Akşener’in Küçük Taarruzu

Ekonomiden bahsetmeyeceksek siyasetten konuşmanın pek bir lüzumu kalmıyor. Siyaset dediğimiz şey sınıfların çıkarları çerçevesinde örtük ya da açık bir şekilde yapılıyor neticede. Ülkemizde ister kriz var diyenleri dikkate alın, isterseniz olan bitenleri kriz çerçevesinde değerlendirmeye almayanları dikkate alın, her halükârda ortaklaşacağımız nokta alt sınıfların yoksullaşma, enflasyon, pahalılık ve işsizlikle yüz yüze kaldıklarıdır. 

Korkut Boratav hocamızın verilerine göre Türkiye ekonomisi yoksullaştıran bir büyüme içerisinde. Son yedi yıllık periyodun özellikle son üç yılında, ücret kitlesini istihdama bölerek yaptığı hesaplamada Boratav, kişi başına düşen ortalama gelirin yüzde 15 ila 25 arasında düştüğünü belirtiyor.[1] Bu yoksullaşmanın genel olarak ortalama işçi sınıfında yaygın olmadığını belirten Korkut Hoca, enflasyona uyum sağlayamayan işçi ve emekçi kesimlerin ikisini öne çıkarıyor: Emekliler ve örgütsüz beyaz yakalılar. Beyaz yakalıların ücretleri baskı yoluyla aşağı çekilirken işçi sınıfı kesimi içerisinde enflasyonun etkilerini en çok yaşayan kesimlerin başında olduğunu vurguluyor ve ekliyor: Büyük kentler, kıyı kentleri, eğitim ortalamasının daha yüksek olduğu, beyaz yakalı istihdamın, nitelikli istihdamın daha yüksek olduğu ortamlarda insanlarımız bölüşüm şokunu göreli yoksullaşma şeklinde yaşadılar.[2] 

Öte yandan özellikle döviz şokunun tetiklediği yüksek girdi maliyetleri milyonlarca esnafın iflasına ya da küçük mülklerinin erimesine neden oluyor, işsizlik ve sert proleterleşme gençleri geleceksizliğe sürüklüyor. 

Sağcılardan Sağcı Beğen Dönemi 

Ekonomideki alt üst oluş halkın gündelik yaşamını alt üst ederken siyasal spektrum da bu krizin etkisiyle genişledi. Düzen içi arayışlar düzen içi siyasetin öznelerinin sayısını epey arttırdı. Mayıs seçimlerinde kullanılan bir metre uzunluğundaki oy pusulaları adeta birer demokrasi şöleni davetiyesiydi. Milliyetçilik, çeşit çeşit muhafazakarlık, seküler milliyetçilik (yeni bir akımmış gibi sunulan o tuhaf tanım ne de revaçta değil mi?), ırkçılık, merkez sağcılık (Merkez sağa yerleşme hayaliyle yaşayan ama Kürt ve Alevi fobileri yüzünden uykuları kaçan sağcılar, sağcılarımız…) siyasi akım spektrumunu sağdan sağa genişletiyordu. Ama krizin açığa çıkardığı yoksullaşmayı görece en çok hisseden kentli beyaz yaka kesiminin önemli bir kısmının radikalize olmuş tepkisinin mülteci düşmanlığı ve Türkçülüğe doğru kaydığını gözlemlemek zor değil. 

İYİ Parti bu kriz döneminin yarattığı radikal öfkenin ürünüydü. Sıfırdan inşa olmadı, devletin bir koldan, rejimin bir koldan, ekonominin diğer koldan krize girmesinin sonucu olarak devlet partisi MHP’den koparak girdi oyuna. Ama yeni olarak pazarlanması gerekiyordu, neticede faşist bir gelenekten geliyordu. Bu faşizmi makyajlamak gerekiyordu. Ne de olsa yeni bir vizyon söz konusuydu. Devreye akademik dolandırıcılar girecekti. Kimileri sağ popülizmi, kimileri seküler milliyetçiliği, kimileri merkez sağı partinin faşist yüzünü maskelemek için kullanacak, üstelik bu argümanlarla bir yandan siyasal danışmanlık yaparak çorbalarını kaynatacaklar diğer yandan çöle dönmüş akademilerde siyaset biliminin kudretini konuşturarak deste deste makalelerle academia.edu’larda, tuğla gibi tezlerle YÖK’ün ulusal tez merkezlerinde tıklanma rekorları kıracak, cilt cilt kitaplar yazıp D&R’ların entelektüel seviyesini derinleştireceklerdi. Machiavelli’ler Max Weber’lere, Ziya Gökalp’ler Friedrich Hayek’lere karışacak (Restorasyoncu kafanın bilimsel devrimine dört yazar fazlaydı bile), siyaset bilimi adeta altın çağını yaşayacaktı. 

Hayır kitlelerin reaksiyonu faşizm değil seküler milliyetçilikti, hayır iktidardaki koalisyon da faşist değil rekabetçi otoriterdi. Ve hayır halkın katılımıyla değil, lider karizmasıyla yenilebilirdi Erdoğan. İşte o karizmatik lider arandı dört bir yanda. Kazanacak aday tartışmaları ülkenin en büyük sorunuymuş gibi sunuldu. Haklarını yemeyelim siyasetin bilim ordusu hegemonikti. Argümanlarını kelle koltukta işe giden ve günü iş cinayetine kurban gitmeden bitirerek gün sonunda üç kuruş kazanabilmeyi uman işçinin, alacaklısı sokağın başında belirince tezgâhın altına saklanmak zorunda kalan esnafın, açlıktan evdeki tahtaları kemiren öğrencinin gündemine sokabilmişlerdi. Ülke haftalarca kazanacak aday tartıştı durdu, siyaset akademisinin başarısının zirvesi buydu. Başkentin belediyesini elinde tutabilmek için hiç konuşmama (nefret söylemi dışında kullanabileceği siyasi argümanları olmadığı bilindiği için susması salık verilmiş olmalı) taktiğiyle 5 yılı deviren çorba dağıtmasıyla ünlü yardımsever ülkücü başkan ya da müteahhitlerin hakkından yine müteahhit gelir düsturuyla parlatılan sözüm ona laik görünümlü sağcı metropol belediye başkanı gönüllerinden geçen adaydı. Siyaset akademisi siyasetin gidişatına net bir müdahale yaparak yeni bir dönemin otoritesi olacaktı, belki de YÖK’ü Weberyan ilkelerle yeniden şekillendirecekti. Üstelik kendisine utangaç bir danışmanlık yaptıkları dişi kurt Meral Akşener yoluyla yapacaklardı bunu.  

Meral Mommy Kimin Mommy’si 

Varoluşları şiddete ve maşizme dayalı bir siyasal gelenek içerisinde erkek reislere karşı bir siyasal yürüyüş başlatan bu cesur Asena aradıkları maşa idi. O krizde ayrıcalıklarını kaybeden orta gelirlilerin, batan küçük burjuvazinin, devletin fideliğinde yetişip kökleriyle devletin ocağının duvarlarını çatlatan ama devletin şefkatli kollarından da vazgeçemeyen büyük burjuvazinin Meral Mommy’si idi. Ama olmadı. Devletin gazabını karşılarına almadan, devletin içerisinde konumlanmış olmanın verdiği özgüvenle başlattıkları bu radikal muhalefet Erdoğanist gerçekçiliğe çarpacaktı. Erdoğanist gerçekçilik iktidar koalisyonunun yarattığı rejimde her şeyi kendisine benzetiyor, derinleştirdiği Türk-Kürt, Alevi-Sünni çatlaklarını kendisine can simidi yapıyor, sınıfsal eşitsizlikleri de ustaca seçim sonrasına öteleyecek formülleri uyguluyordu. Gücünün yetmediği yerlerde halkı sinizme zorlayan seçim hilelerini devreye sokuyordu.  

Hesaba göre Restorasyoncular bahsi geçen çatlakların her bir tarafına (Kürt’e, Türk’e, Alevi’ye, Sünni’ye) aynı anda hitap edecek ve üstelik rejimin yasasızlığıyla mücadele edeceklerdi. Ama halkın sokağa inmesinden ya da siyaseten mobilize olmasından bile kaçınarak yapmak zorundaydılar bunu. Halk işi teknokratlara devredip arkasına yaslanmalıydı. Liyakat sahibi teknokratlar yeni bir ülkenin inşa edilmesi için gerekli donanıma ve diplomalara sahipti. Erdoğanist gerçekçilik sert bir tokat indirdi bütün bu hülyalara. 

O tokat sadece iktidar planlarını ve restorasyonun kurgusunu bozmakla kalmadı. Restorasyonun iki büyük siyasi öncüsünün temellerine dinamit yerleştirmişti mağlubiyet. Kurucu parti CHP’nin yaşadığı iç kriz başka bir yazının konusu. Daha küçük ortak İYİP’te de gözle görülür bir yalpalama ve kargaşa yarattığını görmek zor değil. Üstelik eleştiri okları Akşener’in kendisine yöneliyor, Asena parti bütünlüğünü sağlamakta zorlanıyordu. Daha vahimi akademik dolandırıcılar elini masaya yeterince sert vuramadığı için kendisini sert bir şekilde eleştirmeye başlamışlardı. Ülkücü camiada muhtemelen, bir ayağı çukurda olan Bahçeli’nin dönemi kapanınca belirecek liderlik hesapları da yapılıyordur. MHP’yi ortadan ikiye bölen Asena, Bahçeli sonrasını da hesaplamasın mı? Tüm bu koşullar altında zorlanan Asena’nın bir şey yapması, taarruza geçmesi gerekiyordu. Taarruz için uygun bir tarih de buldu üstelik: 26 Ağustos 2023. 

Akşener’in Taarruzu 

Kendi tarihini yazmaktansa geçmişte yazılmış tarihin sembollerine sığınmak sağ siyasetin gericiliğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Her şey geçmişte bir yerlerde yaşanabileceği en iyi şekilde yaşanmıştı çünkü. Önemli olan o geçmişteki altın günler mitinin hatırlanmasıydı. Bu yüzden simgesel tarihlere çok fazla anlamlar yükler sağ. 1071’ler, 1453’ler, 29 Ekim’ler, 26 Ağustos’lar. 

26 Ağustos 2023 Türk Ordusu’nun Yunan ordusuna karşı taarruza geçtiği tarihin 101. yıl dönümü. 26 Ağustos 1922’de Mustafa Kemal ve kurmayları taarruzu yönetmek için Afyon’daki Kocatepe’de mevzilendiler. 26 Ağustos 2023’te Akşener Afyon’da mevzileneceğini açıkladı. Doğrusu takip eden herkeste büyük bir beklenti oluşmuştu. Gerek mekân gerekse de zaman bu beklentilerin yükselmesine neden olmuştu. Akşener bir kurtuluş savaşı mı başlatacaktı? 

26 Ağustos konuşmasını izleyenler hayal kırıklığı yaşamıştı. Aslında iyi başlamıştı her şey. Konuşmayı izleyenler şimdi Asena savaş sanatını konuşturacak şeklinde bir beklentiye girdi. Ama sonra bir şeyler oldu. Komutan Asena göğüs göğse sert çarpışma ve cephanenin bitmesi durumunda süngü takma talimatı vermek, ordusuna ölmeyi emretmek, uzaktaki denizi ilk hedef olarak göstermek gibi kahramanlıklara girişecek gibi oldu ama sonra bir burjuva siyasetçisi olduğunu hatırladı. Burjuva siyaset kuralları gemileri tamamen yakmayı yasaklıyordu ve zaten 3 Mart’ta devirdiği masaya 6 Mart’ta tekrar oturmak zorunda kalmanın acı tecrübesi de kurt siyasetçinin siyasi ajandasında vardı. Doğrusu deneyimli bir siyasetçiydi, geçmişten ders almıştı. Bu yüzden kapıları tamamen kapatmayan bir konuşma yapmakla yetindi Afyonkarahisar’da. Nihai seçim politikasını 25 Ekim’deki kuruluş yıldönümü etkinliğinde açıklayacağını söyledi. (Partinin kurucular kurulunun neden parti kuruluşunu 29 Ekim’e denk getirmedikleri halen bir muamma). Şenlik dağılmış, savaş sona ermişti. Zafer beklentisi başka bir bahara kalmış, zor günler geçiren Akşener biraz daha zaman kazanmıştı. 

Milliyetçilik, ırkçılık ve mülteci düşmanlığı dolu konuşmasında Akşener’den başka ne bekleniyordu bilinmez. Ama ırkçı işte, ne bekliyorduk ki demenin de hafife aldığı bir gerçeklik var. Ülkede mültecilere yönelik nefret her an bir toplu katliama dönüşme potansiyeline sahip. Üstelik işçi sınıfının ve yoksulların yakıcı gündemleri bu katliamların yakıtı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Akşener siyasetin elitlerine karşı girişemediği taarruzu mültecilere karşı gözünü karartmadan yapabiliyor. Dediklerine göre geri ülkelerde yaygın olan çocuk işçiliği, emek sömürüsü (ileri ülkelerde yokmuş), çok eşlilik ve çocuk evliliği yeniden yaygınlaşmaya başlamış. Tüm bunların nedeni olarak mültecileri gördüğünü ima ediyor. 

25 Ekim’i işaret etmesi ve orada “hür ve millî siyaset anlayışı”nın temel taşlarını içeren; “Demokratik Millî Yükseliş Beyannamesi”ni “aziz Türk milletinin takdiri”ne sunacağını açıklayan Akşener’in bu beyannamesinin içinin henüz dolmadığını anlamak zor değil. Yaptığı yarım ağızlı çıkışla bir yandan olası pazarlıklar için ortaklarına zaman tanıyor, diğer yandan “büyükşehirleri AKP/MHP’nin kazanmasını sağlayabiliriz” tehdidini örtük olarak savuruyordu. 

Akşener’in Afyonkarahisar’dan başlattığı taarruz dişine göreydi. Güçten ve gözden düşmüş Kılıçdaroğlu’na ve savaşta yaşamları alt üst olan mültecilere yönelik akınları doğrusu İstiklal Madalyası’nı hak ediyor. 

Dipnotlar

[1] Söz konusu söyleşi için bkz.: https://www.indyturk.com/node/639431/ekonomi/profesör-boratav-türkiyede-kriz-değil-çok-ciddi-bir-bölüşüm-şoku-var

[2] A.g.y.