beraber; yaşamı öldürülebilir ilan edilen kesim bugün köpeklerse yarın başka kesimler de olabilir.

Öte yandan coğrafyamızdaki kültür içinde sokak hayvanlarını kentin, mahallenin sakini olarak gören yaklaşımlar da var. Pek çok yerde hayvanlarla dostluk ve bakım temelli ilişkiler kuran örnekler gözlemleyebiliyoruz. Bu noktada hayvanlarının yerinin “barınak mı? ev mi? sokak mı?” olduğu sorusu yerine, “hepimiz için daha iyi bir yaşam ortamı nasıl kurulabilir?” sorusunu düşünmek daha anlamlı. 

İnsanlara olan yararlarından bağımsız olarak tüm hayvanların yaşam hakkını teslim etmek zorundayız. Hayvanlara yönelik şiddetle mücadele edecek şey belki de buradaki ortak duyu. Hiçbir canlı ömrünün tamamını kapalı bir ortamda geçirmeyi hak etmiyor. Bu yüzden sokak hayvanlarının toplanarak, sürgün edilerek barınak ya da başka bir merkezde yaşamının tamamını sürdürmesi kabul edilebilir değil. Ancak hayvanların sokaktaki niteliksiz yaşam koşullarını da göz ardı edemeyiz.

Fark’a Rağmen

Belki de buradaki üçüncü bir yol, sokak hayvanlarının kent içindeki yaşamını nasıl daha nitelikli hale getirebileceğimizi konuşmak olabilir. Çünkü insanların olduğu kadar, köpeklerin, kedilerin ve kuşların da payına düşüyor kent hayatı. Şehirde iyi ve sağlıklı bir yaşamı, yalnızca insanların değil, tür farklılığı tanımaksızın tüm canlıların hakkı olarak göremez miyiz? Tam da burada aslında “Nasıl bir şehir istiyoruz?” sorusu gizli. Doğayı, hayvanları, göçmenleri, kadınları, LGBTİ+ları, çocukları, engellileri/sakatları, yoksulları, yaşlıları dışlayan, tektipleştiren, ayrıştıran, sistematik biçimde ölümle tehdit eden ve sömüren bir kent yaşamı mı tahayyülümüz? Yoksa fark’a rağmen birlikte yaşamın imkanlarını mı arıyoruz? 

Öyle büyük büyük projelere de ihtiyaç yok bunun için. Yıldırım’ın önerdiği gibi her ilçede bir hayvan hastanesinin olması, sokak hayvanlarının aşı, kısırlaştırma ve besin ihtiyaçlarına yönelik bakımlarının düzenli yapılması yeterli. Bu konuda sağlanabilecek aksiyonları -temel altyapı şartları kurulduktan sonra- yalnızca yönetimlerden de beklemeyerek, sürecin kolektif niteliğini bizler de örgütleyebiliriz. Her sokakta hayvanlar için besin ve barınma alanı yapmak bu kadar zor olmasa gerek?

Sokak hayvanlarının şehirde iyi koşullarda, şiddetten uzak ve barış içindeki yaşam hakkı, kent hakkının da bir parçasıdır.

*MSGSÜ Sosyoloji Bölümü Doktora Programı.

**Yazıda referans verdiğim, Meral Candan’ın gerçekleştirdiği Mine Yıldırım röportajı, Gazete Duvar’da “Hayırsızada’dan bugüne: Hayvana şiddet cehennemin kapılarını açar” başlığıyla yayınlanmıştır.