Gündelikliğin Yitimi: Siyasal Hamle İçin İleri

“Normal” zamanlarda milyonlarca insan kendi yaşamının gündelikliğinde yaşar, bu normal zamanlara özgü bir ritimdir. İnsanlar işlerine giderler, gelecekleri ile yatırımlar yaparlar, en azından hayal kurarlar, bazı amaçlar peşinde koşarlar. Milyonlarca insan aynı anda bunu yaptığında ortaya çıkan bu duruma egemen sınıfın hegemonyası deriz. Milyonlarca insanı hayalleri ve beklentileri doğrultusunda, çoğu zaman zor aygıtı kullanmadan yönetme kapasitesidir bu. Görünüşte bu düzende herkese yer vardır. Yeter ki yeterli çaba gösterilsin ve sebat edilsin. O günler gelecektir.

Egemen Sınıfların Hegemonyası

Öyle bir işleyiştir ki bu, insanların günleri neredeyse saat saat bölünmüştür. Orada aşinalığın hükmü vardır. Tahmin edilebilecek bir yakın gelecek en azından temenni düzeyinde söz konusudur. Rutin bu hayatın merkezinde yer alır. Bu yaşamın en tılsımlı yanlarından birisi, düzenin insanlara vaat ettiği -ama aslında büyük bir yalandan ibaret olan- bireyin “kendi yaşamı üzerinde hakimiyet kurma”dır. İnsanlar büyük oranda kontrolün kendilerinde olduğunu düşünürler: Yaparsak olur, çabalarsak başarırız, yükseliriz, para kazanırız, ev sahibi oluruz…

Egemen sınıfların hegemonyasını açıklayan bu gündeliklik, bazı olağan üstü koşullarda yıkılır. Savaşlar, derin bunalımlar, ekonomik krizler, hatta salgınlar… Rutin bozulur, hayaller yıkılır, ritimsizlik, belirsizlik, yaşam üzerinde hakimiyet kurma krizi başlar. Ritimsizliğin ritmi, rutinsizliğin rutini baş gösterir. Umudun yerini öfke, iyimserliğin yerini karamsarlık, beklentinin yerini beklentisizlik alır, amaçlar rafa kaldırılır. Alışılmış dünyanın dışına çıkmanın ve bilinmezliğe doğru sürüklenmenin verdiği huzursuzluk baş gösterir, çatlak sesler artar, bütün bu bireysel tutumlar birbirlerini tetikleyerek kitlesel öfkeye dönüşür. Sınıf olmanın ya da ezilen bir kimlik olmanın farkındalığı artar.

Yeni Gündeliklik: Kargaşa

2022 Türkiye’sinde olan biten budur. Ekonomik kriz, derinleşen siyasal kriz, salgının yarattığı kalıcı hasarlar, savaşın coğrafi yayılımının artışı, servet bölüşümünün giderek daha korkunç bir boyuta gelmesi…Bütün bu olgular gündelik yaşamın “olağan” akışına ciddi bir biçimde darbe indiriyor.

“Aç yatan insanlar” artık bir retorik değil. Bir dünya savaşı ihtimali de düşük bir olasılık değil. Beslenme, sağlık, iş, iş güvenliği, insanca bir ücret ve diğer günlük acil ihtiyaçların karşılanması da kısa vadede çözülecek sorunlar olmaktan çok git gide daha geniş bir nüfusun gündelik adaptasyonunu engelleyen ve git gide büyüyen “sorunlar”.

Bu durum 100 yıllık cumhuriyetin çözmek yerine bastırdığı tüm sorunları da tetikliyor, üstelik neoliberal kapitalizmin derinleştirdiği sınıf, cinsiyet, cinsel kimlik gibi tahakküm biçimlerinin de sarsılmasına ve zorlanmasına neden oluyor. Bir kargaşaya doğru sürükleniyoruz. Yeni gündelikliğimiz bu oluyor.

Bir Savaş Aygıtı Olarak Devlet

Böyle durumları çözme becerisinden ve daha da önemlisi esnekliğinden yoksun olan iktidar bloğu çözümü bir savaş aygıtına dönüşmekte buluyor üstelik. Her kesime, sürekli savaş konsepti, egemen sınıfların sığındığı son liman oluyor.

Devlet girişte açıklanan hegemonyanın icracısı olan bir aygıt olmaktan çıkıyor, bir savaş örgütüne dönüşüyor. Polis teşkilatı, ordusu bir yana, bürokratı da başka düzeydeki memuru da (partizan olanları kastediyoruz) kendisini bu savaşın bir neferi olarak görmeye başlıyor. Müzisyen Onur Şener cinayetinin arkasındaki gerçeklik tam olarak budur. Devletin bürokratı bir savaşın tarafı olarak görüyor kendisini ve vahşice bir cinayet işleme konusunda bir beis görmüyor.

Zaman Az, İş Çok

Gündelikliğin sekteye uğradığı yerde ütopya ve distopyalar güçlenir. İnsanlar uçlara savrulma eğilimine girer. Bu, radikal ideolojilerin güçlenmesinin nesnel koşullarını yaratır. Radikal sağ da radikal sol da bu gündeliklik yitiminden beslenme fırsatı bulur.

Şu anda bizim başımıza gelenler daha çok ilk kategorinin güçlenmesi şeklinde oluyor. Sağ koalisyonun alternatifi olarak sağcı bir başka cephe, bir restorasyon cephesi, açığa çıkan öfkeyi, gündelikliğin yitiminden kaynaklanan şaşkınlığı örgütleme eğiliminde.

Elbette tren kaçmış değil, ama zamanımız az. Rejim, kitleleri yönetmek, taleplerini yerine getirmek konusunda tıkanmış durumda ve bu tıkanıklığa rejimin iç muhalefeti de tabi.

Gündelikliğin yitimi, sınıf öfkesini kabartıyor, geç kapitalizmin yarattığı büyük yıkımları ve derinleştirdiği tarihsel tahakkümleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bu durum sınıfı da kadınları da Kürtleri de Alevileri de tetikliyor ve bir olasılığı doğuruyor: Düzenin yadsınması, aşılması. Bölüşüm krizinin işçi sınıfı lehine çözümü, Kürt sorunun Kürtler lehine çözümü, Alevilerin sorunun Aleviler lehine çözümü, ekolojik kriz sorunun doğa lehine çözümü, gündelik temel ihtiyaçların kamusal bütçeden karşılanması, baskıcı ve despotik yönetim aygıtları yerine halkın kendi kendini yönetmesi…

Demokratik Cumhuriyet

Hepsi de egemen sınıf iktidarının marazlarından doğan bu sorunların bir bütün olarak çözümü, bir program altında birleşme ve o programı gerçekleştirme olasılığını nesnel olarak güçleniyor. Bu programın nihayete ermesi bir halkçı düzenin varlığına işaret ediyor.

O halkçı rejime biz demokratik cumhuriyet diyoruz. Demokratik cumhuriyeti tanımlarken, kafamızda idealize ettiğimiz “olması gereken”, “olsa iyi olur”, “keşke olsa” dediğimiz idealist bir tanımlamada bulunmuyoruz. Bu düzeni aşacak olan ve hepsi de kader birliği içinde olan halk kesimlerinin, işçi sınıfının tarihsel öncülüğünde gerçekleşmesinin nesnel olarak mümkün olduğunu söylemeye çalışıyoruz.

Emek ve Özgürlük İttifakı’na atfettiğimiz anlam budur. Emek ve Özgürlük ittifakı halkın çeşitli kesimlerini orta vadeli bir program etrafında buluşturmalıdır. Bu potansiyel şu andaki Türkiye ortamında fazlasıyla mevcuttur.

Halkın taleplerini içerecek bir siyasal araca artık sahibiz. Şimdi işçi sınıfını ve tüm halk kesimlerini bu araç etrafında örgütlemek için seferber olma zamanı. Ulaştığımız her nokta bir üst nokta için teşvik edici olacaktır.