Haluk Yurtsever’le Söyleşi: Sınırda Kapitalizme Karşı Örgütlü Mücadelenin Bayrağını Yükseltmek

El Yazmaları’nın notu: Bu söyleşi Toplumsal Özgürlük Partisi İzmir İl Örgütü’nün Haluk Yurtsever’le 1 ve 7 Aralık tarihlerinde iki ayrı oturum şeklinde düzenlediği panellerin soru-cevap formatında yeniden düzenlenmesiyle hazırlanmıştır.

Doldurulan çaylar, yoğun gündemler, “balkon konuşmalarımız”, uzun zamandır görülmeyen dostlar, eşlik eden gülüşler… Söyleşi için aramızda olacak Haluk Yurtsever’i beklemek için bir Aralık gününde İzmir’de yan yanayız. Tercih ettiğimiz başlık oldukça geniş, haliyle aklımızda yanıt bekleyen pek çok soru var.

Salon yavaştan dolmaya başlıyor, çaylardan son yudumlar alınıyor ve Haluk hocanın ardından beklediğimiz birkaç arkadaşımızın gelmesiyle söyleşimiz başlıyor. Haluk hocanın militan enerjisi daha ilk dakikadan bizlere de geçiyor…

Haluk Yurtsever

“Zamanımız ve biz”i anlama çabamız sürüyor. Evet her gün farklı şekillerde yüzleşmek zorunda kaldığımız kapitalist üretim ilişkileri hâkim olmaya devam ediyor ama örgütlü mücadeledeki ısrarımız da onca baskıya rağmen sürüyor. Bu örgütlü mücadeleyi dur durak bilmeden beslemek, teorik olarak zırhlanmak ise bir tercihten ziyade bir görev hepimiz için. Bugün bu mücadele ateşini harlamak için neler yapabiliriz?

Marx’ın eksik ve yanlış anlaşılan sözlerinin başında o meşhur 11. Tez’i geliyor diye düşünüyorum, yani  “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” sözü. Cümlenin ikinci kısmı ifadenin tamamı gibi algılandığı için eksik anlaşılıyor. İnsanlar dünyanın yorumlanması ve teorik üretim kısmı bitmiş gibi algılıyorlar. İki yüz yıldır bunun eksik bırakıldığını düşünüyorum. Dünyayı yorumlamak bir kez yapılıp kenara koyulabilecek bir şey değildir.

Bugünün gerçekliğini güçlü bir şekilde analiz etmek, kavramak gerekiyor bu anlamda. Büyük bir dünya-tarihsel olay olarak Sovyetler Birliği’nin 1991’de çözülmesi bir milat olarak büyük bir önem taşıyor. Bence dünya komünist hareketinde çözülme çok daha önce başlamıştır. Dünya çapında sol-sosyalist hareket eski geleneklerini sürdürmek ya da yeniyi kurmak açısından gereken performansı gösterememiştir. Bence bu saptamayı cesaretle yapmamız gerekiyor. Bunu yapmazsak “mış gibi” davranmaya başlarız. Yani “yorumlayacak bir şey yok aslında, devrimin teorisi, her şeyi var” ya da “örgütlenmeyi daha sıkı yaparsak, daha iyi örgütlenirsek, daha çok kitle çalışması yaparsak… devrime ulaşabiliriz” dediğimizde kendimizi kandırmış oluruz. Paradigmalardaki değişikliği fark etmeden ve paradigmalar üzerinde sistemin sinir uçlarına yönelmeden, sınırlı bir güçle, büyük bir gücü yenmek mümkün değildir.

Böyle bir tespitte bulunmak haliyle dünyanın siyasal manzarasının fotoğrafını çekmeyi gerektiriyor. Ben ise bu fotoğrafı, kapitalizmin tüm göstergeleriyle sınırlarına eriştiği bir eşik olarak görüyorum. Dolayısıyla ben bugün kapitalizmin gerçekten sınırında olup olmadığına, sınırındaysa bunun göstergelerine ve eğer gerçekten kapitalizmin sınırlarında yaşıyorsak o sınırda mücadelenin programının ve eyleminin nasıl üretileceği konusuna kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum.

Kapitalizmin sınırlarına eriştiği tespitinizi biraz daha açabilir misiniz? Üretici güçlerin gelişmesiyle üretim ilişkilerinin eskisi gibi süremeyeceği ve bunun devrim için gerekli zemini yaratacağı tezi uzunca bir süredir pek çok Marksistin devrim öngörülerinin temelini oluşturuyor. Bugün sizin sınır tespitinizi bundan farklı kılan noktalar neler?

2018’den bu yana hem ülke çapında hem de dünyada siyasi tartışmalar olurken belki peş peşe sıralanabilecek üç saptamadan hareketle kapitalizmin sınırlarına eriştiğini düşünüyorum. Tabii bunlardan her birinin -özellikle de ilk ikisinin- temellendirilmesi, açıklanması, geliştirilmesi gerekiyor. Kapitalizmin teorik, tarihsel ve ekolojik bir sınıra gelip dayandığını düşünüyorum ve bu sınırın da bazı dışavurumlarını tek tek açıklamaya çalışıyorum. Gezegenin geldiği ekolojik yıkım, iklim krizi, dünya çapındaki toplumsal cinsiyet yarılması, sınıfsal uçurumlaşma ve bunların hem ekonomik planda hem de siyasal planda kendisini gösteren çok somut örnekleri… Yani dolayısıyla benim birinci saptamam kapitalizmin teorik ve tarihsel olarak bir sınıra geldiği, bir sınırda kapitalizmle karşı karşıya olduğumuzdur. Bu saptamanın şu açıdan da önemli olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz bizim Marksistlerin klasik bir sıralaması vardır. Kapitalizm krizli bir sistemdir. Kriz gelir çöküş olur. Çöküşle devrim çıkar diye özetlenecek bir yaklaşım. Ben kriz-çöküş-devrim şeması yerine bu sistem kendisini artık yeniden üretemeyecek bir sınıra yaklaştı diyorum en azından. Üstelik neoliberal sermaye birikim rejimi koşullarında bugün ne temsili anlamda ne de burjuva toplumunun demokrasisi anlamında bir demokrasiden söz edebilmek mümkün değil.

İkinci olarak bu sistemin içinde artık yeni bir toplumun öğeleri, nüveleri ve maddi önkoşulları oluşuyor diyorum.

Kapitalizmin bir üretim biçimi, bir toplumsal düzen olarak sınırlarına dayanmasıyla, yeni bir topluma geçişe olanaklı kılan maddi, ideolojik ve kültürel önkoşulların oluşması, birikmesi aynı sürecin iki yüzüdür. Burada üç noktanın altını çizebiliriz. Birincisi, üretimin toplumsal karakteriyle, sonuçlarına el koymanın kapitalist niteliği arasındaki çelişki bugün dünyayı birçok alanda “ya küresel ölçekte toplumsal çözüm, ya yıkım” diye özetleyebileceğimiz bir noktaya getirmiştir. Kapitalizm, son 20-30 yıldır dayattığı, neoliberal dönüşümün gerekçesi olarak sunduğu, “refah ve demokrasi” getireceği iddia edilen ideoloji yüklü “küreselleşme” söylemini taşıyamaz, ancak dünya çapında ortak akıl ve planlamayla üstesinden gelinecek sorunlara çözüm üretemez hale gelmiştir. Kapitalizm karşıtı karakteriyle küreselleşme bugün dünyayı değiştirmek isteyenlerin belgisidir. İkincisi, orman, deniz, akarsu, park gibi doğal kaynaklara ve günümüzün en önemli üretici gücü durumuna gelen bilim ve bilgiye, ürün ve hizmetlerine kapitalist el koymaya karşı dönemin en önemli karşı kültürleşme hareketleri filizleniyor. Doğal kaynaklara ve her türlü bilgiye ulaşımın herkesin hakkı olduğunu savunan “müşterekler” hareketi, “açık kaynak”, “özgür yazılım” oluşumları toplumsal-evrensel gereksinmelerin, giderek büyüyen etkili hareketlere, kapitalizm içindeki komünizan nüvelere dönüştüğünü gösteriyor. Wikipedia’dan korsan web sitelerine, bilgi üzerindeki kapitalist tekeli, “patent”, “fikri mülkiyet” zırhlarını delen yaygın bireysel-grupsal girişimlere kadar onlarca hareketin oluşturduğu toplam, günümüzün “zamanı gelmiş” düşüncelerinin kuvveden fiile çıkmakta olduğunu gösteren örnek ve olanaklardır. Üçüncüsü,  Marx,  Kapital’in üçüncü cildinde özgürlük dünyasının  “çalışmanın son bulduğu yerde” başlayacağını, “bunun temel koşulunun ise “iş gününün kısaltılması” olduğunu yazmıştı. (Kapital III. Cilt, Yordam, s. 806-807) “İş günü” kavramının ve üretim-zaman ilişkisinin kökten değişmekte olması, bilimsel teknolojik gelişmelerin “zorunlu emeği” zorunlu olmaktan çıkarması komünizm yolunda son derece önemli bir olanaktır.

Üçüncü olarak ise kapitalizm ne kadar sınırlarına ulaşmış olursa olsun, nesnel koşullar yeni bir toplumu her zerresiyle ne kadar çağırırsa çağırsın eğer sonunda bunu tarihin çöplüğüne gönderecek bir toplumsal özne ortaya çıkıp şekillenemezse kapitalizm ortadan kalkmayacaktır. Bununla da bütünleştirdiğimiz zaman aşağı yukarı tablo çıkmış oluyor.

Kapitalizmin sınırlarıyla ilgili üçüncü tespitinizden yola çıkarsak sınırda kapitalizmi yıkabilecek bir siyasetin eksenlerini somut örneklerle açabilir misiniz?

Sosyalist hareketin bazı kesimlerinin toptancı bir kolaycılığa kaçtığını düşünüyorum. Mesela bazı hareketler hemen hemen her konuda çözüm paketleri öneriyor. Sözünü ettiğim paketleri dikkatle inceledim. Hepsi Türkiye’ye sosyalizm geldikten sonra uygulanacak şeyleri, yani eğitimi şöyle örgütleyeceğiz, enerji sorununu şöyle çözeceğizi anlatıyor. Ne zaman peki? Sosyalist iktidardan sonra. İyi ama bizim bugünkü ivedi sorunumuz bu değil ki. Sosyalist düzenin bugün kapitalist düzenin çözemeyeceği pek çok sorunu, kamulaştırma yöntemleri, ülkenin enerji kaynaklarının, doğal kaynaklarının doğru kullanımı, planlama vb. ile çözebileceğini biliyoruz. Ortadaki asıl sorun ise bu işten en büyük çıkarı olan büyük kitlelerin, insan topluluklarının böyle bir dönüşüme kazanılması. Yani bizim oraya nasıl ulaşacağımızın da programını, planını, yol haritasını ya da stratejisini üretmemiz gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın elbette iktidara sosyalizm geldikten sonra yapılacak şeylerin tartışılması ve belirlenmesi gerekiyor. Ama bu kocaman dünyanın Türkiye parçasında, kapitalizmin bir yandan sınırlarına geldiği öte yandan da kendi yumuşak eldivenlerini bıraktığı, otoriterleştiği bir zamanda biz hangi söylemle, eylemle iktidara gelebilecek bir güç oluşturabileceğiz?

Sanırım Troçki’ye ait olan ve bu söylediğim ilişkiyi anlatan güzel bir formülasyon var. Tam olarak oradan hareket edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Troçki 1905 Devrimi’nde, bizler 8 saatlik iş günü dedik; 8 saatlik iş gününü işçi sınıfı için kazanamadık ama işçi sınıfını 8 saatlik iş günü talebine kazandık diyor. Biz şu anda işsizliğin şöyle çözülebileceğini söyleyebiliriz ya da asgari ücret tartışmasına şu anda sistemin verdiğinden daha başka bir yanıt verebiliriz. Ama bu cevabı bizim işçi kitlelerine ulaştırıp onları kazanmamız gerekiyor. Düşünceler ancak böyle “maddi güç” oluşturabiliyor.

Biraz bahsettiğiniz bu toplumsal özne üzerine konuşalım istiyoruz. Özellikle 2008 Krizi sonrasında ortaya çıkan toplumsal hareketlerde kendiliğindenlik vurgusu çok ön plandaydı. Ancak Tahrir Ayaklanması dışında -ki o da başka bir yere evriltildi- bu hareketler köklü bir değişiklik yaratamadılar. Toplumsal hareketlerin dönem dönem patlak verdiği ama devrimlerin yaratılamadığı bir çağda toplumsal özne tam olarak neyi ifade ediyor?

Toplumsal özne çok geniş bir kavram. Özellikle siyasal özne demedim. Bir siyasal partiyi, dünya partisini ya da siyasal hareketi kastetmiyorum. Toplumsal özne dediğimiz zaman bizim aklımıza en başta sınıflar, katmanlar gelir. Objektif olarak yeni bir sınıfsallığın oluşması, bunun kapsamı, genişliği, talepleri, bu taleplerin gerçekliğe dönüştürülmesi gibi sorunlar var. Sonunda bunların hepsinin bir siyaset vektörüne, yani siyasal bir hedef, siyasal bir strateji, siyasal bir program somutluğuna ulaşması gerekiyor.

Bu noktada soğukkanlı ve aslında pek de hoşumuza gitmeyecek bir saptamayı yapmamız gerekiyor. Bugün dünyanın ne yazık ki hiçbir yerinde komünist, sosyalist, hatta köktenci demokrat ya da eski deyimle devrimci demokrat diyebileceğimiz herhangi bir hareket gerçek bir siyasal seçenek durumunda değil. Pek çok siyasal örgütlenme yükseliyor, toplumsal hareketler ve sınıfların mücadelesi de durmuyor. Siyaseten de pek çok deneme yaşanıyor. Ama bugün kapitalist ülkelerin hiçbirinde düzen karşıtı, düzen dışı gerçek bir güç maddi varlık olarak ne yazık ki kendisini ortaya koyamıyor.

Burada son 30 yıla şöyle kabaca baktığımızda dünyanın pek çok yerinde çok ciddi işçi sınıfı direnişleri olduğunu görüyoruz. 1995’te Fransa’da bildiğiniz yirminci yüzyılın mücadele manzaralarına benzeyen doğrudan örgütlü sanayi proletaryasının verdiği mücadeleler oldu. Arkasından da dünyanın birçok yerinde kalkışmalar meydana geldi. 2011 Arap Baharı oldu, Wall Street oldu, İtalya’da, İspanya’da çeşitli direnişler yaşandı. Daha yakın zamanda, geçtiğimiz yaz bir hareketin radikalliğini arayacaksak mesela Sri Lanka’da kitleler ayaklanıp başkanlık sarayını bastılar. Şili’de metro ücretlerine zamma karşı yapılan protesto hareketi büyük bir toplumsal hareket yarattı. Örnekleri kolaylıkla çoğaltabiliriz ama bunların hiçbirinde 50-60 yıl öncesine benzer bir durum yok. Çünkü o dönemde birçok yerde hem işçi sınıfı mücadeleleri açısından hem de onları temsil eden komünist partiler açısından işçi sınıfının sendikal ve üretimden gelen gücünü ortaya koyması açısından bugünkünden farklı bir durum vardı.

Şimdi dolayısıyla bugün 1975’te başlayan 1992’de Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle de hızlanan dünya komünist, sol-sosyalist hareketinin henüz büyük bir likidasyon dalgasından çıkamadığı kanısındayım. Çünkü Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sadece bir sosyalizm ekolünün sahneden çekilmesi değildir. İlk doğduğunda dünyanın altıda birini, 1945’ten sonra da dünyanın üçte birini kapsayan topraklarda ciddi, dünyayı kutuplaştıran bir sosyalizm denemesinin sona ermesidir. Böylesi büyük bir gücün sahneden çekilmesi siyasal sonuçlarıyla birlikte dünyadaki bütün güç dengeleri açısından bu likidasyon dediğimiz sürecin maddi unsurunu oluşturmuştur. Likidasyon derken bu ister mevcut eski geleneklerini sürdürüp yeniden üretmek anlamında olsun isterse de ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar üzerinden kendisini yeniden kurmak anlamında olsun reel, sahici, görünür, toplumlarda alternatif olacak bir gücün ya da güçlerin şekillenmemesini kastediyorum. Bugün dünyadaki hangi gelişmeye bakarsanız bakın, Sovyetler Birliği’nin olduğu bir dünya ile olmadığı bir dünya arasındaki farkın dünya çapındaki bütün güç ilişkileri açısından ne kadar önemli olduğu ortadadır.

Siyasal örgütlenme ve özne tartışmaları ister istemez sınıfın mevcut durumunu anlama çabasını da beraberinde getiriyor. Pandeminin bize hatırlattığı bazı gerçekler de var. Katı kısıtlamaların olduğu günlerde bile fabrikalar üretime ara vermediler, hatta çalışanlarını hastalık kapmasın diye fabrikalara kapatan işletmeleri bile gördük. Öte yandan motokuryeler başta olmak üzere bazı işkolları oldukça güvencesiz çalışma koşullarıyla birlikte sınıfın içerisinde belirgin bir katman oluşturmaya başladılar. Siz bugünün sınıf kompozisyonunu nasıl görüyorsunuz?

Şu anda ILO’nun da yayımladığı istatistiklere göre dünya nüfusunun yaklaşık yarısı, yani dört milyara yakın insan herhangi bir özel mülkiyete sahip olmadan, yani emeğinden başka geçim aracı olmadan yaşıyor. Bunların çok önemli bir kısmı da ücretli. Bu sayılara ücret almayanları ve işsiz olanları da dahil ettiğimiz zaman, gittikçe büyüyen bir toplumsal proletaryadan söz edebiliriz. Ben buna özellikle toplumsal proletarya demeyi doğru buluyorum. Çünkü özellikle 20. yüzyılda proletarya dediğimizde, genellikle ve çoğunlukla sanayi proletaryasını, doğrudan üretim yapan emekçileri düşünüyorduk ve biraz da siyaset bunun üzerinden yürüyordu. Ama şimdi bu yeni dönemin, neoliberal sermaye birikiminin getirdiği başka bir gelişme var. O gelişmenin temel noktası şudur: Artık bizim proleter tanımımız, yani yaşamak ve geçinmek için üretim aracına sahip olmayan, kendi emeğini satmaktan başka bir şeyi olmayan insanların yanı sıra daha da genişleyen bir toplumsallıktan söz edebiliriz. Bilfiil bir işte çalışmayanlar, ev emekçileri, kent yoksulları, kır yoksulları vb. de bu tanımın içinde. Yahut orta sınıfın entelektüel emekçi dediğimiz kesimleri de bunun içine giriyor. Ama bunlar eskisi kadar homojen, eskisi kadar birbirine benzeyen, çıkarları daha dar anlamda tanımlanabilecek bir özellikten daha katmanlı, çok türlü daha geniş bir toplumsallık ifade ediyor. Yani toplumsal proletarya işçi sınıfının giderek büyümesi anlamına geliyor. Ama bir yandan da tabii aynı şeyin tersten ifadesi olarak da kapitalist sınıf da küçülüyor. Kapitalist sınıf tabii ki yüzde 1’den ibaret değil, o bir slogan. Ne yazık ki o kadar basit değil.

Özellikle kapitalist sınıf diyorum. Çünkü burjuva sınıfı ile kapitalist sınıfın özdeş şeyler olmadığını düşünüyorum. Marx’ın kullandığı burjuva devrimleri döneminde burjuvazi dediğimiz sınıf bir kentli sınıflar koalisyonuydu. İçinde eğitimciler, avukatlar, hukuk müşavirleri ve yanı sıra küçük burjuvalar, aydınlar yer alıyordu. Bugünkü sivrilmiş kapitalist sınıftan çok daha geniş bir sınıfsal yapıydı. Marx’ın, Engels’in kullandığı terimle orta sınıftı. Çünkü yukarıda aristokrasi yer alırken aşağıda plebler, yoksullar ve emekçiler yer alıyordu. Ortada da o zamanın  “orta sınıf”ı olarak burjuvazi yer alıyordu.

Peki bugün kapitalist sınıfı orta sınıftan nasıl ayırt edebiliriz? Bilimsel olarak ayırmaya çalışırsak bir tek kıstası var. Başkasının artık emeğini sömüren kişi olması lazım. Bunun hayattaki kıstası şudur. Eğer bir esnaf, bir küçük atölye sahibi, bir tekstil atölyesi sahibi eğer yaşamını sürdürebilmek için kendisi de çalışmak zorundaysa, yanında 10 kişi çalıştırsa da aslında hâlâ orta sınıfı aşamamış demektir. Ama kendisi de çalışmadan başkalarını çalıştırarak geçimini sağlıyorsa artık bu küçük de olsa bir kapitalisttir. Böyle bir sınıf farkı koyabiliriz. Böyle baktığınız zaman borsada sörf yapıp para üzerinden para kazananlar da, dövize bağlı mevduat hesabına para yatırıp rant yapan da bu kapitalist artı değer alanından pay alan küçük kapitalistler olarak değerlendirilebilir. Ben mesela genç, 35-40 yaşlarında, tek yaptığı iş sabahtan akşama kadar borsalar üzerinde çalışıp uğraşıp parasıyla hayatını döndüren insanlar tanıyorum. Bunlara da yeni dönemin küçük burjuvazisi diyebiliriz. Kendi emeğiyle yapıyor ama sonunda kapitalist ranttan bir pay alıyor. Bunu biraz daha büyük ve farklı yapan yatırım veya danışmanlık şirketi ise kapitalist oluyor. Dolayısıyla kapitalist sınıf o kadar dar değil.           

Peki sınırda siyaset eksenlerini sınıfın mücadele dinamikleriyle nasıl kesiştirebiliriz sizce? Son dönemin en önemli tartışmalarından olan asgari ücret ve EYT özelinde sınırda siyaset nasıl kurulabilir?

Şimdi 1917 Rusya’sını düşünelim. Metalurji ve sonra otomobil fabrikası olan Putilov Fabrikası var. Rakamlar farklı dönemlerde değişmekle birlikte orada çalışan işçilerin sayısının 45 bine kadar vardığını biliyoruz. Tek bir fabrikada 45 bin işçiden söz ediyorum. Bolşeviklerin yaptığı iş orada beş yüz kişiyi örgütlemek üzerine kurulu. Beş yüz kişiyi öyle büyük bir fabrikada iyi örgütlediğinizde ve o fabrika ayağı kalktığı zaman Leningrad’ı da ayağa kaldırabiliyor. Şimdi bugünün İstanbul’unu veya İzmir’ini düşünelim. Fabrikalarda çalışan doğrudan sanayi işçileri değil ama bir kentte her gün kent yaşamını yeniden üreten binlerce, yüz binlerce emekçi var. Ulaşım, eğitim, sağlık gibi bütün bu kent yaşamı nasıl yeniden üretiliyor? Bunu yapan insanların çok büyük bir kısmı da proleter. İyi ama bu proleterleri Putilov Fabrikası işçilerini örgütlediğiniz gibi bugün örgütleyebilir misiniz? Böyle bir toptancılık yok.

Bugün kent merkezli mücadeleler, kentin yeniden üretimi, kent sınıfları gibi kavramlar ortaya çıkıyor. Bunun daha başka önemli bir tarafı daha var. Esas olarak sömürünün kaynağı üretimdir, üretimden başlar. Yani artı değer üretilir. Üretilen değerin bir kısmına sermaye el koyar. İşçiye ödemez. Buradan sömürü çıkar. Sömürünün en basit tanımı budur. Peki sömürü bundan ibaret midir? Bu soruya bizim net hayır dememiz lazım. Ve bugün ikincil sömürü biçimleri diyebileceğimiz biçimler giderek öne geçmektedir. Belirli bir ücret alıyorsunuz ama yaşama için gerekli olan miktar giderek artıyor. Barınma, elektrik, su, İnternet, ulaşım, sağlık, eğitim vb. aklınıza gelebilecek her şeye ödeyeceğiniz miktar artıyor. Bunların, harç, vergi vb. kalemleri muazzam tutarlara ulaşıyor. Türkiye “iyi” bir örnek. OECD ülkeleri içerisinde dolaylı vergiler konusunda Türkiye şampiyon. Peki dolaylı vergi nedir? Harçlar, pullar ve yanı sıra televizyon izlerken, telefon kullanırken, günlük gereksinmelerimiz için alışveriş yaparken ödediğimiz haraçlar. “Dolaylı” da denen bu tür vergiler, eşit olmayan yurttaşlardan alınan “eşit” vergilerdir. Bir sömürü düzeneğidir.

EYT hareketi şu anda Türkiye’nin en proleter hareketlerinden biri sayılabilir. İşe girerken şu kadar yıl çalışan, şu kadar gün-prim ödeyen herkes emekli olur denmiş, şimdi de ben usulü değiştirdim diyorsunuz. Kazanılmış haklarını yitirenler son derece haklı bir temelde mücadele ediyor. EYT örneği, bir yönüyle Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketine benziyor. İçinden geçtiğimiz dönemde yeni mücadele ve örgütlenme biçimleri işte tam da bu “ikincil sömürü biçimleri” dediğimiz eksen üzerinde doğuyor.

Asgari ücret başlığı çeşitli açılardan çok önemli. Asgari ücret bir yandan emek gücünün daha aşağı çekilemeyecek alt limitini gösterir. Dolayısıyla da sadece asgari ücretlinin değil, bütün işçi sınıfının ücret bareminin temelini teşkil edeceği için buradaki kazanım önemlidir, bütün sınıfın çıkarınadır. Yukarıda kısaca değindiğim gelişmelerin de sonucu olarak günümüzde asgari ücret ters yönde bir düzenek olarak işlemeye başladı. Türkiye’de en az yüzde 50-60 civarında insanın asgari ücret ya da asgari ücrete yakın ücretlerle çalışmasıyla birlikte asgari ücretin yukarıya itici değil aşağıya çekici bir yol oynadığını görüyoruz. Zaten asgari ücrete yapılacak zam miktarları da sınıf mücadelesinin şiddetine göre değişiyor, seçim yaklaşacağı zaman biraz artırabilirler. Ama asıl meselenin zam için rakamların konuşulması olmadığını düşünüyorum.

Sistemin sınırlarında onun temel örgüsü olan, temel varlık nedeni olan mantığın yerine başka bir mantığı geliştirmek gerekiyor. Bizim talebimizin açlık ya da yoksulluk sınırı üzerinden bir miktarın belirlenmesinden ziyade bir zamanlar sadece sosyalist ülkelerde değil refah devleti Avrupa’sında da olduğu gibi insanların tanımlanmış temel ihtiyaçlarının kamusal olarak karşılanması olması gerekiyor. Bugün sendikalar ve siyasi partiler böyle bir söylem geliştirseler, miktar üzerinden çıkmaz tartışmadan daha farklı bir perspektifi ortaya koymuş olurlar. En azından benim girişte söylediğim gibi bunlar gerçekleşmese bile işçi sınıfı bu taleplere kazanılabilir. Somut olarak mesela asgari ücret alan kesimin elektrik, doğal gaz vb. bazı temel ihtiyaçlarında tarifelerin farklı uygulanmasıyla bile buna başlanabilir diye düşünüyorum. Tabii bütün bunlar sosyalistlerin ve komünistlerin talepleri ne kadar toplumsallaştırabileceklerine çok bağlı.

Şu anda Türkiye emekçiler açısından bilinçli olmayan ama gerçekten patlamaya çok hazır şiddet öğelerinin biriktiği bir toplum haline geliyor. Bıçak kemiğe dayandı sözü bugünler için gerçekten doğru. Birçok insan biyolojik yaşam sınırlarında cebelleşiyor. Böyle bir toplumda bu biriken öfke bir yere kanalize olacaktır. Düzen partilerinin programları birbirine yaklaşırken, hatta tekleşirken toplum bir daha beraber olamayacak kadar düşmanlaştırılarak kimlik, dil, din, ırk gibi konular körükleniyor. Sistem düzene olan öfkeyi mültecilere, Kürtlere, Suriyelilere yönlendirmeye çalışıyor.

Böyle bir ortamda ekoloji alanı, asgari ücret konusu ya da diğer alanlardaki tüm taleplerin mantığı, içeriği kapitalizme karşıtlığı içermelidir. Ve bugün bunların gerçekleştirilebilmesi, en azından bundan zarar gören kesimlerin bu yöntemle kazanılmaları mümkündür. Ancak bence böyle bir şey yaparsak sınırda bir mücadele ve sınırda bir eylem programı yaparız. Yeni bir heyecan ancak böyle yaratılabilir diye düşünüyorum.