Mustafa Durmuş: Sıkılaştırılmış Para Politikası Halkın İşsizlik, Borçlanma, Yoksullaşma ve Barınamama Sorunlarını Derinleştirecek

El Yazmaları’nın notu: Öğretim görevlisi ve yazar Prof. Dr. Mustafa Durmuş ile iktidarın ekonomi politikalarını ve bu politikaların halk üzerindeki etkilerini konuştuk. Okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

 

İktidarın seçim sonrasındaki ekonomi politikaları yönetimiyle ilgili kimi yorumlarda “Neoliberal ortodoksiye bir dönüş” gerçekleşmekte olduğu iddia edildi. Seçim sonrasında bu bağlamda Merkez Bankası’nın politika faizlerinin yükseltilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Gerçekten bir politika değişikliği mi söz konusu?

Öncelikle neoliberal ortodoksiye geri dönüş kısmı doğru. Ama bunların yeni politikalar olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü bunlar daha önce de denenmiş politikalar. Yani sıkılaştırma ve sıkı para politikaları tekrar deneniyor. Faiz oranları tekrar yükseltiliyor. Şöyle bir geriye doğru hatırlarsak aslında Şahap Kavcıoğlu dönemine (2021 Eylül) kadar politika faizi oranı yüzde 19 idi. Kavcıoğlu ile beraber Eylül ayından itibaren faiz oranları kademeli olarak düşürülmeye başlandı. İçinde bulunduğumuz yılın Haziran ayına kadar bu oran yüzde 8,5’e kadar düşürüldü. Bu süre zarfında Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimleri yapıldı. Bunlar önemli politik gelişmelerdi. Bu yılın başlarında bir de büyük deprem yaşandı. Ayrıca ekonomik kriz de söz konusuydu. Bütün bunlara uygun bir biçimde egemenlerin, yönetenlerin kendileri açısından en uygun politika neyse onu hayata geçirmeye çalıştılar. O da şuydu: Ekonomik büyümenin mümkün olduğunca en yüksek hızda sürdürülmesi, büyümeden taviz verilmemesiydi. Ve tabii ki bunun bir bedeli vardı: Enflasyonun çok yüksek seviyelere çıkmasına izin vermek. Bunu sağlayabilecek temel araç da gevşetilmiş para politikalarıydı. Yani faiz oranlarının düşürülmesiydi. Faiz oranlarının yüzde 8,5’e kadar düşürülmesinin nedeni asıl olarak buydu.

Bu faizlerle seçim sonrasına kadar ancak gelinebildi. Çünkü cari açık patladı ve yıllık 60 milyar dolara kadar çıktı. Bütçe açığı ciddi biçimde arttı. Öyle ki bu yılın sonunda 1,5 trilyon liralık bir bütçe açığı ile karşı karşıya kalabiliriz. Ve enflasyon gerçekte yüzde 100’lerin üzerine fırladı. Resmi olarak açıklanan rakamlarda dâhi yüzde 85’lere kadar geldiğini gördük. Döviz kurları ise deyim yerindeyse fırladı. Bütün bunlar sürdürülebilir değildi. Enflasyonun başka bir boyutu daha vardı. Bu da finansal sermaye ya da finans kapital dediğimiz kesimin servetlerinin borsalarda, Hazine kâğıtlarında ve mevduatta tutanların enflasyon karşısında paralarının erimesiydi. Bundan dolayı da bu kesimler enflasyondan rahatsızlar. Enflasyonun aşağıya düşürülmesini talep ediyorlar. Kısacası çok yüksek enflasyon ve bunun beraberinde getirdiği yoksullaşma halkta ciddi bir tepkiye neden olduğu gibi, finans sermayesine de rahatsızlık veriyor. Bu durum da düşük faiz politikalarının sürdürülmesini zorlaştırıyor ve bir politika değişikliğini zorunlu kılıyor. Bunun sonucunda daha önce kapı dışarı edilen bir bakan tekrar ikna edilerek tekrar Hazine ve Maliye Bakanı yapıldı. Onun ve küresel finans kapitalin tavsiyeleriyle bir başka isim de Merkez Bankası’nın başına getirildi.

Bütün bu olanlarda gerçekten yeni bir şey yok. Bunlar aslında daha önce olanların bir tekrarı gibi. Dolayısıyla da egemen sınıfların ve bunun sürücülüğünü yaptırdığı devleti yönetenlerin ellerindeki iki politikadan birinden diğerine geçiliyor. Egemen sınıflar ve iktidar açısından bu yılın Haziran ayına kadar düşük faizlerle yürütülen gevşek para politikası gerekliydi, Hazirandan itibaren de sıkılaştırılmış para politikalarına geri dönüş oldu. Şimdi de bunu ortodoksiye dönüş olarak adlandırıyorlar. Öyle ki muhalefet partileri içinde buna çok ciddi prim verenler bile var. Ana akım televizyon kanallarında -ki bunların bir kısmı muhalefete ait- bu politikalar ciddi ciddi alkışlanıyor. Hatta bir dönemler muhalefetin içerisinde gözüken birtakım iktisatçıların dahi Şimşek-Erkan ekibinin kredibilitesinin yüksek olduğu, politikalarının rasyonel olduğu, normale geri dönüşün sağlanmaya çalışıldığı, olması gerekenin zaten bu olduğu, geçmişteki politikaların yanlış olduğu şeklinde değerlendirmeleri oldu.

Şimdi öncelikle şunların altını çizelim:

(1) Kapitalist sistemde gevşek para politikalarını ve sıkı para politikalarını ya da düşük faiz politikalarını ve yüksek faiz politikalarını birbirinin alternatifiymiş gibi ele almak yanlıştır.

(2) Aynı şekilde birini -terk ettikleri politikayı yani- gerici, emek karşıtı ve irrasyonel, diğerini ise ilerici, emekten ve toplumdan yana ve rasyonel olarak değerlendirmek de o denli yanlıştır.

Maalesef bu iki yanlış toplumun önemli bir kesiminde kabul görüyor. Sosyalistler de işin aslına bakarsanız yeterince güçlü söz kuramadıkları için bu durumu yeterince anlatamıyorlar. Oysa bu iki politika birbirinin alternatifi değil, birbirlerinin tamamlayıcısıdır. Tarihte bütün kapitalist ülkelerde bu böyle olmuştur. Nitekim teoriye baktığımızda şunu görürüz. Kapitalist toplum sınıflara bölünmüş bir toplum. Kabaca tanımladığımız şekliyle işçi sınıfı ve burjuvazi. Bir sınıflı toplumdaki ideolojiler ise sınıflar üstü olamaz. Geçerli ideoloji egemen sınıfın ideolojisidir, ona hizmet eder. İktisat bilimi de kesinliği olan bir fen bilimi değildir, aslında bir bilim olmaktan ziyade bir burjuva ideolojisi gibidir. Bundan dolayı iktisat bilimini bağımsız, tarafsız, bilimsel, kısa sürede doğrulara ulaşan ve bu doğrular çerçevesinde çözümler sunan bir bilim olarak görmek yanlıştır.

Bugün ülkedeki sosyal demokratlar ve reformistler da dâhil pek çok kesim bu yanılsamaya düşmüş durumda. Bizim ilk yapmamız gereken şey bu yanlışlığı düzeltmektir. Yani bu iki politika birbirlerinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır demektir. İkinci olarak bu politikalar iktidar blokunun pragmatizmini yansıtıyor. Bunun da farkında olmak gerekir. Yani ekonomiyi büyütmek, canlandırmak ve aynı zamanda inşaat sektörünü canlı tutabilmek için düşük faiz politikaları nasıl uygulandıysa, aynı pragmatizmle ekonomiyi soğutarak enflasyonu düşürmek ve bütçe açığını azaltmak için, bütçenin üzerindeki yükü hafifletebilmek için Kur Korumalı Mevduat uygulamasından geri dönüşleri telafi edebilmek için faizi yükseltme adımlarını atmaya başladılar.

Bunları gerçekten bilimsel olarak, rasyonel olarak, hatta daha da kötüsü emekten yanaymış gibi, toplumun bütününden yanaymış gibi sunmak kadar büyük bir gaflet olamaz. Bizim çizgimiz bu olmamalı. Tekrar etmek gerekirse de iktisat bir bilimden ziyade bir ideolojidir. Egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eder. İktisatçıların çok büyük bir kısmı bilerek ya da bilmeyerek bu hizmeti sunarlar. Kısaca, bugün ortodoksiye geri dönüşü bizim kurtarıcımız olarak sunmak çok büyük bir aldatmacadır.

Faiz artırma politikalarının yılsonuna kadar süreceğini düşünüyorum. Buna neden olan dışsal gelişmeler de söz konusu. Öyle ki geçtiğimiz hafta küresel merkez bankalarının temsilcilerinin buluştuğu ve küresel finans kapital adına faiz oranları da dâhil olmak üzere bir dizi kararlar aldıkları ve yol haritası oluşturdukları Jackson Hole Toplantılarında FED başkanı Jeremy Powell oldukça şahince bir konuşma yaptı. Dedi ki “ABD’deki çekirdek enflasyon oranı yüzde 4,3. Dolayısıyla istediğimize tam olarak ulaşamadık. Bu yüzden önümüzdeki süreçte de faiz oranlarını arttırmayı sürdüreceğiz.”

FED bütün merkez bankalarının ve finans kapitalin kutup yıldızı gibidir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası da bundan azade değildir. O da tıpkı İngiltere Merkez Bankası ya da Japonya merkez Bankası gibi FED’i izler. Avrupa Merkez Bankası da onu izler. Bu, emperyalizm olgusuyla ilgili bir durumdur. Bu izlemeyi Türkiye ekonomisi sadece Eylül 2021 ile Haziran 2023 arasında bıraktı. Çünkü Türkiye ekonomisini başka sorunları vardı. Herkes faiz oranlarını arttırırken onlar düşürme derdine girdiler ama bunun bildiğimiz çok ağır bir bedeli oldu: yüzde 100’ü aşan bir tüketici fiyat enflasyonu.

Şimdi o kırılan halka Şimşek ve Erkan ekibiyle tamir edilmiş gibi görünüyor. Yani pusulası FED olan bir Merkez Bankası’ndan ve yönetiminden bahsediyoruz. Onlar ne yapacaksa bizimkiler de bundan böyle bunu yapacaktır. Ben yıl sonuna kadar faiz oranlarının yüzde 30’a kadar yükseltilebileceğini öngörüyorum.

Faiz oranlarının yeniden arttırılma politikası, işçi sınıfı ve yoksullar için ne anlama geliyor? Önümüzdeki dönemde halk bundan nasıl etkilenecektir?

Şöyle bir şey söyleniyor: Yüksek enflasyon, düşük faiz politikası, gevşek para politikası çok kötüydü, bu yüzden de faizlerin yükseltilmesiyle enflasyon düşecek, kurlar gerileyecek ve halkımız da rahatlayacak. Böyle bir algı yaratılıyor. Bu da doğru değil. 750 baz puanlık şok artıştan sonra -ki kimse bunu beklemiyordu, herkes 250 baz puanlık bir artış bekliyordu- dövizde küçük bir düşüş oldu. Bunun nedeni de faiz yükseltilmesinden ziyade piyasaya Merkez Bankası’nca 5 milyar dolardan fazla döviz satılmasıydı. Yani yine rezervlere yüklendiler. Ama bilindiği gibi iki gün içinde döviz kuru tekrar toparladı ve neredeyse eski seviyesine geldi. Enflasyonun aşağı çekilmesi ise söz konusu olmayacak. Zaten Merkez Bankası da son faiz kararı metninde yıl sonunda yüzde 62’lik üst limite yakın bir enflasyon gerçekleşmesinden söz ediyor. Kaldı ki ülkede enflasyonun sadece talep yönlü değil maliyet yönlü dinamikleri de söz konusu.  Yani enflasyonun bu atılan faiz adımları ve diğer parasal ve miktarsal sıkılaştırma önlemleriyle düşürülemeyeceği belli oldu. Birincisi bu.

İkincisi, ekstradan neler olacak? Ekstradan ekonomi durgunluğa, hatta iki dönem üst üste küçülme demek olan resesyona girebilir. Hem enflasyon hem de durgunluk stagflasyon demektir. Ekonominin durgunlaşması demek ekonomik büyümenin yavaşlaması bu da işsizliğin daha da artması demektir. Bu aynı zamanda yoksulluğun da artması, çok borçlu şirketlerin iflas etmesi demektir. En az bunlar kadar önemli olarak, borç stoklarının artması demektir. Türkiye’de bireysel kredi borcu olan milyonlarca insan var. Faiz artışlarıyla başta kredi kartı borçluları olmak üzere bireysel tüketici kredileri almış olanlar çok zor anlar yaşayacaklar. Onların borç stokları artacak. Hazine’nin de borç stoku artacak. Özel sektörde özellikle döviz cinsinden borçlu olanlar borçlarını çevirmekte çok zorlanacaklar. Bütün bunlar yeni iflaslara neden olacak.

Yani bundan sonraki yıkım yüksek enflasyonun yıkımından çok daha ağır olabilir. O nedenle buna bakıp, “Ne güzel ortodoksiye geri dönüş yapıyoruz, biz de buna destek verelim. Faiz oranları daha da yükselsin. Birkaç sene sabredelim” biçimindeki bir yaklaşım kesinlikle doğru değil. Bu söylem, halkı aldatmaktan başka bir şey değil, bu gerçeği görmeliyiz.

İnsanların konut sahibi olmaları artık bir hayal zira ipotekli konut kredilerinin faizleri de yükseliyor. Yani barınma sorunu iyice artacak. Biliyorsunuz otomobil kredileri zaten çok yüksek. Daha da yükselmeye başlayacak. Yani A’dan Z’ye her şeyin maliyeti ciddi bir şekilde artmaya başlayacak. Artık çocuklarımızın geleceğiyle ilgili daha fazla endişelenebileceğimiz bir döneme giriyoruz.

Kısaca, “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” dediğimiz bir pozisyona soktu bizi egemen sınıfları ve iktidar bloku. Şu ana kadar yüksek enflasyonla ve yüksek döviz kuruyla bizi yoksullaştırdılar, perişan ettiler. Şimdi de tersi gibi gözüken yüksek faiz politikalarıyla daha kötüsünün önünü açmış durumdalar. Herhangi bir şekilde bununla ilgili bir özür dilemeleri de söz konusu değil. Geçmişe ilişkin olarak nasıl özür dilemedilerse, önümüzdeki süreçte gerçekleşecek olanlara ilişkin de özür dilemeyecekler. Ekonominin gerekleri, ülkenin gerekleri vb. gibi birçok gerekçe sunarak kendilerini savunacaklar.

Ama tabii ki bunları savunurken asıl mesele şu: Biz sosyalistlerin sesi yeterince çıkmadığı için, bunları yeterince teşhir edemediğimiz için, bunun ne anlama geldiğini anlatamadığımız için bunlar meşruiyet kazanıyorlar ve olanlar çok çabuk unutuluyor. Bu bağlamda da emek örgütlerine, demokrasi ve barış güçlerine ve asıl olarak da sosyalistlere düşen çok önemli bir görev var.

Nedir bu görev?

Bu gelişmeleri emekten ve soldan yana analiz etmek ve sınıf mücadelesinin keskinleşeceğini öngörerek buna uygun radikal çözümlerle halkın karşısına çıkmak. Halklarımıza şunu anlatmalıyız:

Ortodoksiye dönüş alkışlanacak bir şey değil. Yakın gelecekte mevcudun daha beteri ile karşı karşıya kalacağız. Emekçi sınıfların önüne çok ağır bir fatura konmuştur. Bunun karşısında bizim enflasyonla ve durgunlukla mücadelede farklı çözümlerimizin olması lazım. Gevşetilmiş para politikasından sıkılaştırılmış para politikasına daha sonra tekrar gevşetilmiş para politikasına dönüş gibi gidiş gelişlerle kaybedecek vaktimiz yok. Bunlar bizim araçlarımız, bizim politikalarımız değil. Bizim farklı politikalar ve farklı araçlar önermemiz lazım. Bunun için de öncelikli olarak iktisat biliminin esasta bir burjuva ideolojisi olduğunu ve burjuvaziye hizmet ettiğini, kesin doğrularının olmadığını, ona bakarak doğru çözümlerin elde edilmesinin tek başına yetmeyeceğini görmemiz lazım. İktisat bilimini tabii ki kullanmamız gerekiyor ama biz bunu emekçi sınıfların lehine kullanmak durumundayız. Onlar için çözümlemeler üretmek zorundayız. Yani kapitalizmi karşınıza almadan, onu cesaretle sorgulamadan, ona meydan okumadan, bu yönde emeği koruyan, emeği önceleyen, doğayı ve tüm ezilen kimlikleri önceleyen bir paradigma önerisinde bulunmadan, ciddi radikal bir değişiklik önerisinde bulunmadan bu sorunların altından kalkma şansımız söz konusu olamaz.

Daha da önemlisi sosyalistler artık böyle bir ideolojik meydan okuma cesaretinde bulunmalı ve HDP, CHP ve işçi sendikaları gibi emek örgütlerinde bunun mücadelesini vermelidirler. Karşı ideolojik hegemonyayı tesis etmelidirler.  Aksi halde tüm politik süreçlerin dışında kalmaya devam ederiz. Geçmişte yüksek enflasyondan sızlanıyorduk bugün ve gelecekle, enflasyonun yanı sıra ekonomik durgunlukla, işsizlikle, yüksek borç ve vergi yükü ile karşı karşıya geleceğiz. Halkımız buna buna mahkûm değil. Tarihsel olarak bunu ortadan kaldıracak, buna karşı çözümler üretecek bir ideolojik ve politik irademiz hâlâ var. Halka bu yönde güven vermeli ve halktan yana ekonomik ve politik çözümleri halkla buluşturmanın yollarını bulmalıyız.