Despotizmin Yayılımı, Faşizmin Yükselişi, Tahayyüllün Körelişi*

Kadim Sümer medeniyetinden Bizans ve Osmanlı aracılığıyla günümüze değin varlığını bir biçimde sürdüren despotik devlet geleneği, değişerek, dönüşerek, başka güçlerle çarpışarak (örneğin modern sermaye) bir çeşit Rönesans’a uğradı. Karşısına modern sermaye çıkınca, elbette bir güç çatışması yaşandı ve ancak modern sermayeyle ancak birtakım uzlaşılarda bulunarak var olabileceği koşullar oluştu.

Onun serüveni buraya sığmayacak kadar uzun şüphesiz. Ancak son noktada despotizm modern sermayenin belli rızasını alarak, onunla bir denge durumu yaratarak, bazı tavizler vererek ama varlığını da bir biçimde sürdürerek günümüze değin gelmiş oldu.

O gelenek sermaye tarafından damgalanmış bir şekilde de olsa, sermayenin egemenlik alanını tehdit etmediği sürece, ülkedeki hâkim siyaseti belirleyen yayılımlı öz olarak var oldu. Hangi kurumsallaşma altında olursa olsun, insanların siyasal eylemleri, o kurumsal yapının içerisine sızan despotik eğilimle damgalanıyor, belirleniyor, kısıtlanıyor.

Bu belirlenimler, ister Batıcı/aydınlanmacı olsunlar, ister İslamcı olsunlar, siyasal ufku hep belli kategoriler etrafında dolanıyorlar. Buradan uzaklaşma eğiliminde olduklarında, en hafif tabiriyle “terör, ihanet, işbirlikçilik” etiketiyle karşı karşıya kalıyor. Düzen içi muhalefet de adı üzerinde düzen içi olmakla beraber, despotik geleneğin ideolojik bölünmesinden kaynaklı bir türemesinden başka bir şey değil. Bu bölünmenin tarihine baktığımızda, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar gidebilecek bir geçmişe sahip olduğunu görürüz. Kabaca bir bakışla bu bölünmenin, büyük oranda despotik Osmanlı sisteminin, kendine özgü sınıfsal sömürü biçimi ve antik zamanlardan kalma devlet yapısının nasıl korunacağına dair bir bölünmeden ibaret olduğunu görürüz. Var olan yapı korunarak, (birçok ara/melez ideolojik eğilim zamanla saf dışı kalarak) İslamcılık/Ümmetçilik zemininden mi, Aydınlanma/Batıcı zemininden mi gidilmesi gerektiğine dair çatallaşma, bu bölünmenin zeminidir.

Son tahlilde günümüze kadar gelen,  darbeler, suikastlar, sivil darbeler, postmodern darbeler, demokrasiye balans ayarları, devlet içi operasyonlar vb. birçok olayla süslü bir iktidar-muhalefet tahterevalli oyunu gelmiştir. Kısacası iktidar güçlerinin de, muhalefet güçlerinin de, despotik devlet ve onun ekonomik/siyasal/toplumsal statükosuyla bir derdi olmamıştır. Bundan sonra olmasını beklemek de, ölü gözünden yaş beklemekle eş değerdir.

Despotik devlette iktidarı sınırlayan bağlayıcı bir durum söz konusu olmuyor. İktidar ya da muhalefet olsun, hemen herkes aşağı yukarı aynı siyasal bilince sahip olduğu için, devlet erki, kimin elindeyse onu keyfince kullanarak iktidarını sürdürebiliyor. Değil ezilenlerin geniş siyasal mücadele araçları, bugün alt tarafı bir hayvanları koruma derneği bile kurmaya kalksanız, bu derneğin siyasal yönelimi; doğal ekosistemlerin varoluşları çerçevesinde yükselen evrensel hayvan hakları yerine, egemen siyasal güçlerin sınırlarına çarpacaktır. Çok trajik veya komik de olsa, yaygın hayvan sever derneklerinin çoğunun hayvan haklarına bakışı, önünde sonunda bir ucuyla “devletin birliği, bütünlüğü, bekası, milli değerler, dini değerler, cumhuriyet değerleri” gibi kavramlardan birine illa ki değmektedir.

Faşizmin yükselişi

Faşizm bir siyasal kategori olarak yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren, emperyalist-kapitalist düzen içerisinde kendisine hep yer buldu. Elbette faşizmin bir siyasal kategori olarak varlığı onun her daim bir devlet ve rejim biçimiyle iktidarda olduğu anlamına gelmez. Onun iktidara yürüyüşü bir dizi faktörün bir arada bulunmasıyla mümkün olmuştu. İktidar mertebesine ulaşmamış birtakım faşist hareket vardı. Var olmaya devam ediyor.

Günümüz ekonomik krizi, sosyalist sol ve işçi hareketinin zayıflığı, siyasal temsiliyet krizleri, göçmen krizleri gibi iç içe geçmiş olgular, faşist hareketlerin iktidar yürüyüşlerini tekrar mümkün kılıyor. Nitekim dünyanın birçok ülkesinde faşist hareketlerin güç kazandıklarını, parlamentolarda önemli temsiller kazandıklarını, kitle tabanı kazanarak yayıldıklarını görüyoruz. Bu iktidar yürüyüşleri devam etse de şu tespiti yapmak yanlış olmayacaktır: Faşist hareketler bir kenarda durarak kendilerini belli ölçülerde konsolide ettikleri bir konumdan, kitleselleşerek iktidara talip oldukları bir konuma doğru gidiyorlar. Bu hızlı atlayış yalnızca son birkaç yılda gerçekleşti.

Türkiye’deki faşist gidişe baktığımızda, dünya genelinde yükselen faşist hareketlerle bakışımlı olarak gittiği tespiti doğru olsa da, onun yürüyüşünün tarihsel bir kökeni olduğunu da görmemiz gerekiyor. Hem güncel kriz olgusu, hem de giriş kısmında değinilen tarihsel eğilim, faşist devlet ve faşist rejimin yürüyüşünü mümkün kılıyor.

Bu tarihsel eğilim, finans kapital ile hep iyi bir uyum geliştirdi. Örneğin neoliberalizmin ihtiyaç duyduğu otoriterizm, aradığı baskı aygıtının ideal örgütlenmelerinden birini şüphesiz Türk devlet sisteminde buldu. Bu, ekonomik kategori ile siyasal kategorinin her zaman birbirleriyle tam uyumlu çalıştıkları anlamına gelmez. Ama şüphesiz Türk devlet sisteminin ve rejiminin baskıcı yönü sermaye açısından iyi bir araç oldu. Şimdi neoliberal otoriterizm adım adım aşırı sağcı/faşist ideolojilerin önünü açarken onları desteklerken, onlarla iç içe geçerken, Türkiye’deki faşist klik de bu gidişe bağlı olarak el yükseltiyor, güneşin altındaki yerini talep ediyor. Ama her olağanüstü erk gibi kendi çizdiği iktidar alanının korunması koşuluyla.

Aslında bakarsanız Türkiye tarihinde olağanüstü devlet özelliklerinin (askerî diktatörlük, yer yer bonapartist özellikler, yer yer faşizan nitelikler) yaşanmadığı dönemleri saymak daha kolay. Olağanüstü tek parti iktidarına dayalı kurucu Kemalist iktidar, kısa bir “çok partili dönem”in ardından ortalama on yılda bir askeri darbeler, bu darbe iktidarlarının kalıcılaşan anayasal düzenleri, çoğu zaman bölgesel de olsa olağanüstü hal ilanları, başkanlık referandumundan bu yana melez özellikler gösterse de olağanüstü devlet özellikleri taşıdığına şüphe olmayan başkanlık sistemi derken neredeyse aralıksız bir süreç işlediğini görebiliriz.

Bu süreçte elbette halk güçlerinin, işçi sınıfı ve ezilenlerin, hareketlenmeleri ve kendilerine bağımsız bir hat açmaları her zaman mümkün oldu, ama işler son raddeye gelince hep egemen sınıfların şiddet ve baskı aygıtı devreye girerek “bekayı” sağladı.

Evet, ama sonuçta şeylerin doğası onların sonsuza dek kalamayacaklarını, en azından zamana bağlı olarak, tam da içsel çelişkilerinden ötürü değişim ve dönüşüm yaşayacaklarını, hatta uygun koşullarda bu “şeylerin” başka formlara atlayacağını söyler bize.

Despotik devlet denen “şeyin” de başına bu geldi. Erdoğan iktidarı boyunca o devlet çok yıprandı. Geniş kitlelerde meşruiyetini yitirmesi bir yana, 12 Eylül sonrası devlet içinde oluşmuş güç dengeleri kimi operasyon ve darbe girişimleriyle (Ergenekon ve Balyoz operasyonları, 17-25 Aralık, 15 Temmuz gibi) bozuldu. Devlet güç ve denge kaybetti.

Bu gidişat karşısında ya Erdoğan sonrası iktidarlar beka tehdidine karşı eski rejimin özelliklerini içerek aşan, uluslar arası sermaye ile daha uyumlu bir “restorasyonla” günü kurtaracaklardı, ya da olağanüstü devlet özellikleri gösteren sistemi sonuna kadar götürüp faşizme varacaklardı. Rejim tıkanmıştı ve onun gidişatını devam ettirecek bir yol bulmalıydı.

Devletin krizi ve faşizm

Görünen o ki, devletin içerisindeki güçler, hangi gidiş yolunu seçeceklerine dair önemli bir ihtilafa düşmüşlerdi ve bu ihtilaf sonucunda oluşan devlet içi kamplaşmada, bir bölük restorasyonu ve “tansiyonu düşürmeyi” amaçlarken, bir diğer bölük de faşizmde ısrar ediyor. Bu ikili durum MHP-İYİ Parti bölünmesine yol açmıştı. Şimdi sıranın AKP’de olduğu anlaşılıyor ve eğer olası bir milli hükümete girerse belki de CHP de bu çatallaşmadan nasibini alacaktır.

Faşizm elbette devletin anayasasını askıya almakla, yargı/yasama/yürütme’yi tek bir odakta toplamakla gerçekleşemez. Bu yetersizdir. Bir devleti yönetenler istedikleri kadar faşist olsunlar bir kitle desteğine ihtiyaç duyarlar.

Kitle desteğine baktığımızda faşizmin, belli ki ancak faşist çete/paramiliter güç olarak varlığını sürdürebilecek, sınıfsal köklerinden kopmuş (milyonlarca işsiz arasında, sosyal yardımlarla tahakküm kurma mahiri AKP’nin bu kesimleri örgütlemek çok zor olmasa gerek), lümpenleşmiş, sadistleşmiş, bizzat devletin içindeki özel harp dairesine bağlı olarak çalışan (bakınız kemal Kılıçdaroğlu’na Çubuk’ta gerçekleştirilen saldırının organizeliği, tertipliliği, ayan beyanlığı) bir kitleden söz ediyoruz. Böyle bir kesim ve bir parti en azından MHP kuruldu kurulalı elbette vardı. Ama faşist kitlenin 15 Temmuz sonrası geldiği niceliksel düzey, başka bir düzleme sıçradığımızı gösteriyor. Devlet yönetim yapısını değiştiren anayasa referandumu, OHAL ve OHAL sonrası KHK’lar ve oluşan keyfi-fiili yönetim hali ile bu genişleyen faşist kitle tabanını bir arada düşünürsek, niteliksel bir sıçramanın yaşandığını saptayabiliriz.

Kitle boyutunda değinmemiz gereken bir nokta da açığa çıkan sadist-psikopat eğilimler. Son derece vahşice işlenen hayvan cinayetleri, hiç yoktan ölümle sonuçlanan günlük şiddet olayları, derin toplumsal çürüme bizlere bir şeyler ifade ediyor olmalı.

Wilhelm Reich, faşizmin kitle psikolojisinin temellerini incelediği kült eserinde, faşizmin insanların kişiliklerinin ilkel kısmını, impulsif ilkel benliklerini örgütlediğini belirtir. Reich’a göre faşizm insan karakterinin ikinci katmanını oluşturan bu bölüm (Freudiyen bir temelle) uygarlığın bir sonucu olarak ortaya çıktı. İnsanların en sapkın ve sadist dürtülerinin yer aldığı bu katman, faşizmin ihtiyaç duyduğu kitlelerin, faşistleşmelerinin kaynağıdır.

Sonuç itibariyle kitleler, faşizmin yeni sadist dini etrafında örgütlenir. Geleneksel mazoşist/çileci ataerkil din artık yoktur. Onun yerine sadist/saldırgan dinsellik geçmiştir. (Faşizmin ayrıca mazoşist bir yanı elbette vardır. Lidere, davaya, kutsal ülküye biat ve bunun uğrunda ezilme gibi…Ama burada sözü edilen olgu dinsel dünyayla alakalı). Bu açıdan baktığımızda bugünkü iktidar bloğunun yürüyüşünde, kendisine meşruiyet ürettiği İslam diniyle aslında bir benzerliği kalmamıştır, artık onunla taban tabana zıttır.

Bu açıdan bakıldığında iktidarın yıllardır kullandığı saldırgan dilin salt bir kutuplaştırma aracı olmadığı açığa çıkar. Bu saldırgan dil, bireylerin kişiliklerinin derinlerindeki ilkel bölümlere hitap ederek, bireyleri bir çatı altında örgütleyen bir işleve de sahiptir. Şiddet kitlelerin yeni dinselliğini oluşturur. Bireylerden “küçük liderler” yaratır, onlara birer “kimlik” verir.

Artık çekilen çile karşısında sebat etmeyi, yoksulluğa karşı paylaşma ve dayanışmayı, hayvanlara/canlılara karşı şefkatli olmayı öğütleyen geleneksel din söylem olarak içerilse de eylem olarak aşılmıştır. Eski geleneksel dinin yerine bitmek bilmez bir saldırganlık, linç, hayvanlara işkence etme, onları vahşice katletmeyi koyan sapkın ve sadist bir din anlayışı türetilmiştir. Evet, birbirlerine selam gönderircesine senkronize bir şekilde farklı farklı şehirlerde hemen her gün haberlere konu olan sadist hayvan katilleri bunun kanıtıdır. Yükselen toplumsal şiddet olayları bunun kanıtıdır. Derinlemesine nüfuz eden çürüme bunun kanıtıdır.

Tahayyülün krizi ve sol

Şüphesiz karanlık bir tablo. Ama karanlık gidiş tekdüze değil. Ciddi kırılganlıklar ve güç yetmezliğiyle sınırlanmış iktidar alanı, sol güçlere, halkçı güçlere hamle olanağı sunuyor. Ancak sol politikanın tutukluğu, eksikliği, genel politik tablo karşısındaki sinik tavrı, hamle yapma kapasitesini oldukça daraltıyor.

Devrimci coşkunluğumuz düşmüş, politika üretme kapasitemiz daralmış, çürüme ve faşizm karşısında kitlelere daha iyi insanlar olma çağrısı yapmakla yetiniyoruz ve ama en önemlisi alternatiflere dair tahayyüllerimiz, pratik maddi alternatiflerimiz daralmış durumda.

Günlük siyasal mücadele, kitlelerin asıl özlemlerini kurtarmayacak, “devletin bekası, milletin bütünlüğü, demirin kızgınlığı, kutuplaşmanın yıkıcılığı” gibi halkın asıl ihtiyaçlarına cevap üretmeyen, aksine var olan ezme-ezilme biçimlerini garanti altına almayı hedefleyen söylemler etrafında şekilleniyor.

İktidar ile muhalefet arasındaki mücadelenin bağımsız sınıf politikasını engelleyici yanı, halkı kutuplaştıran ve karşılıklı üretilen nefret/ hınç duygusundan ileri geliyor. Bu üretimin yarattığı derin sinizm, sosyal medya, yazılı ve görsel medya gibi araçlarla duygu boşalımına ve sınıflar arası çelişkiyi silikleştiren siyasal statükonun yeniden üretilmesine neden oluyor. Ekrem İmamoğlu öncülüğünde başlayan “duygu boşalımı” hareketi çarpıcı bir örnek. Ekrem İmamoğlu AKP döneminde var olan düzenle ilgili sivriliklerin tek tek tespit edilip, halk güçlerinin öfkesinin boşaltacak bir figür olarak bu dönemde öne çıkıyor. Herkesi “kucaklayan” söylemlerle, musakka çıkışıyla, 1 Mayıs çağrısıyla, 8 Mart’ı kadınlara tatil yapacağı vaadiyle AKP özelinde aslında rejimin kendisine yönelmiş öfke için iyi bir hava yastığı olacağa benziyor. O tansiyonu düşürmek, gerilimi azaltmak, yeni bir sınıfsal denge kurmak, sınıfsal çelişkileri görünmez kılmak için, sermaye tanrısı tarafından yeryüzüne indirilmiş bir havari gibi görevini yapıyor evet ama sola ne oluyor?

Ekrem İmamoğlu öncülüğünde yürütülmek istenen bu değişim kimi sol çevrelerde neden bu kadar büyük bir coşku yaratıyor? Solun başka bir dünya tahayyülü yine bilinmez bir zamana ertelenerek, halkın, işçi sınıfının, yoksulların kaderi, İmamoğlu’nun güler yüzlü kapitalizminin insafına mı terk edilecek? Yoksa hepsinden bağımsız bir halkçı gidiş mümkün mü?

Halk güçleri, demokratik cumhuriyet ve gelecek

Devlet sınıfları içerisindeki isyanla, içeriden kabaca iki ideolojik kampa bölünen devlet aygıtı, kendi burjuva devrimini(!) bu kamplardan birinin, aydınlamacı despotların, öncülüğünde yaptı. Devlet geleneğine ve devlet yapılarına sıkı sıkıya bağlı bürokratların, gericilik üreten bu yapılara sıkı sıkıya bağlı kalarak gerçekleştirdikleri devrim, doğası gereği son derece eksik bir devrim oldu. Fransız burjuva devrimine öncülük eden ve merkeziyetçi krallığı zamanla tasfiye eden Tiers-État (Üç sınıf)’nın aksine, bizim devrimimize ordu subayları öncülük ettiler. Ve yine Fransı Devriminin aksine merkeziyetçi yapıyı tasfiye etmeyip korudular. Her şeyi onlar belirlediler. Halk tabanının inisiyatifi almasına hiçbir zaman müsaade etmediler.

Osmanlı’nın yerine kurdukları yeni (!) yapı, Osmanlı’nın genel anlamda bir restorasyonundan öteye geçemedi. Bu restorasyonda eski yapının temel içeriği, yenilikçi birtakım politikalarla içerilerek aşıldı. Eski düzene ait olan antidemokratik içerik tasfiye edilmedi. Devlet yapısı korundu. O devlet günümüze kadar birçok gelişti, modernize edildi. Ama o devlet yine aynı antidemokratik içeriği taşıyor. O devlet halkın temel demokratik ihtiyaçlarını dışarıda bırakmaya programlı. Olası bir demokratik harekete karşı refleksleri her daim harekete geçen bir güvenlikçi bürokrasiyle bezeli. Gerçek anlamda halk düşmanı bir içeriğe sahip. Devletin başına İslamcı ya da Aydınlanmacı/Kemalist bir iktidarın geçmesi fark yaratmaz. Hatta aynı devlet yapısı korunmak kaydıyla demokratik sol bir iktidar da devletin başına geçebilir. Yeter ki geleneğe dokunulmasın.

O gelenek, Batı burjuva ve halk devrimlerinin halk tarafından doldurulan içerikleriyle sorunludur. Yerellere yayılan taban iradesine, halkçı demokrasiye düşmandır. Halkın tüm kesimlerinin inanç ve kimliklerini içerecek bir anayasaya düşmandır. Onun demokratik bir anayasa ile derdi yoktur. O gelenek kitlelerin demokratik örgütlenmeleri ihtiyaçlarına, ifade özgürlüklerine, adil yargılanma haklarına düşmandır.

Ortaya çıktığından beri halkın temel çıkarlarıyla çelişki içerisinde olan bu geleneksel yapı, en azından Gezi isyanından beri halk güçleri tarafından açıkça reddediliyor. Halk güçleri ile devlet geleneği arasındaki çelişki Gezi sonrası niteliksel bir sıçrama yaşadı. Daha önce 68, 78 hareketleriyle, Kürt isyanıyla zorlanan yapı, Gezi sonrası halk güçleri üzerindeki toplumsal denetimini kaybetti ve kolay kolay sağlayabileceğe benzemiyor.

Büyük kitleleri yönetmekte ve içermekte zorlanıyor. Bu yüzden halk güçlerini yönetmek için iki farklı yol üretiyor. Faşizm ile halk güçlerini ezmek ya da onların yeni bir toplum tahayyüllerini liberalize derecek içermek.

Bu iki gidiş yolunun karşısına üçüncü bir halkçı seçenek inşa etmek şimdi nesnel anlamda mümkün. Halkın gerçek çıkarlarının örgütlenmesi, bizleri demokratik cumhuriyet zeminine yaklaştıracaktır. Demokratik cumhuriyetin içeriği kabaca şöyle olacaktır: güçlü merkeziyetçi yapının tasfiye edilmesi, insanca yaşama hakkının güvence altına alacak, inanç ve kimliklerin varlıklarını inkar etmeyecek demokratik bir anayasanın yaşama geçirilmesi, her türlü korporatist, despotik, biatçı örgütlenmeye karşı, bağımsız halkçı örgütlenmeler, halkın kendisini ilgilendiren kararları kendisinin alacağı demokratik halk meclisleri birliği.

1 Mayıs’ta, bazı istisnalar haricinde, yurt geneline yayılan tablo, 31 Mart’ta yakalanan ivmenin devam ettiğini gösteriyor. Sendikaların geçen yıllara görece daha kitlesel oluşları, çeşitlilik ve renklilik açısından daha zengin bir bayram olduğu, kitlelerin diline, söylemine yansıyan canlılığın fark edildiği bir 1 Mayıs’ı geride bıraktık.

Bu içerik, halk güçlerinin var olanı değiştirmeye motive olduklarını gösteriyor. Bu içeriğin ihtiyacına sırtını dönecek her türlü sapma, tarihe karşı hesabını verecektir.

1 Osmanlı geleneğini çelişkisiz bir şekilde despotik olarak değerlendirmek, onun iç çelişkilerini göz ardı etmek ciddi bir oryantalizm tehlikesi ile karşı karşıya bırakır bizleri. Özellikle 19.yy’da Avrupa’da yaşanan gelişmelere paralel olarak, III. Selim, II. Mahmut gibi isimlerin, yerleşik devlet sınıfları geleneğiyle belli düzeylerde çatışmalar içerisine girdiklerini, zaman zaman bu çatışmaların devlete karşı isyanlara kadar vardıklarını ve geleneksel despotizmin bu gibi “çıkışlarla” sınırlandırıldığını bilmemiz gerekir. Takip eden dönemlerde de devam eden ve kurucu ideoloji olan Kemalizm’de zirveye yerleşen bu “isyan”, devletin sınıflarının bir bölüğünün, başlarda kapitalistleşmenin başlamamasına, daha sonra “geç kapitalistleşmeye” son olarak “geri kalmışlığa” isyanıydı. Kemalist hareket, kurucu hâkim paradigmayı “ilericilik-gericilik” paradoksu üzerinde kurdu. Bu paradigmanın en büyük çelişkisi hazır yiyici Osmanlı yağmacı sınıflarını tasfiye etmemesi ve iktidarını bu sınıfların korunması üzerine kurması, devlet yapısına neredeyse hiç dokunmaması, üretimci-kalkınmacı bir kapitalizm yerine, finans kapitale doğrudan bağlanmayı tercih etmesiydi. Bu çelişki ilericiliğin son derece sınırlı bir vizyonda kalmasına neden oldu. Ancak daha kötüsü – mücadeleleri önünde saygıyla eğiliyoruz- Türkiye sosyalist hareketinin önemli isimlerinin (Deniz Gezmiş, Mahir Çayan) varlıklarını bu ilericilik-gericilik çelişkisi üzerine konumlandırarak, Kemalizm’in içerisine eklemlenmeleri ve deyim yerindeyse Kemalist rejimin sosyalistliğini üstlenmeleriydi. Bu konumlanma günümüze kadar gelecek olan bir “kopuşamama” sendromunu doğuracaktı.

2 27 Mayıs 1960 Darbesi, içerik olarak belki diğer darbelerden farklı bir içeriğe sahip olabilir. Ancak son tahlilde bu darbenin devlet aygıtı üzerindeki erki olağanüstülükten taviz vermeyen bir niteliğe sahipti.

3 Bkz: Faşizmin Kitle Psikolojisi, Wilhelm Reich, Cem Yayınevi, 2014

*Sendika.org’tan alınmıştır.( http://sendika63.org/2019/05/despotizmin-yayilimi-fasizmin-yukselisi-tahayyulun-korelisi-546471/)