Kadınların Siyasete Katılımı ve Temsili: Zengin, Yaşlı ve Beyaz (Türk-Sünni) Erkekler Kulübünde Siyasetin Tarihsel ve Güncel Kesişimi

Kadınların siyasete katılımı ve temsili, patriyarkal kapitalizme içkin ve kadınların mücadele tarihi kadar köklü bir konu.

Resmî ideolojinin tarih yazımı tarihi yapan özne rolünü erkeklere verirken, tarihin öznesi olan kadınlar, siyasal ve toplumsal tüm alanlarda görünmez kılındılar. Devlet sermeye ve aile troykasının çemberine hapsedilen kadınlar, görünmezleştirilen kimliklerini, emeklerini, tarihlerini görünür kılmak için tarihin ve yaşamın her alanında son derece ağır bedeller ödeyerek her daim varoluş mücadelesi vermek zorunda kalarak var oldular.

***

Sınıflı olduğu kadar cinsiyetli bir sistemin içerisinde yaşıyor ve konumlanıyoruz malum. Erkek egemenliğine dayalı cinsiyet rejiminin yarattığı yapısal eşitsizlik kadınları tarihin her alanında olduğu gibi siyasette de çemberin dışına itti.

Zira, söz konusu cinsiyet rejimi, yaşam alanlarını “özel alan” ve “kamusal alan” olarak ayrıştırmış, bu yapılanmada kadınlara “özel alan” erkeklere ise “kamusal alan” uygun görülmüştür. Kamusal ve özel alan ikiliğinde, toplumsal cinsiyet temelli ayrıştırma ile kadınlar, cinsiyet rollerinin uzantısıyla; yani ev içi emek, bakım, beslenme, yetiştirme gibi yeniden üretim sorumluluğuna tabi tutularak özel alanda konumlandırılırken, erkekler ise siyaset, ekonomi, istihdam gibi alanların sorumluluğu ile, esasında devlet-sermaye-aile kutsiyetinin asli öznesi olarak kamusal alanda konumlandırılmıştır. Siyaset kuramı işte bu cinsiyetlendirilmiş sistemin üzerine bina edilmiş, siyasetin teorisi ve pratiği erkek egemen normlara göre şekillendirilmiştir. Cinsiyetlendirilmiş iş bölümü dayatmasında, kamusal alanın en önemli parçası olan siyasal alan, söz, yetki ve karar mecraları ve dolayısıyla “yönetme işi” “erkek işi” olarak tanımlanmış; söz, yetki, karar alanlarından topyekûn tasfiye edilen kadınlara ise ‘elinin hamuru ile erkek işine karışmaması’ gerektiği devlet-din-aile iş birliği ile salık verilmiştir.

***

Kadınların siyasete katılım ve temsilleri bir öznelik tarihi ve yapısallığı çerçevesinde ele alınmalıdır. Zira, kadınlar tam da yurttaşlık tarihindeki konumları dolayısıyla siyasette özne olarak konumlanamamışlardır. 

Düşünsenize, 20. yüzyılın başlarına kadar kadınlar cinsiyetlerinden dolayı oy haklarını elde edemediler. Dünya tarihinde, “oy hakkı” hususunda, “yurttaşlık, askerlik ve erkeklik” bağı ve bağlamında kadınların birey olarak var olmaları reddedilmiş, kadınlara oy hakkı tanınması “güçsüz devlet”, “zayıf ulus” çerçevesinde ele alınmıştır. Oy hakkı mücadelesi kadınların tarihinde toplumsal ve siyasal alanı değiştiren ve dönüştüren kurucu bir parametredir. Bu yüzdendir ki, kadınların yurttaş olarak var olmalarında ve pek tabi kadın kurtuluşu mücadelesinin tarihinde oy hakkı simgesel bir önem ve tarihin akışını değiştiren bir başlangıç adımı olma manası taşıyor.

Ülkemizde kadınların egemen ideolojiye tabi olmayan uzun ve köklü mücadeleleri sonucunda kadınlar,  henüz 1930’da yerel seçimlerde oy kullanma hakkını, 1934’de ise seçme ve seçilme hakkını elde edebilmişler ve 1935 genel seçimlerinde ilk kez oy kullanarak Türkiye parlamentosuna 17 kadın milletvekili ile girebilmişlerdir. İşte 1935 şurası. Sonrasında çok partili döneme geçişin ‘demokrasi vaadi’ yine kadınlar için işlememiş, 1950’ler ardına parlamentoda kadın temsili giderek düşmüştür. Sözün özü, kadınlar nasıl ki tarihin öznesi olarak görülmemişse, siyasetin öznesi olarak da görülmemiştir ve güncel siyasal tablo da bundan azade değildir.

Kadınların siyasete katılımı ve temsilinde parlamento tek mecra olmamakla birlikte kadınların siyasette temsili açısından önemli bir tabloyu gözler önüne sermektedir. Siyasi partilerde, kitle örgütlerinde dernekler ve sivil toplum kuruluşlarında kadınların söz yetki ve karar mekanizmalarındaki yeri ve konumu da bu tabloya paraleldir. Siyasi partilere katılım, siyasi partilerin karar ve yönetim organlarında kadın temsiliyeti, parlamentoda, yerel siyasette ve yerel yönetimlerde yer almak için evet her adımda, her an ve her dönemeçte kadınlar hep mücadele ederek var oldular. Öyle ki, bu tabloda en yakınımıza sosyalist solun tarihine baktığımız zaman bile, kadınların “bacı” olmaktan “yoldaş” olmaya “terfi etmeleri” yine kadınların amansız mücadeleleri sonucunda olmamış mıdır? Despotik rejimin despotik siyaset yapma biçimi erkek egemen normlarla bezeli ve “lider kültü” ile çitlenmiş vaziyette. Ve ne yazık ki, bu normlar kendisini solun, demokratik, halkçı kurum ve yapılarının içerisinde de göstermeye devam etmektedir. Ve yalnızca öyle tarihin tozlu sayfalarında, Orta çağ karanlığında bir yerlerde değil günümüz güncel siyasetinde de bu erkek egemen akıl ve kurumsallaşmasını ögeleri mevcuttur.

***

Bugün geldiğimiz aşamada parlamentoda nicel ve nitel anlamda kadın sayısı son derece düşük olmakla birlikle, devletin ve iktidarın yöneliminde adeta rejimin kara listesine alınmış olan kadınların yaşamları hakkında kararlar erkekler tarafından veriliyor. Ulus devlet modelinde kadınlar, ulusun ihtiyacına göre nüfus politikalarının asli unsuru olarak çocuk doğurup bakım emeği vermekle yükümlüdür malum. Bunun güncel pratiğini AKP/Erdoğan iktidarı an an bu uygulamalara el yükselterek sistematik politikalar bütünüyle yürütüyor. AKP, özellikle yerel ve mahalli zeminde kadınların nicel katılımı ve örgütçülüğünün üzerine basarak var ettiği 20 yıllık iktidar pratiğinde, kadın bakanlığının aile bakanlığına dönüşmesi, medeni kanunun dönüştürülmesi, eğitim ve sağlık politikalarının cinsiyetlendirilmesi, müftü nikahı, boşanmayı sınırlandırma, nafaka hakkının tasfiyesi, kürtaj ve sezaryeni yasaklama, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış politikalarıyla ilerledi. Ve şimdilerde ‘başörtüsü ve aile kanunu’ gündemiyle kadınları aileye, erkek -muhafazakâr cendereye hapsetme pratiğinin savaşını vermeye ve bugün kendi krizlerinden çıkış için adım adım kurumsallaşmasını hızlandırmaya çabaladıkları faşist rejimin mayasını kadın düşmanlığı ile kararak yapmaya devam ediyor. Türkiye tarihinin hemen her döneminde olduğu gibi, muhafazakâr erkek devlet zemininde, kadınlarla erkeklerin fıtratları dolayısıyla asla eşit olamayacağı düsturuyla kamusal alanın içinde kadınlara ‘anne’ olarak ve kutsal aile kurumunun garantörü olarak var olmaları misyonunu biçiyor.

İktidarın savaş politikalarını adeta bir seçim stratejisi haline getirdiği günümüz güncelliğinde, dayandığı devlet şiddetinin sopasını kadınlara ve LGBTİ+lara yönelik şiddeti yükselterek adımlıyor. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kolluk güçleri ile kadınları karşı karşıya getiren erkek devlet politikasının çıplak bir dilegeliş biçimi olan 25 Kasım 2022 fotoğrafı bu ahvalin somut göstergesidir.

Sadece yürütülen kadın düşmanı politikalarla değil, halkın öz kaynaklarını hibe ettikleri kadınları ve toplumun tüm kesimlerini güçsüzleştirmeyi esas aldıkları bütçe pratiği ile de bunu yapıyorlar.

“Türkiye’nin Yüzyılı” bütçesi olarak tanımlanan bütçeye 258 milyar 437 milyon lira bütçe ayrılması planlanırken, 2023 Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın “Kadını Güçlendirme Programı”na ayırdığı bütçe ise yalnızca 1 milyar 76 milyon TL mesela. Saraya, savaşa, diyanete ayrılan ağız uçuklatıcı rakamlar yanında bu rakamlar da ne ola ki değil mi?

***

Öte yandan parlamentoda kadın temsilinin grafiğinin salt cinsiyet dolayımıyla aritmetik olarak artması, içerisinde bulunduğumuz yapısal sorunları çözmeye, zengin, yaşlı, beyaz (Türk-Sünni) erkekler kulübünü dağıtmaya yetmiyor. Özellikle parlamenter siyasette ülke tarihi boyunca siyaset yapmak güç ile güç ise “para ve yaş(deneyim)” ile eşleştirilmiştir. Velhasıl kurulu düzenin siyaset zemini geçmişten günümüze miras gibi devralınan bir “erkeklik sözleşmesi” ile çitlenmiştir.

Bu ‘Erkeklik Sözleşmesi’ne göre, ekonomik durum, medeni durum ve yaş öncelenmiştir. Dolayısıyla, statükocu siyasal arenada, zenginlik kadar, makbul görülen evli ve çocuklu olma statüsü ve de gerontokrasi bu sözleşmenin ana ilkeleri olarak işlemektedir. Peki bu ilkeler kim tarafından ve nasıl işletilmektedir, diye soracak olursanız, toplumsal yaşamın tüm hücrelerine sızmış olan “erkek denetimi” adeta bir “MOBESE” işlevi görerek siyasal alanda da çarklarını yedi yirmi dört döndürerek çalışır. Çünkü kamusal alanda da kadınlar özel alanın sınırları içinde olduğu gibi denetlenmesi gereken varlıklardır. Kadınlar özel alandaki gibi, kamusal alanda da ne giydiği ne yediği ne içtiği ne konuştuğu nasıl konuştuğu nasıl durduğu nasıl baktığı ile; yani tüm varoluşuyla “erkek Mobese’sinin” gözetim ve denetimi altındadır. Kadınlardan makbul ve makul kadınlar olmaları beklenir, o yüzden de Türkiye siyaset tarihinde, kadınlar araçsallaştırılarak, örneğin parlamento pratiğinde/seçim dönemlerinde çoğunlukla seçilme olasılıklarının az olduğu yer ve sırada ve yine çoğunlukla partilerin “vitrinlik” kadın görünümlerinde yer bulabilmektedir. Parlamento dışında da keza, siyasi partilerin yapıları ve kadınları parti içinde nasıl konumlandırdığı da kadınların siyasete katılımlarını ve konumlanışlarını doğrudan etkileyen unsurlulardandır. Zira patriyarka, özel ve kamusal alanın tüm mecralarında, evde işte, okulda, medyada, sokakta ve siyasetin her alanında parlamentosundan kurum ve kuruluşlarına kadar her an kendisini yeniden ve yeniden inşa etmektedir. İşte siyasal alan teorisi ve pratiğiyle, yöntemi, mekânı, dili ve siyaset yapma biçimiyle tümüyle cinsiyetlendirilmiştir. 

Ne var ki madalyonun bir de öbür yüz var.

Siyasal alanda egemen erkek akıl ve yapılanmanın hakimiyeti ezeli ve ebedi bir mutlak değişmez değil. İşte kadınlar, kadın hareketinin örgütlü gücü ve kolektif eyleme pratiğiyle o hakimiyet alanlarını çatırdatıyor ve hatta daha da ötesinde ters yüz ediyor. Ülkemizde sadece günümüzle yahut Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne de değil, coğrafyamızın koca geçmişine dayanan kadın hareketinin köklü bir direniş ve mücadele tarihi var. Güncel nesnellikte, kadın hareketinin özellikle 2013 Gezi direnişi sonrası artan yaptırım gücü ve direngenliği her alanda kendini hissettiriyor. Hem iktidar koalisyonu politikalarına yönelik koyduğu baraj ile hem de düzenin tüm kurum ve kurumsallaşma alanlarında, kadın hareketi egemen normlara tabandan bir basınç yaratıyor.

Kadınlar patriyarkal aileye ve muhafazakâr ailenin polisliğini yapan erkeklere karşı toplumsal ve siyasal alanda mücadelelerini toplumsallaştırırken, baskı ve zor koşullarına rağmen en ön saflarında kolektif söz ve eylem pratiğini şekillendirerek mücadele ederek ilerliyorlar. Bulundukları her alanı mücadeleleriyle değiştirip dönüştürüyorlar. Kadın kurtuluş mücadelesi giderek kitleselleşen ve kuvvetlenen bir güçle ilerlerken sokakları zapt ettiği her eylemde korku eşiğini aşarak tarihe bir not düşüyor. Tepede verilen siyasi kararlarla devlet şiddetine yaslanarak, kadınlara yöneltilen baskı ve şiddet ortamına karşı kadınlar kendi söz, eylem ve tahayyüllerini dayatarak kendi yolunu direnerek açıyorlar. Feminist ideolojinin açtığı kurucu ve kolektif zemin, kadın hareketinin yol açan örgütlenme metotları ve biriktiği deneyim ile tüm halk güçlerinin önünü açarken hem toplumsal hem de siyasal alanın köklü dönüşümü için tarih yapıcı bir rol oynuyor. 

 

Bu yazı Alevilerin Sesi Dergisi için kaleme alınmıştır.