Sosyalist Solun Krizinden Çıkış İçin Samimi Bir Çağrı

Gelecek şimdiki zamanın içerisinde potansiyel olarak yüklüdür. İşte bugün zamanın şimdisinde, geleceğe gebe çok özel bir siyasal anın içerisindeyiz. Geziden buyana içerisine soluduğumuz olağanüstülük atmosferinde, kendini her fırsatta dile getiren hareket halindeki özgürlük arayışları, bugün Boğaziçi ile yeni bir ivme kazandı. Bu ivme her an ileriye ya da geriye doğru sıçrayabilecek birbirine zıt kritik olasılıklarla yüklü.

Gezi direnişi kendinden menkul bir kalkışma halinden ibaret değildi. Vuku bulduğu andan itibaren hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bir başka oluş halini yarattı. Siyasal ve toplumsal zeminin belirleyeni olageldi. Yalnızca ezilen kesimlerin değil egemenlerin de adımlarını şekillendirdi. Hala o oluşun içinde konumlanıyoruz.

Gezide “korkma biziz halk” diyen kitlelerle, Boğaziçi direnişinde “aşağı bakmıyoruz” diyen kitleler arasında bir özgürlük arayışının ısrarla bulduğu her çatlaktan sızıp kendini öyle ya da böyle ortaya koymayı becermiş halkçı bir çıkış olasılığının işaretleri var. O işaretler Gezi’den bu yana boyun eğmemiş, diz çökmemiş ve aşağı bakmamış bir halk gerçekliğine dayanıyor. Bombalara, katliamlara, darbelere, kanun hükmünde kararnamelere, depremlere, felaketlere, hastalığa, işsizliğe, açlığa rağmen aşağı bakmayan bir gerçeklik, üstelik tepesinde her an kurumsallaşmakta olan faşizmin kılıcı sallanırken… O kılıç şimdilik, tüm gücüyle dilediğince salınamıyor. Çünkü işte bu halk gerçekliği onun önünde bariyer oluyor, keskinliğini köreltiyor. Üstelik kılıç parçalı ve üzerinde çatlaklar var, o yüzden kılıç olabilme statüsüne de tam olarak erişemiyor. Yani kılıç, önündeki tüm engelleri kesip biçmek istiyor da gücü yetmiyor. Devletin yetki ve aygıtlarını sonuna değin kullanarak, kendi mührü vurulu anayasasını bile askıya alarak her adımda faşist rejimin inşasına tempo veriyor, ancak gücünün sınırlarına çarpıyor.

Mücadele dinamiklerini birbirine karşı kullanmaya çalışarak krizi yönetmeye çabalıyorlar. Evine ekmek götüremeyenlerle LGBTİ+’ları, işsizler ordusuyla Suriyeli mültecileri, Alevilerle Sünnileri, Türklerle Kürtleri karşı karşıya getirerek kendi krizlerini yalanlarla örtüp içerisinde bulundukları cendereden çıkışın planlarını yapıyorlar. Sıkıştıkları anda ise iktidarın garantörü konumundaki ana akım muhalefet imdatlarına yetişip iktidar güçlerinin belirlediği gündemin arkasındaki yerini hızlıca alıveriyor. Kamuoyu baskısıyla son anda çark etseler de, en son Boğaziçi direnişinde bir kez daha görüldüğü gibi.

Konjonktürel hesaplar doğrultusunda, Akşener’inden Kılıçdaroğlu’na Babacan’ından Davutoğlu’na, zamanında Erdoğan’ın bizzat geçtiği yollardan geçerek mahalle mahalle esnaf ziyaretleri yapıp, kürsülerine yoksulları çıkartıp, esasa değinmeden şöyle kıyısından yoksulluk söylevleri vererek “halkçılık” vitrini oluşturup, dosta düşmana “demokrasi” pazarlıyorlar. Devlet ve sermayeye göbekten bağlı, sistemi restore etme yanlısı sağ muhalefet bugün sosyalist solun krizinin yarattığı boşluktan yararlanıp, dilediğince “demokrasicilik oyunu” oynayabiliyor.

Sosyalist solun krizi, restorasyoncu güçlere alan açıyor. Çünkü halkın arayışı sahipsiz. Halk güçlerinin güncel taleplerinin sözcülüğünü yapacak bir sol muhalefet boşluğu var. Halkçı bir seçeneği maddi bir güç haline getirerek iktidar alanına dayatabilecek sosyalist solda mevzi boşluğu var. Böyle olunca da iktidar alanı faşist koalisyonla restorasyon güçlerinin oyun alanına dönüşüveriyor, boşluk birileri tarafından dolduruluveriyor.

“En Geniş Demokrasi Cephesi” Halk Güçlerinin Birliğidir 

Solun nicelik ve nitelik krizi, süreci iktidar ve ana akım muhalefet ikiliği sınırlarında bir siyaset etme alanına bırakıyor. Oysa siyaset yalnızca parlamenter siyaset, parti “liderleri” ve binaları etrafında cereyan etmez. Yaşamın tüm alanları siyasetin içindedir ve siyasetin mekanıdır. Ancak siyaset bizzat ana akım muhalefet ve onun peşine takılmaya meyyal güçler tarafından niteliği ve işlevi muğlak “parlamento” sınırlarına çekilmeye çalışıyor. “Cumhurbaşkanlığı sistemi” ve “parlamenter demokrasi” ikiliğine, Erdoğan karşıtlığı ve seçim/sandık siyasetine hapsedilen bir çıkmaza sürükleniyor. Siyasetin sandığa hapsedilmesi hali, hiçbir dayanağı olmayan “gidiyorlar” söylemiyle bekleme siyaseti yapmayı, iktidarın seçimle yenileceği yanılgısını beraberinde getiriyor. Kitleler politize olurken mevcut muhalefet boşluğundan doğan bu siyaset aklıyla halkçı bir iktidar olasılığı solun zaafına çarpıp berhava olma riski taşıyor. Böyle olunca da Türkiye sağının karşısına alternatif olarak yine bir sağcılığın çıkarılmasına çanak tutuluyor. Hatta şimdilerde, çanak tutmakla da sınırlı kalmayıp, “hele bir Erdoğan gitsin de” düsturuyla gelen “Erdoğan karşısında en geniş cephe” modellemeleriyle bizzat restorasyoncuların kuyruğuna takılma siyaseti güdülüyor. Erdoğan karşıtlığı ile demokrasi birbirine karıştırılıyor. Halk güçlerinin demokrasi arayışı parlamento sınırlarında bir seçim ittifak alanına indirgeniyor. Ne yazık ki, bizzat solun da sorumluluğu ve dahli ile, restorasyon olasılığına meşruiyet kazandırılıyor.

Görmüyor musunuz? Sadece seçim anlarında devreye girebilecek güncel-taktik ittifaklarla “halkçı-demokratik olasılığın sözcüsü olma” anlamındaki stratejik duruşu birbirine karıştıran bilinç bulanıklığı, sonuçta her zaman ve her durumda gündemde olacak olan güncelliğin acil görevlerinin peşine takılarak, halkçı olasılığın yok sayılmasına hizmet edecektir.

Görmüyor musunuz? Halkın ittifakı, “en geniş cephe” diye tariflenen seçim-sandık ittifakından daha geniş ve güçlüdür. Bugün baştan denklemi yanlış ve çürük kurulmuş böylesi bir sözde “demokrasi ittifakına” değil, demokratik, halkçı bir iktidar olasılığını maddi bir güce dönüştürecek sol bir odağa ihtiyaç var. Hem de derhal ve acilen.

Görmüyor musunuz? Bugün kendini bir şekilde ifade etmeye çalışan halk güçlerinin güncel talepleri var. İşçiler kendiliğinden ve dağınık halde de olsa direniş mevzilerini her geçen gün arttırıyor. Kadınlar ülkenin olağanüstü hal koşullarında karşısındaki cezasızlık rejimine rağmen en kitlesel ve en güçlü direniş odağını oluşturuyor. Kürtler operasyonlara tutuklamalara iradelerinin yok sayılmasına karşı yıkılmıyor ve daha da ötesinde faşizmin karşısında adeta bir dalgakıran oluşturuyor. Aleviler her gün artan oranda katliam tehditlerinin kendini hissettirmesine karşın asimilasyon politikalarına diz çökmüyor. Yoksul Müslümanlar din istismarcılarına rağmen kula kulluk etmeyiz diyorlar. LGBTİ+’lar nefret söyleminin ana hedefi haline getirilmesine rağmen en temel yaşam hakları için gökkuşağını bayraklaştırıyor. Köylüler, doğa ve yaşam savunucuları, meşru ve haklı taleplerinden bir adım geri gitmiyor. Hayvan hakları mücadelesi her geçen gün daha da görünürlük kazanıyor. Şimdi Boğaziçi direnişiyle yeniden hareketlenen üniversite gençlik mücadelesi ve oradan liseli gençlere uzanan mücadele dinamiği demokratik bir üniversite-lise talebini dillendiriyor.

Görmüyor musunuz? Ülkenin dört bir yanında işçiler, işsizler, kimlikler, halklar ve inançlar haklarını arıyor, ekmek, özgürlük ve adalet talep ediyor. Ve bugün Boğaziçi direnişi, şimdililik hak mücadelelerinin içerisinde yer almayan ama krizlerin basıncı altında ezildikçe ezilen kitlelerde, dışarı vurmayı bekleyen daha büyük bir öfkeye ilham kaynağı oluyor.

Peki, toplumsal dinamiklerin arayışlarını kim yan yana getirecek, halkın haklarına, özlemlerine, taleplerine kim sahip çıkacak? Kılıçdaroğlu mu İmamoğlu mu Babacan mı Akşener mi, yoksa gökten zembille inecek bir kurtarıcı mı? Kim?

Başka Bir Bahara Ertelemeden Tarihin Sorumluluğunu Üstlenmek 

Gezi’de solun konumlanışındaki iki uca savrulan zaaflı tutumlar kendi gerçekliğini korumaya ve sürdürmeye ne yazık ki devam ediyor. Sosyalist solun krizi halkçı bir güç alanı inşa etmenin önünde engel oluşturuyor. Sol bir odak kurulamadıkça da halkçı bir iktidar seçeneği her defasında başka baharlara havale edilen güzel bir temenni olarak kalıyor.

Evet, şimdilerde sol, sosyalist bir odak ihtiyacı nihayet geniş bir sosyalist kesim tarafından dillendirilmeye başladı ve bu yönlü kimi arayışlar da mevcut. Ancak bu arayışlar solun mevcut kriziyle damgalı vaziyette.

Yoldaşça ve açık konuşalım: Dostlar, çok “heyecanlı”, “atraksiyonlu” işler yapılınca kitle ile bağ kurulmuş olunmuyor, tersinden çok güzel, parlak laflar edince de kitle ile bağlar kurulmuyor tabi yine tersinden kitle ne eylerse güzel eyler tutumu da doğru olmuyor. Kitle ile ilmek ilmek örülen ilişkinin hacmi neyse, yükselen halk hareketlerinde kazanacağımız mevzi de o oluyor, Gezi’den beri halkın gündemiyle kalıcı gerçek bağlar kurma derdinde olmayınca, böyle anlarda da harekete yön verme kapasitemiz zayıf kalıyor.

Gezi’de olduğu gibi, bugünkü zeminde de halkın öfkesini araçsallaştırmak, onu arkaya yedeklemeye çalışmak ya da halkın taleplerinin üzerinden atlamak hem bizi bir başka çıkmaza sokacak hem de sosyalist sol ile halk güçleri arasındaki makasın daha fazla açılmasına neden olacaktır. Ancak öyle bir anın içerisindeyiz ki, uygun taktikler ve söylemlerle ortak ve somut bir programla toplumsal güçlerin güncel çıkarlarının öncülüğünü yaparak bu hareketin içinde nefes alıp vererek konumlanma fırsatımız, olanaklarımız mevcut, hem de her zamankinden daha da fazla.

Boğaziçi direnişinde gençler rektör seçimleri istiyor -belki bu bizim “ütopyalarımızı” tatmin etmez, ama bu oraya giden yolların taşlarını döşer- o zaman her yerde sandık matematiğine sıkışmadan söz yetki ve karar organlarında olmayı tartışacağımız bir alan açılmış olur. Halk oyunun belirleyici olacağı, halkın katılımını arttıracak bir dizi önermeyi gündemimize almayı olanaklı hale getirir. Örneğin neden bir yerel mahkemenin de üyelerini halk seçmesin, neden yerel meclislerle yerinden yönetimi tartışmayalım, neden despotik devletin saltanat makamlarına dönüşen valilik ve kaymakamlık kurumlarını tartışmaya açmayalım?

Böylesine bir toplumsal kabarmanın yaşandığı bir anda neden halkın taleplerine asgari bir program sunmayalım? Alanı, devlet, iktidar, sermaye güdümündeki olasılıklara terk etmek yerine kendi olasılığımızı neden yaratmayalım?

Cumhur ittifakı karşısında “en geniş cephe” modeliyle önümüze koyulan restorasyon hamlesine boynumuzu kendi rızamızla uzatıp bu dönemin yetmez ama evetçiliğinin mührünü basıp yeni bir “kandırıldık” vakasının parçası olmak yerine neden halkçı demokratik bir cumhuriyet için kolları sıvamayalım?

Erdoğan ve Bahçeli’nin açtığı sözde “yeni anayasa” denilen palavranın peşine takılmak yerine, halkın haklarını garanti altına alacak yeni bir toplum sözleşmesinin, demokratik bir anayasanın hareketini yaratacak yerel meclisleri oluşturup yaptırım gücü olmayalım?

Buralarda elde edeceğimiz kazanımlar, bizlere daha ileri mücadele düzeyleri için moral kazandıracak, maddi güç alanları oluşturacaktır. Görmüyor musunuz, yıllardır hiçbir mevzimiz yok, solun krizi tam olarak burada yatıyor.

Sosyalizm, sadece “kahrolsun faşizm yaşasın sosyalizm” sloganları atarak gelmez, sosyalizmin yolları doğru anda, doğru müdahalelerle stratejimizin ana omurgasına sadık kalarak, uygun taktik hamlelerle yapılacak konumlarının sorumluluğu alarak, o yolda ısrarla yürüyerek açılır.

Sol için yeni bir dönem açmayı hep başka bir bahara erteliyoruz, işte müthiş zenginlikte yeni bir dönem ve o yeni dönemi açacak olan mücadele araçları.

Zaman aleyhimize işliyor, ya yolu birlikte açacağız ve tarihin sorumluluğunu üstleneceğiz ya da bu tarihsel ana ihanet etmiş olacağız.