Birinci Yıl Dönümünde Deprem: Dayanışma Tanıklıkları

Her şey sabaha doğru gelen bir haberle başladı.

İstanbul’da oldukça soğuk ve kar yağışlı bir gecede uyurken saat 04:30 sularında, Mersin’de yaşayan halamın telefonuyla gözümü açtım. Afet haberini halam verdi. “Oğlum çok kötü bir şey oldu, Antakya’daki hiç kimseye ulaşamıyorum yetiş!” diyordu halam ağlamaklı titrek bir ses tonuyla. Halam Antakya’daki amcamlarla konuşurken birden iletişim kopmuş ve kendileriyle bir daha iletişim kuramamış. Hemen beni aramıştı.

Antakya, kış mevsiminin en sert olduğu zamanlarda, herkes tatlı sıcak yatağında sabahı beklerken yakalanmıştı depreme. Afetin yaşandığı gün okullar başlayacaktı ve okullara dair tüm hazırlıklar yapılmıştı. Israrla ailem, yakınlarım ve arkadaşlarımla iletişim kurmaya çalışıyordum. Ne olduğunu anlayamamış Twitter üzerinden bilgi almaya çalışıyordum. Henüz afetin ilk saatleriydi ve bu bütün çabam boşunaydı; çünkü bölgedeki iletişim alt yapısı çökmüştü.

İşte benim afet sürecine dair olan maratonum, halamdan gelen telefonla başlamış oldu. Hiç kimseye ulaşamayınca bütün yakınlarımı yitirdiğimi düşündüm ve her ne kadar kendimi psikolojik olarak sakin kalmaya zorlasam da bunu başaramadım. İlk iş olarak sabahın 5’inde evime yakın olan akaryakıt ofisine gittim ve sigara aldım. Çünkü afetten bir ay kadar önce sigarayı bırakma savaşı vermeye başlamıştım. Sigaramı aldım, soğuk havada yağan kar, gözyaşlarım ve sigara dumanımla ne yapacağı bilmeyerek evime doğru yol aldım. Eve varıncaya kadar peş peşe üç sigara içtim. Yoldayken sürekli akrabalarım, ailem ve arkadaşlarımla iletişim kurma çabam devam etti. O anlarda istediğim tek şey bildiğim bir ses tonunun telefonumu açmasaydı.

 Elbette ben de herkes gibi sürekli telefona sarıldım. Sevdiklerime, yakınlarıma ulaşabilmek herhangi birinin sesini duyabilmek umuduyla. Ancak bütün iletişim çabam sonuçsuz kalmıştı. Hal böyle olunca İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımı arayıp durumu haber verdim. Herkes yakınlarını arıyordu. WhatsApp gruplarından birbirimizle haberleşmeye başladık. Yazık ki çoğumuz yakınlarıyla iletişim kuramadı. Ancak az da olsa bazı arkadaşlarımız yakınlarıyla bir şekilde iletişim kurabildi. Bu durum biraz olsun yüreğimize su serpiyordu. Saat sabah 08.00’e geldiğinde sonunda Antakya’dan bir arkadaşımla iletişim kurabilmiştim. Telefonda gelen tek bir ses vardı. Kesik, kesik gelen ses iyiyiz diyordu. Derken iletişim tekrar koptu ve kendisiyle bir daha iletişim kuramadım. O ses her ne kadar o an için iyi hissettirse de sonrasında iletişim kuramamak, beni kaygılandırdı ve tekrar göz yaşlarına boğuldum.

Zor Yolculuk

İstanbul’da yaşayan Antakyalılar olarak hemen organize olmaya çalıştık. Ardından bir şekilde Antakya’ya nasıl geçebiliriz diye planlar yapmaya çalışıyorduk ama bu oldukça zordu. Çünkü; olumsuz hava koşulları nedeniyle hem hava yolu şirketleri hem kara yolu şirketleri ulaşımı iptal etmişti. Yoğun kar yağışı ve kar yağışına bağlı olarak kapanan yollar söz konusuydu. Yola çıkmak büyük riskler taşıyordu, yine de hepimizin bir şekilde Antakya’da olma isteği ve çabası her şeyden ağır basıyordu. WhatsApp grupları haberleşmesi ile bir araç bulduk ve afetin gerçekleştiği sabah saat 10:00 sularında 6 kişi yola çıktık.

Yola çıkmadan önce ilk aklıma gelen şey elimdeki bütün parayla konserve ve el feneri almak oldu. O arada iş yerinden arkadaşlarım sık sık beni arıyor, “Bir haber var mı” diye soruyorlardı. Herkes gibi iş arkadaşlarım da çok korkup kaygılanmışlardı. Yolculuk süresince iş arkadaşlarım ve İstanbul’daki arkadaşlarla sık sık haberleşiyorduk. Tıkanan yolların açılmasını beklediğimiz zamanlar oldu. Aynı zamanda yolculuk sürecinde güzergâhımız üzerindeki farklı kentlerden, ne kadar alabildiysek konserve gıda, uyku tulumları, el fenerleri, jeneratör, akaryakıt gibi türlü türlü ihtiyaç olacağını düşündüğümüz malzemeler ve tabi bolca da su aldık. Bir yandan da bölgedekilerle iletişim kurma çabamız devam ediyordu.

Ertesi gün sabah saat 6 sularında kuzenlerimden biriyle iletişim kurabildim. Henüz yoldaydık ve Adana’ya varmak üzereydik. Elbette sağlıklı iletişim kuramamıştık. Söylediklerimiz çok zor anlaşılıyordu. Kuzenim köyde yaşıyordu ve aile evimiz bir aradaydı. Kuzenim “Annen, baban ve ablan iyiler bir aradayız merak etme, ama abinden haber yok” dedi. İşte o an henüz 1. yaş gününü daha 20 gün önce kutladığımız ve benim adımı taşıyan yeğenim geldi. Kahroldum adeta. Aynı zamanda birlikte yolculuk yaptığım arkadaşlarımla az da olsa yakınlarıyla iletişim kurabiliyor ve yakınlarımıza dair aldığımız güzel haberlerle, birbirimizi teselli etmeye çalışıyorduk.

Depremle Yüzleşme

 Yolculuğumuz yaklaşık 25 saat sürdü. Sabahın ilk ışıklarıyla İskenderun’a varmıştık. Aracı kullanan arkadaşımızın kimi yakınları İskenderun’da yaşıyorlardı. Onlara biraz malzeme, gıda ve akaryakıt bıraktık. İskenderun diğer ilçelere kıyasla daha az hasar görmüştü. Ama insanların yüzündeki kaygı ve korku her bölgede aynıydı. Kısa süren bir mola ve ziyaretin ardından Antakya’ya doğru yolculuğumuz devam etti.

Derken Serinyol’a vardık. Orada dikkatimi çeken bir şey oldu. Serinyol girişinde bir sürü iş makinası vardı ve hiçbiri çalışmıyordu. Kendi kendime bu durumu sorguladım, ama bu konuya takılmadım. Etrafımızda yıkık dökük evler vardı ve bir filmin savaş sahnesi gibiydi. Tek fark bu gördüklerimiz kurgu değil gerçekti. Yavaş yavaş Antakya’ya varıyorduk. Yıkılan binalar yüzünden şehir içinde sık sık yolumuzu değiştirmek zorunda kaldık.

Antakya’daki bazı arkadaşlarımızla Armutlu’da acil toplanma kararı almış, o yüzden varış noktamızı Armutlu Semt Pazarı olarak planlamıştık.  Armutlu’ya giderken yolun açık olabileceği yerleri öngörerek yola devam ettik ve ilk kötü haberi henüz Armutlu’ya varmadan aldım. Yolda 9 katlı bir binanın yıkılmış olduğunu gördüm ve enkazın başında kuzenlerim vardı. Ben orada araçtan indim ve arkadaşlarım yola devam ettiler.

O binadaki dairelerin birinde kuzenim, eşi ve 2 çocuğu yaşıyorlardı. Kuzenim özel eğitim öğretmeniydi. 2 çocuk babası dünyanın en iyi ve en neşeli insanıdır kendisi. Afettin yaşandığı günün akşamında ailecek köydeydiler. Bizim oralar hep böyledir zaten. Her tatilde şehir merkezinden köye kaçar insanlar. Birlikte yemekler yenilir, sohbetler edilir, şarkı ve türkülerle eğlenilir. Ertesi gün okullar açılacağı için kuzenim de birçok meslektaşı gibi kendi evine dönmek istemişti o akşam. Halamın bu akşam köyde kalın hava çok kötü, sabah erken buradan direkt işinize gidersiniz ısrarı varmış. Ama böyle olacağını kim nerden bilebilirdi ki… Kuzenimin büyük çocuğu halamlarda, yani nenesinde kalmak için çokça gözyaşı dökmüş.  Hatta kuzenim şehir merkezine doğru yola çıktığında çocuk o kadar ağlamış ki, 5 dakika yol gidip tekrar halamlara geri gelmişler. İyice bir kucaklaşmalar, sarılmalar ve öpüşmeler gerçekleşmiş, çocuk sakinleşmiş ve tekrardan merkeze doğru yola çıkılmıştı. Hemen orada araçtan inmiştim. Durumu sorduğumda kuzenim, eşi ve çocuklarının o binanın enkazında olduğunu öğrendim.

İletişim o kadar kötü ve zorluydu ki, bölgede olan yakınlarım dâhi henüz birbirleriyle iletişim kuramamıştı. Hemen bir alt sokakta abimlerin evi vardı. Abimle bir türlü iletişim kuramadığım için, evine bakmaya gittim. Bina dışardan sağlam görünüyordu. Abimleri göremedim ama binayı ayakta görünce biraz iyi hissettim. Umuyorum ki çıkabilmişlerdir düşüncesiyle.

Arka planda sürekli kendime “güçlü ol, yapılması gereken çok şey var” diye telkinler veriyordum. Ama maalesef gözyaşlarımızı saklayamıyorduk. Kuzenimin olduğu enkaz Armutlu Semt Pazarına yürüyerek 15 dakika mesafede bir yerdeydi. Armutlu’ya doğru yola devam ettim ve sonunda Armutlu Semt Pazarı’na vardık.

Ah, Armutlu, Zeynep Teyze

Yıkımın en yoğun olduğu bölgelerden biriydi Armutlu Mahallesi. Hasarlı binalardan ya da enkazlardan kendi imkanları ya da dayanışma ile çıkabilenler yağmurdan korunmak için üstü kapalı diye Armutlu Semt Pazarı’nda kendiliğinden toplanmışlardı. Orada yaklaşık 600-700 kişi vardı. Yarı çıplak olanlar, hastalar, sırılsıklam olmuş çocuklar ve yaralılar… Kendiliğinden doğal olarak oluşan bir toplanma alanı olmuştu Armutlu Semt Pazarı.

Derin sessiz bir çığlık hissettim iliklerime kadar. İnsanların yüzüne baktığımda herkeste donuk bir ifade, ne olduğunu anlamaya çalışan ama bir türlü içinde olduğu durumu anlamlandıramayan tuhaf bir ifade vardı. Ağlayanlar, sızlananlar ve tabi ki korkmuş çocuklar.

Ama en önemlisi Zeynep Teyze vardı. Zeynep Teyze 82 yaşında yalnız yaşayan mahalle sakini. Az hasarlı evinden çıkarabildiği unu yanına almış, hamur yoğurmuş ve bulduğu sacda ekmek yapıyordu. Ekmekleri çocuklara dağıtıyordu. İşte o an dayanışmanın bu halk için ne anlama geldiğini bir kez daha somut bir şekilde gözlemlemiştim ve umudum tazelenmişti.

Koordinasyon, İşe Koyulma, İhtiyaçlar…

Birlikte geldiğimiz arkadaşlarımızın ikisi Samandağ ilçesine devam etti. Ben Armutlu’da kaldım. Durup etrafıma baktığımda, bir an önce bir şeyler yapmak gerektiğini anladım ve arkadaşlarımla ortaklaşarak acil bir şekilde koordine olmak gerektiğine ikna olduk.

Bunun üzerine, görünür olmak için bulduğum boş bir plastik kasaya çıkarak, oradaki kalabalığa var gücümle seslendim. Sesim yolculuktan ve bolca ağlamaktan olsa gerek çatallaşmıştı. “Herkese merhaba, hepimize çok geçmiş olsun. Ağır bir durumun içindeyiz, fakat şu an sızlanmak ya da yas tutmak zamanı değil, kurtarabildiğimiz kadar insanı kurtarmak, mümkün mertebe anlık ihtiyaçlara cevap vermek gerekiyor. Kendimizden başka kurtarıcı beklememeliyiz. O nedenle kendini iyi ve güçlü hisseden herkesi şu köşede toplantıya çağırıyorum” dedim.

Henüz 10 dakika geçmeden farklı yaşlardan, mesleklerden ve farklı cinsiyetten yaklaşık 40-50 kişi geldi. Bir çember oluşturduk ve toplantıya başladık. Birbirimizin iyi olma halini gözetecek durumda değildik ve birbirimizi hiç tanımıyorduk. O nedenle ilk iş bizim neye ihtiyacımız var sorusuna cevap aramak oldu. Beslenme, ısınma, tuvalet, sağlık, arama kurtarma çalışmaları gibi acil ve temel ihtiyaçlar belirledik. Toplantıya katılan arkadaşlarla komiteler kurduk. İşe başladık.

Komiteler ve Görev Paylaşımı

Etrafta ne kadar market, kafe, restoren mekân varsa gıda ve pişirim yapabileceğimiz kap kacak toplamalarını istedik. Aynı zamanda Armutlu Semt Pazarı yakınlarında kültürümüze özgü türbemiz vardı. Bizim türbelerimizde ortak aş pişirmek ve dağıtmak için ortak kullanılan kazanlarımız vardır. Birkaç arkadaşı kazanları almaları için türbeye yönlendirdik.

Sağlık komitesi: Bölgede olup yaralı olan, ayrıca düzenli ilaç kullananların tespitini ve hangi ilacı kullanıyor olduğunun bilgisini listeleyecek. Eczanelerden ilaç ve acil yardımda kullanabileceğimiz malzeme toplama sürecinde sorumluluk aldılar. Aralarında eczacı ve hemşire arkadaşlar da vardı.

Tuvalet komitesi: En yakıcı konulardan biri de kullanacak bir tuvaletin olmamasıydı. Bu nedenle bölgede büyük bir hijyen problemi oluşuyordu. Enkazlardan su deposu, tesisatta kullanılabilecek su borusu alet edevat vs. toplamalarını istedik.

Arama kurtarma komitesi: Kazma, kürek, çekiç, ip vb. ihtiyacımız olabilecek her şeyi toplamakla yükümlüydü.

Bütün komiteleri kurmuş ve herkesin aldığı sorumluluğu yerine getirmesi için 2 saatlik bir zaman tanımıştık. 2 saat sonra malzemelerimizle birlikte tekrar toplantıda buluşacaktık. İhtiyacımız olan birçok şeyi toplamıştık ve artık sıra çalışmaya gelmişti. Arama kurtarma çalışmalarında bu süreçlerde profesyonel olan bir arkadaşın öncülüğünde 13 kişilik bir ekip hemen yanı başımızda çalışmalarına başlamıştı.

Yaralıların hastaneye sevk süreçleri planlanmış ve düzenli ilaç kullananların ilaçları tespit edilmişti; fakat ilaçlar az olduğu için hastaların ilaçlarını, saatleri geldiğinde bir adet olacak şekilde kendimiz veriyorduk. Hemen yan tarafımızda kapalı spor salonu olması bizim için bir şanstı. Spor salonunda bulunan paletleri alanımıza taşıdık ve ateş yakıp ısınmaya ve kurumaya çalıştık. Marketten gelen mercimek ve kafelerden getirdiğimiz tüp, tencere ile yaklaşık 33. saatte ilk aşımızı yani çorbamızı kaynatmış ve içebilmiştik.

Afet gönüllü koordinasyonu olarak topladığımız her malzemeyi işimiz bitince yerine bırakacağımızı da bildirdik bu arada, hatta mekânlara iletişim numaralarımızı bıraktık. Ancak stoğumuz çok azdı. Henüz bölgeye gıda, kıyafet, ilaç vb. gelmiyordu. Birkaç günü bu şekilde bu zorlu koşullarla geçirdik. Sanırım beni en çok zorlayan şey ilk gecede sürekli ayakta ateşin başında durmaktı. Çünkü haberi aldığımdan beri hiç uyumamıştım. Gecenin bir yarısı çığlık çığlığa uyanan teyzeler, sürekli ağlayan çocuklar, ağrıları nedeniyle acı acı inleyenler hepsi ama hepsi benim için ayrı birer zorlanma nedeniydi. Kendimden bu denli güçlü olacağımı ya da kalacağımı beklemezdim doğrusu. Gece zifiri karanlığı yaktığımız ateşler yırtıyordu. Sessizliği ise depremzedelerin zaman zaman yükselen çığlıkları yırtıyordu. Hiç tanımadığım onlarca hatta yüzlerce insanı sakinleştirebilmek için, onlara sık sık sarıldığımı hatırlıyorum. İnsanları sarılarak sakinleştirmeye çalışıyordum.

Bir süre bu şekilde günler geçiyordu ve hala devletin herhangi bir kurum ya da organı bölgede yoktu. 5. Günde, 10 Şubat günü hepimizde büyük bir coşku yaratan seyyar tuvaletimiz gelmişti. Biz sahadayken, sahada olmayıp bizi bölgede besleyen çokça arkadaşımız ve dostlarımız oldu. Devletin yetkili organı AFAD şehrin girişine bir kontrol noktası kurmuş ve arkadaşlarımız aracılığıyla gönderilen birçok şeye el koymakla meşguldü. Tuvalet gıda vs dışardaki arkadaşlarımızın desteğiyle elimize ulaşmaya başlamıştı artık ve bazı şeyler daha kolay bir hal alıyordu. Tabi ki kendiliğinden olmadı bu durum AFAD’ın el koyma olasılığını da hesaplayınca gelen yardım malzemelerini başka ara yollardan bulunduğumuz bölgeye geçiriyorduk. Enkazdan söküp taşıdığımız su depoları ve borularla tuvalet sistemimizi kurduk ancak hemen aktif edemedik. Çünkü bölgede su problemi vardı. İtfaiye ile görüşerek, kendilerinin sürekli ikna etmeye çalışarak ve sonunda bunu başararak su depolarımızı doldurmayı başardık. Artık tuvaletimiz vardı ve herkes bu durumdan çok memnun görünüyordu. Arkadaşlarla nöbet sistemi kurduk ve artık hepimiz hiç değilse 2-3 saat uyuyup dinlenebiliyorduk az da olsa. 3 aracımız vardı ve nöbetleşerek araçlarda uyumaya çalışıyorduk.

İlk 4 gün yaşadıklarımızı anlatmak çok güç ama yine de birkaçını anlatmaya çalışacağım. Öncelikle şunu belirtmeliyim ilk 4 gün devleti temsil eden hiçbir kurum ya da yetkili bölgede yoktu. Her ne yaptıysak dayanışma ile var ettik. Başka şehirlerde olup afet sürecinde bizi destekleyen yatay ilişkilerimiz sayesinde oldu. Arama kurtarma çalışmaları gün batınca bitiyordu çünkü aydınlatmalarımız yoktu. Gece soğuk ve zifiri bir karanlık çöküyordu. Enkazlardan yardım çığlıklarını duyabiliyorduk ancak hiçbir şey yapamıyorduk. 3. ya da 4. günde Armutlu’ya çokça asker sevk edildi. Çok iyi bir oyun sahnelemişti devletimiz. Nereden geldiklerini anlamadığımız bir sürü asker bölgeye sevk edildi. Gecenin karanlığını büyük askeri araçların ışıkları yırtmıştı. Her şey 10 dakika içinde gerçekleşti. Kameralar çekim yaptı. Dünyayı kurtarmaya gelmiş gibi bir görüntü vermeye ve bunu basına servis etmeye yönelik bir çalışmaydı. Askerlerin yüzüne baktığımızda hepsinde şaşkın bir ifade vardı. Neden buraya geldik ne yapacağız der gibi bakıyorlardı. Gerçekten ihtiyaçlara cevap üretmek yerine devlet böyle bir oyun oynamayı tercih etmişti.

5.günde kepçeler vs. geldi ama maalesef çalışamadılar. Arama kurtarma ekipleri geldi ama ekipmanları yoktu. Bunu başkası anlatsa garipserdim ama bizzat kendim deneyimlediğim için paylaşmakta bir beis görmüyorum. Çalışan kepçe bir anda stop ediyordu yakıtının bittiği gerekçesiyle. Enkazda kalan araçların kaputlarını kırıp bulduğumuz hortumla depolarındaki yakıtı çekip kepçeyi çalıştırmaya çalıştık ve başardık. Kaldırım kenarlarında sürekli kime ait olduğu bilenmeyen, battaniyeye sarılı cesetler vardı. O nedenle yürürken çok dikkatli olmak zorundaydık. Tabi ki artık cesetlerle birlikte bölgede koku da yayılmaya başlamıştı. Baharat ve kahve kokan şehrimiz, artık ceset kokuyordu…

Enkaz ile Dayanışma Noktası Arasında

Bu arada bütün bu süreçleri yaşarken henüz ailemle iletişim kuramamıştım. Sadece kuzenimle iletişim kurabilmiştim ve ailemin iyi olduğunu, köyde komşularımız ve akrabalarımızla yaklaşık 45 kişi bir serada kaldıklarını söylemişti. Bu az da olsa beni rahatlatmıştı. Bütün bu sürede neredeyse sıfır uyku ile duruyorduk günlerdir.  Bu aralıklarda kuzenimin olduğu enkaz, arkadaşımın olduğu enkaz ve Armutlu Semt Pazarı arasında sürekli hareket halindeydim. Maalesef 3. günün akşamında kuzenimin olduğu enkazda yangın çıktı. İtfaiyeyi aradık, yangın bölgesine geldi ama tankeri boştu. Su doldurma alanından su doldurulması gerekiyordu ve bunu bir kişi kendi başına yapamıyordu. Ben enkazın başında bekledim, kuzenimin kardeşi ve yakınımız itfaiye aracına binerek tankeri su doldurmaya gittiler. Gece yangını söndürdüğümüzü sanıyorduk ama ara ara enkazdan tekrar alevler yükseliyordu. Sadece enkaz değil umutlarımızda yanıyordu…

5. gün akşam saat 19:00 sularında yıkıldığım haberi aldım ve maalesef kuzenim ile birlikte eşini ve çocuklarını kaybettiğimizi öğrendim. O durumda defin işlemleri için derhal köye geçtim ve defin hazırlıklarını yaptık. Köy mezarlığında zifiri karanlıkta araba farları ile defin işlemini gerçekleştirdik. O sürede haberi alan ve benim olduğum yeri hiç bilmeyen 3 iş arkadaşım mezarlığa geldi, varlıkları bana güç verdi. Ayrıca koordinasyon merkezimizden birkaç yoldaşım köye mezarlığa gelmişlerdi. Daha önce hiç mezar kazmamıştım. Hele karanlıkta mezar kazmak yapabileceğim bir şey değildi ve bunu yapabileceğimi hiç düşünmemiştim. Kuzenimin ve oğlunun cansız bedenlerini çıkarabilmiştik ancak anne ve bebeği henüz çıkaramamıştık. Yani sadece baba ve oğlunu defnedebilmiştik. Şu an o süreci hatırlayınca korku filminin bir sahnesiymiş gibi hissediyorum. Ama bu bizim yaşadığımız bir gerçeklikti. Derken yine güçlü hissetmek zorunda kalmış, yakınlarımı sakinleştirmeye çalışırken buldum kendimi. Hayat sanki kötü bir rüya gibi geliyordu bana. Yaşadığımın şeyin gerçek olup olmadığından şüphe etmeye başlamıştım. O gece annemleri görüp kocaman sarıldım ve hepsi çok korkmuştu. Evimizde bir duvarın yıkıldığını söylediler ama evden sağ salim çıkabilmişlerdi. O gece köyde kaldım. Serada kalanlara ben de eklenmiştim. Odun ateşinde su ısıttım ve açık alanda kısmi duş alabildim. Ayaklarım bembeyaz olmuştu. Annem ayaklarıma iyi geleceğini düşünerek zeytin yağı sürdü ve biraz rahatlamıştım. Ertesi gün köyden ayrılarak Armutlu’ya geri geldim. Artık dayanışma çağrılarımız karşılık buluyordu ve bir şekilde bize malzeme geliyordu. Şunu eklemeden geçmek istemiyorum. Daha ilk günlerde de çadır gıda gibi malzemeler bize ulaştırılmak üzere gönderilmişti fakat kimi yetkili devlet kurumları örneğin AFAD şehrin girişine kontrol noktası kurmuş ve bizlere gönderilen çoğu malzemeye el koymuş, depolarında saklı tutuyordu. Bu durumu teşhir etmeye çalıştığımızda da ilk defa devleti sahada görmeye başlamıştık. Devletin zor aygıtıyla karşılaştık sahada.

Bunun üzerine bölgeyi bilenlerle farklı bir geçiş güzergahı planladık ve bundan sonra gelen malzemelerimizi o güzergahtan getirttik. Gelen tırları şehir girişinde karşılayıp eski ara yollardan getirdik. Burada beni çok etkileyen bir hikâyeden de bahsetmek istiyorum. Araçlarla köylere gıda ya da hijyen malzemeleri ulaştırabilmeye başlamıştık. Sosyal medya hesapların bize bir anne ulaşmıştı. 5 gündür bebeğini besleyemediğini, elinde bebek maması olmadığını, enkazdan kendi imkânlarıyla çıkabildiğini ve acil mama ihtiyacı olduğunu belirtmişti. Hemen harekete geçtik ve saatler süren bir yolculukla bazen yaya bazen de araçla, en sonunda da motosikletle mamayı anneye ulaştırabildik. Anne bebeğini kendi salyasıyla beslemeye çalışmıştı. Malzemeyle birlikte bir doktor arkadaşımızı da bebeği ve anneyi muayene etmesi için yanımızda götürmüştük. Neyse ki anne de bebek de gayet iyi durumdaydılar onca şeye rağmen. Güzel bir iş başarmış olmanın mutluluğuyla Armutlu Semt Pazarı’ndaki koordinasyon merkezimize döndük. Bunun gibi çok fazla hikâye yaşadık, dinledik ya da duyduk. Hepsini yazmayacağım sadece en çok etkilendiğim ve hatırımda olanları paylaşacağım.

Günlerce devlet yoktu diye isyan ettik fakat 6. günde devlet artık oradaydı ama dayanışma ve iyileştirme için değil. Devlet zor aygıtıyla vardı. Devrimcilerin afet sürecinde aldığı inisiyatifi kırmak ve dayanışmayı bertaraf etmek için vardı. Armutlu sürecinde arka planda şöylesi bir çalışmada yaptık. Şehir dışına çıkmak isteyen vatandaşların çıkış işlemlerini planladık. Derken armutlu semt pazarı sürecimiz yavaş yavaş sonlanıyordu. Bütün vatandaşları bölgeden tahliye ettik ve Sevgi Parkı, Harbiye, Samandağ ve Serinyol’da yeni koordinasyon merkezleri kurduk. Bize katılanların sayısı her geçen gün artıyordu ve dayanışmayla çok güçlü, herkese faydalı olacak çalışmalar yürütüyorduk. Mümkün mertebe akut ihtiyaçlara karşılık vermeye çalıştık. Çok kısıtlı imkânla çok anlamlı ve değerli şeyler ürettik. Az kalsın unutuyordum ayrıca ebeveynini yitirmiş veya kaybolmuş çocuklar için de isim soy isim listesi oluşturma ve yakınlarına ulaştırma gibi bir çalışma da yaptık.

O günler adeta kendini tekrarlar gibi devam etti 40. güne kadar. Halk yas tutamamıştı ve böylesi sancılı süreçlerde yas tutmak bireyin gelecekteki yaşamını desteklemek için çok önemli. Bunun üzerine 40. gün yas tutma günü mitingi organize ettik. Bahur ve reyhanı bilir misiniz? Bizim kültürde doğumda da ölümde de bu iki ritüel çok önemlidir. Bir elimizde bahur tütsümüz, bir elimizde reyhan “Unutmak yok, affetmek yok, helalleşmek yok” sloganlarıyla yasımızı tutup hesap soracağımızı günleri bekledik. Ma rihna nihna hon (Gitmedik, buradayız) sloganı da bize eşlik etti. Bu süreçte enkaz kaldırma çalışmaları başlamış hâlâ enkazlardan ceset çıkıyordu. Açıklanan resmi rakamların yanı sıra çok fazla kayıp vardı.

Akıp giden günlerde devlet organlarıyla yan yana olmak isterken maalesef karşı karşıya geldik. Asbest meselesi, ekolojik yıkım ve istimlak nedenleriyle. Sırasıyla açıklayalım. Asbest moloz döküm alanlarında ortaya çıkan kanserojen madde içeren ve solunum yoluyla vücuda alındığında ölümcül rahatsızlıklara yol açan bir madde. Dolayısıyla halihazırda ayakta kalan yerlerin yaşam alanlarına dönüşmesi ve molozların yaşam alanlarına dökülmesi halk sağlığını tehdit ediyordu. Bunun için çokça savaştık. Öte yandan Milleyha Kuş Cenneti’nin moloz dökme alanına dönüştürülmesi gelecekte karşılaşacağımız başka bir ekolojik facianın habercisiydi. Yıkımlar devam ederken aceleyle çıkartılan yerinden ayrıştırma yasası da halk sağlığını zorlayan ve yaşam alanlarını zorlayan başka krizlere sebep oluyordu. Zaten her şeyini kaybeden bir halk istimlak yasası ve acil kamulaştırma kararları ile geçimi tarım olan insanları zorluyordu.  Dikmece’de acil kamulaştırma ile halkın geçim kaynağı olan zeytinlikler sermayeye kurban edilmeye çalışılıyor. Ancak bütün bu krizlere karşı halk cevap veriyor ve yaşam alanlarını terk etmiyor. Israrla ve inatla zeytinliklerini bırakmıyor. Halkın direnişi hâlâ devam etmekte.

Bir diğer konu konteyner kentler… Hatay halkı almaya değil, vermeye alışkındır. Misafirperverdir ve elindekini her koşulda paylaşır. Doğalında birbirlerini çokça ziyaret ederler. Devlet çeşitli şirketler aracılığıyla konteyner kentler inşa etti. Ama yaşam alanı olarak tarifledikleri alanlar çok da yaşam alanı değildi Hatay halkı için. Hatay halkının yaşam biçimi 21 metrekareye sığmaz, sığdırılamaz. O küçücük konteynerlerde 10-12 kişi konaklamaya çalışan aileler var. Ayrıca yazın o sıcağında su sorunun çözülmemesi, gölgelik hiçbir alanın olmaması, sıkça elektrik kesintileri yaşamı zorlayan başka noktalardı. Çocuklar için oyun ya da etkinlik alanının olmaması. Düşünsenize hoplayıp zıplaması gereken, bolca oyun oynaması gereken çocuklar 21 metrekareye hapsedildi. Çocukların hayal dünyasını geliştirmek şöyle dursun, travmalarını tetikleyecek ya da başka travmalara sebep olacak bir yaklaşım bu.

Bugün depremin ardından bir yıl geçti. Bu süreci bölgede olan ve bölgeyle bağını sürdüren sıradan biri olarak söylüyorum. Hatay’da enkaz kaldırma çalışmaları hâlâ devam ediyor. Uzunca bir süre de devam edecek gibi. 215. Günde bile enkazlardan ceset çıktı ve muhtemelen çıkmaya devam edecek. Akut ihtiyaçlar hâlâ çözülebilmiş değil. Çadırlarda konaklayan çokça aile var. Su, elektrik gibi temel ihtiyaçlar çoğu bölgede halen yok ve olan bölgelerde bu temel ihtiyaçların karşılanması çokça sekteye uğruyor.

Şimdi ideolojilerimizi bir kenara bırakalım ve sadece insan olabilmenin erdemiyle konuyu ele alalım. Çokça acı yaşamış olan bu halk devlete kızmakta sizce de haklı değil mi? Evet, acımız büyük lakin öfkemiz daha da büyük. Acımızı kendimize güç yapıp, öfkeyi isyanla buluşturacağımız günlere…  Dün olduğu ve yarın da olacağı gibi. Dayanışmayla var olacağız. Bu süreçte küçük, büyük emek eden kalbi bizimle olan herkese teşekkür ederim.

Bu yazıyı yazma amacım maalesef gelecek kaygılarım. Bizim ülkemiz deprem ülkesi bunu kabul etmek ve buna uygun yaşam alanları ve şehirler planlamak gerek. Bu konunun uzmanı değilim lakin uzmanı olan çokça vatandaşımız var. Artık sermayeyi değil, yaşamı savunmanın zamanı gelmedi mi? Dikey şehirleri bırakalım ve yatay düzlemde yaşam alanları kuralım. İlgili kurumlar sorumluluğunu yerine getirsinler. Yapı denetim meselesi hep gündemimizde olsun. Eğer ben vatandaş olarak, vergimi ödeyip devlete karşı sorumluluğumu yerine getiriyorsam, devletten de vatandaşına yani bize karşı sorumluluğunu yerine getirmesini beklemek en doğal hakkımız. Benzer süreçleri hiç kimse yaşamamalı. Yaşamdan yana tavır almak ve yaşatmak için mücadele etmek zorundayız. Kurumların işleyiş biçimlerini, bireylerin düşünüş biçiminden bağımsız bir hale getirmeliyiz. Kurumlar bireyler ve ideolojiler üstü bir anlayışla işlemeli.

Tam da bu yazının yayına hazırlandığı gün cumhurbaşkanı bizlerin tam bir yıldır dile getirdiği bir gerçeği itiraf etti. Biz enkaz altında kalan yakınlarımızı kurtarmaya çalışırken meğerse onlar bizim kaderimize çoktan karar vermişler. Bilerek bizleri ölüme ve yoksunluğa terk etmişler. İşte bu nedenle artık elimizde iki seçenek var. Ya kaderimizi birilerinin dudaklarından çıkan sözler belirleyecek ve hayatlarımız sermayeye kurban edilecek ya da hayatlarımıza sahip çıkacak ve yaşamlarımızı savunacağız. Ben yaşamı seçiyorum o nedenle örgütlüyüm ve örgütlü bir şekilde mücadelenin içindeyim. Peki, ya sen? Sen de yaşamı savunuyorsan yanımızda yerin hazır.