Emperyalizmin Çelişkileri, Alt Emperyalizm ve Türkiye

El Yazmaları’nın Notu: Gelişimin Çelişik Doğası: Dünya Nereye? başlıklı dosyamızın dokuzuncu ve son yazısını siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz. Hasan Durkal’ın “Emperyalizminin Çelişkileri, Alt Emperyalizm ve Türkiye” başlıklı bu yazısı, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden beslenerek bölgesel açılımlar yapan Türkiye’nin bu hamlelerinin ekonomik nedenlerine odaklanıyor ve durumun keyfilik ve maceracılıktan kaynaklanmadığını öne sürüyor.

Emperyalizmin otantik ve kuramsal bir analizi için kapitalizmin içsel yasalarına odaklanmamız gerekir. Sermayenin birikimi ve genişlemesi yani genişleyen yeniden üretim mekanizmaları, kapitalizmin yayılmasını ve buna bağlı olarak farklı bölge ve coğrafyaları çeşitli biçimlerde tahakküm altına almasını zorunlu kılıyor. Bilimsel bir kapitalizm tahlili yapmak ve emperyalizmin doğasını anlamak için bu temel itici dinamik merkeze alınmalıdır.

12. yüzyıldan günümüze kadarki kapitalizm tarihi, aynı zamanda sermaye genişlemesine bağlı tahakküm ve savaşların tarihidir. Bu tarihi belirli aşamalara ayırabiliriz. Birinci aşamaya Haçlı Seferleri ile başlayan ticari ve askeri genişlemeyi koyabiliriz.[1] Bu genişleme 12. yüzyıldan 15. yüzyılın sonuna kadar sürdü. Aslında bu genişleme üç farklı coğrafi bölgenin ulaştığı sermaye birikiminin bir sonucu idi: Orta-Kuzey İtalya, Flaman bölgesi ve Kuzey Almanya.[2]

Bu bölgelerde gelişen ticaret beraberinde diğer şehir devletlerine doğru yayılan bir ticaret ve finans ağının kurulmasını getirdi. Baharat, ipek, boyalar, kozmetik, değerli taşlar, kimyasal ürünler… Avrupa’nın diğer şehirlerine/şehir devletlerine büyük kârlarla satılıyor, sermaye genişledikçe genişliyordu. Bu genişlemenin siyasal ve askeri sonuçları oldu, bu kaçınılmazdı: İlk olarak bir finansal ağın kurulması ve bu finansal ağ dolayımıyla ticaretin genişlemesi, bu ağın devletçiklerin ve hatta kiliselerin politikalarında belirleyici hale gelmesi. İkinci olarak da bu genişlemenin kaçınılmaz olarak savaşlara yol açması. Floransa yalnızca 14. yüzyılda yaklaşık 170 savaşa katılmıştı.[3] Daha doğru bir ifadeyle de katılmak zorunda kalmıştı. Bu bahis günümüz modern emperyalizmi ile aynı şey değildi ama onunla aynı eğilimden, aynı yasadan doğuyordu: sermayenin genişlemesi.

Bu lokal genişleme ve ona bağlı olarak mikro ölçekte ortaya çıkan gelişmeler 15. yüzyılın sonundan itibaren sarsılmaya başladı ve sonraki yüzyılın başında durdu. Amerika kıtasının İspanyollar tarafından ilhak edilmesi ve böylece Akdeniz ticaret yollarının önem kaybetmesi bu şehir devletleri ticaretini aksatan etkenlerin birincisiyken, ikinci etken ulus devletlerin belirmeye başlaması ve ulusal çapta yeni bir rekabet biçiminin ortaya çıkmasıydı.

Bu yeni bir aşamaya tekabül ediyordu. 18. yüzyıl sonlarına kadar sürecek bir sömürgecilik dönemiydi bu. Yine geniş yeniden üretim mekanizmasının ama bu sefer daha büyük ölçekte ve daha geniş bir coğrafyaya yayılımının sonuçlarıydı sömürge yarışları.

Bu, ikinci bir aşamaya tekabül ediyordu. Ticari rekabet, Latin Amerika ve Afrika’nın doğal kaynaklarının, değerli metallerinin, tarım ürünlerinin yağmalanması, Avrupalı yerleşimcilerin bu kıtalara yerleşimi, köle ticareti ve büyük bir nüfus kıyımı şeklinde karakterize olan bu dönemde, büyük ticaret tekelleri arasında cereyan eden bir rekabetin döneme rengini verdiğini ve dönemin egemen rejim biçimi olan mutlak monarşilerin, sermaye sınıfı ile kendi jeopolitik ve stratejik hedefleri çerçevesinde iş birliği yaptıklarını not edelim.

Ve üçüncü aşama 19. yüzyılın son çeyreği itibariyle başlıyordu. Bu aşamada devrede daha çok ulus devletler ve sanayi kapitalistleri ile ticaret burjuvazisi vardı. Sömürgeleştirme yoluyla işgaller, bunlara eşlik eden ulusal kurtuluş mücadeleleri durumu betimlemeye yetmiyor elbette. Bu dönemin çeşitli biçimlerde analizleri Hobson, Hilferding, Buharin, Rosa Luxemburg ve Lenin tarafından yapılıyordu. Bu analiz girişimleri günümüze dek sürecek emperyalizmin Marksist analizlerinin temellerini oluşturacaktı. SSCB sonrası dönemde açılan yeni emperyalizm tartışmaları da bu tartışma zemininin içerilmesi ve/veya aşılması biçiminde oluyordu.

İkinci emperyalist savaş sonrası, adına Amerikan yüzyılı denilecek bir dönemi açıyordu. Amerikan yüzyılı Amerikan sermayesinin dünyanın her yerine yayılacağı, bazen hem askeri hem ekonomik, bazen de salt ekonomik bir yayılmanın damgasını vuracağı bir dönemdi bu. Büyük patronun dünyayı dizaynı, Soğuk Savaş’ta SSCB’ye karşı önderlik ettiği savaş, dünyanın birçok bölgesindeki askeri varlıkları, işgalleri, operasyonları, organize ettiği darbeler, sermaye ihraçlarının karakterize ettiği bu dönem, SSCB’nin yıkılmasını takip eden dönemde (doğrudan bununla bağlantılı değil) sarsılmaya ve zorlanmaya başlayacaktı. Yeni rakiplerin ortaya çıkması ve bir bütün olarak Batı Bloku içerisinde çelişkilerin baş göstermesiyle küresel düzen değişime uğramaya başlayacaktı. Bugün bu değişimin sancılarının yarattığı majör ve minör sancıların içerisindeyiz. Bu sancılar bitmek bir yana, derinleşerek ve yayılarak devam ediyor. Yayılma eğiliminde olan Çin ve Rusya’nın rahatsız edici konumları (Çin’in rejiminin ne olduğu ayrı bir tartışma), AB’nin geleceğinin belirsizleşmesi, Batı Bloku içerisindeki ekonomik ve siyasal çelişkilerin giderek derinleşmesi… Emperyalist dünya bu çelişkilerle karakterize oluyor.

Bu tablo altında AKP’li Türkiye’nin dünya sistemine dâhil olma biçimini sağduyusal “maceracılık” kavramından uzak ve maddi temelleri olan bir açıklamaya ihtiyacımız var. Büyüyen yeni tekelci sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde ortaya çıkan bir dış politika söz konusuydu (Büyük sermayenin çıkarlarıyla çatışma olmadığını ve burada da bir çıkar birliği olduğunu vurgulamaya gerek var mı?). Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan ve birden çok gücün hegemonya mücadelesine girişini tanımlayan yeni emperyalizm, dünyadaki statükonun yeniden biçimlenme eğilimine odaklanıyor. Türkiye’nin emperyalist güçlerin mücadelelerinin arasında devreye koymaya çalıştığı dış politika, bu dönemin belirsizliklerinden besleniyor.

AKP Dış Politikasının Ekonomi Politiği

Bu yeni çelişkili durum, emperyalistler arası boşlukları değerlendirme fırsatı bulan kimi bölgesel güçlerin, alt emperyalist güçler halinde devreye girmelerine olanak sağlıyor. Türkiye, bunun güncel bir örneğini temsil ediyor.

Sermaye birikimi alt emperyalizmi zorunlu kılıyordu. Ama önce içeride kimi düzenlemelerin yapılması gerekiyordu. Geç kapitalistleşen ülkelerin ekonomilerinin 1970’lerle birlikte dünya pazarına artan entegrasyonuyla birlikte ulusal çaptaki tekelci burjuvazinin (TÜSİAD adı altında da örgütlenmişti) devlet ile ilişkisinin gerilimli bir hâl almaya başlaması gibi bir maraz belirmeye başlamıştı. Kurucu unsur olan TSK (devleti yöneten ordu merkezli kliğe TSP Partisi adını verecek olursak) bir yandan sermayenin birikimi için yıllara yayılan bir görev almışken, diğer yandan tekelci burjuvazinin küresel düzene entegrasyonu konusunda da kimi pürüzlere neden oluyordu. Bu bir kaçınmacı-yaklaşmacı ilişkiyi doğurmuştu. Aslında sadece Türkiye’de değil, büyük emperyalist güçlere bağımlı olarak gelişen bir alt kategorideki birçok ülkede benzer dönemlerde aynı ihtiyaçlar ortaya çıkıyordu. Brezilya’da, Güney Afrika’da, Hindistan’da…

Geç kapitalistleşen ülkelerdeki sermaye birikiminin artık ulusal çapta sınırlarına dayandığı, kapitalist dünyaya yönelik SSCB tehdidinin artık ortadan kalktığı ve sermayenin birikim düzeyinin dışa yayılmayı dayattığı bir dönem açılıyordu ve ama bu dönemin sancısız geçmesi mümkün değildi. Kendi tarihiyle damgalanmış her bir alt emperyalizm adayı ülkenin kendi özgünlüğü tarafından belirleneceği birer özel dönem açılmıştı. Örneğin Güney Afrika burjuvazisi Apartheid rejimini aşmak zorundaydı.  Türkiye burjuvazisi ise aynı anda aşk ve nefret ilişkisi içerisinde olduğu TSK iktidarına son vermek zorundaydı.

Ama 1990’lar istikrarsız yıllardı, koalisyonlar ve yükselen Kürt özgürlük mücadelesi neoliberal dönüşümü aksatıyordu. İlk akla gelen burjuvazinin kendi içinden bir parti kurmaktı ve bu Cem Boyner’in başarısızlıkla sonuçlanan Yeni Demokrasi Partisi oldu. TSK partisini alt etmenin yolu yükselen Anadolu Kaplanları’nın hareketiyle ve uluslararası güçlerle iş birliği yapmaktan geçiyordu. AKP bu büyük ittifakın partisiydi. 2002’de TSK’nın devlet içerisindeki iktidarını sonlandıracak koalisyon iktidara yürüyordu. Büyük burjuvazi artık bölgesel yayılımı için gerekli aparata sahipti. Bu ille de toprak işgaline dayalı bir yayılma olmak zorunda değildi. Meta sermaye ve para sermaye ihracıyla başlanabilir, uygun koşullar altında teritoryal bir yayılma da hedeflenebilirdi. Sonraları Suriye savaşı onlara bu fırsatı verecekti zaten.

Burada Anadolu Kaplanları’nın da böyle bir yayılma içerisine girme zorunluluklarının olduğunu belirtelim. 1960’lı yıllarda oluşan ve hızla tekelleşen bu yeni burjuva fraksiyonu da özellikle meta sermaye ihracı için Afrika ve Orta Doğu pazarlarına yönelmek zorundaydı.

Türkiye’de 1980 yılları sonrası hızla tekelleşen İslami kimlikli sermaye grupları, emperyalist ülkelerin sermayeleri ve içerideki büyük sermaye gruplarıyla iş birliği içerisinde dış pazarlara yönelmeye başladı. Meta ihracının peşi sıra para sermayesi ve üretken sermaye ihracıyla desteklenen bu yayılma beraberinde askeri girişimleri de getirecekti.[4] Bu askeri girişimler elbette devletin aktif bir biçimde sürece dahil olması anlamına gelecekti. Yukarıda bahsedilen boşluk, Türk devletinin pazarlık gücünü artırıyor, hatta farklı güçlerle beraber aynı anda hareket etme kapasitesi sağlıyordu. Elbette bu sınırlı bir kapasiteydi ve daha sonra göreceğimiz gibi, sonu büyük bir açmaza çıkıyordu. Evet AKP’li yıllardaki yayılmacılığın iç dinamikleri bu gelişimin bir sonucu olarak şekilleniyordu.

Ne maceracılık ne iktidardaki “Reis”in kişisel hırsı… Son on yılda dış politikada olan biten birçok şey, ülkedeki sınıf kompozisyonundaki değişimle alakalıdır ve hikâyemiz neoliberalizmin literatürde “yarı çevre” olarak tanımlanan ülkelerdeki sermaye sınıfı içerisinde yıldan yıla büyüttüğü yeni durumla da yakından ilgili. Türkiye’nin dış politikasının geldiği nokta Marksist literatürde son zamanlarda çokça tartışılan ama geliştirilmeye ve eleştirilmeye de çok ihtiyaç duyulan “alt-emperyalizm” kavramıyla açıklanma çabası doğrusu tartışmaya değer bir konu.

AKP’yi iktidara taşıyan sermaye içi fraksiyonun kökenleri, sermaye sınıfının uluslararasılaşmasının başladığı 1960’lı yıllara kadar gider. 1960’lı yıllarda sermaye birikiminin hızlanmasıyla Anadolu’da gelişmeye başlayan küçük ve orta ölçekli üretime dayalı ve İslami kültürle ilişkilenmiş bir iç sermaye hareketi filizlenecekti. Bu hareketin asıl atılımı 12 Eylül darbesini önceleyen 24 Ocak kararları ile birlikte olacaktı. 24 Ocak kararlarının 12 Eylül ile birlikte yürürlüğe konulması, ihracata dayalı bir büyüme stratejisinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. İçeride işçi sınıfının kazanılmış haklarına büyük saldırılar düzenleyecek olan darbe rejimi, sermayenin tekelci kesimine de bu yeni palazlanmaya başlayan kesimine de emeğin ucuzlatılması ve örgütlülüğünün dağıtılması açısından büyük avantajlar sağlıyordu. Anadolu’nun yeni yeni kapitalistleşen şehirlerinde palazlanmaya başlayan bu burjuva fraksiyonu, 1970’lerdeki uluslararası sisteme entegrasyon sürecinin yarı çevre ülkelerde yarattığı bir olguydu.[5] Poulantzas buna “iç burjuvazi” adını veriyordu.[6]

Burjuvazi içerisindeki fraksiyonlaşmanın en gözlemlenebilir yönü, bir mücadele alanı olarak devletin içerisinde cereyan eden kurumların ele geçirilme mücadelesidir. Kimileri tarafından bu sermaye içi fraksiyonlaşmanın, fraksiyonlar arasında bir çıkar çatışmasına sebep olduğu söylenirken, kimleri tarafından da böyle bir çatışmadan bahsetmenin mümkün olmadığıdır. İki eğilimi de uçlaştırmadan şunu söyleyebiliriz ki, bir çıkar çatışması zaman zaman yaşansa da aslında ortada uzlaşmaz bir çelişki yok. MÜSİAD, TUSKON vb. örgütlenme adı altında ortaya bir burjuva fraksiyonunun çıkması TÜSİAD’ın çıkarlarını kökünden sarsan bir öneme sahip değil. Üstelik “Anadolu Kaplanları” olarak da adlandırılan adı geçen burjuva fraksiyonunun bu büyüme ve yayılma eğilimi doğrudan TÜSİAD altında örgütlü büyük sermaye gruplarının çıkarlarını da besliyor. Yatırımları arttıkça büyük sermayeye daha fazla bağımlı olmaktan öteye geçemiyorlar. Sayısal veri vermeye bile gerek yok, AKP’li yıllarda gerek TÜSİAD’ın ulaştığı birikimin nicel verileri, gerekse de oluşturulan emek rejimi TÜSİAD sermayesinin AKP’li yılların en çok kazananı olduğunu ortaya koyuyor. Üstelik İslami sermayenin büyümesinin TÜSİAD’ın büyümesine de olumlu yönden doğrudan etki ettiğini de unutmamak gerekiyor. Artan kredi ihtiyaçlarının TÜSİAD sermayesi tarafından karşılandığını ve bunun önemli kârlar yarattığını unutmayalım.

Tekelleşen MÜSİAD/TUSKON fraksiyonu ile TÜSİAD’ın AKP dönemindeki dış yatırımlarının artışına da vurgu yapmamız gerekiyor. Sermaye ihracının geldiği düzey, bizlere dış politikanın sebepleri ile ilgili çok şey söylemektedir. Türkiye’deki yerleşik sermayedarların yurt dışındaki doğrudan ve dolaylı yatırımlarını ifade eden yurt dışı varlıkları verilerine bir göz atalım: 2022 Haziran sonu itibariyle Türkiye’nin yurt dışı varlıkları 281 milyar dolardır.[7] 2002’de 66,5 milyar dolar olan bu rakam bazı yıllar bir önceki yıla göre düşüşler yaşasa da genellikle yukarıya doğru seyretmiş, 2007’de 183 milyar dolara, 2015’te 229 milyar dolara ve günümüzde 281 milyar dolara yükselmiş.[8] Bu rakamlar bizlere Türkiye’nin sermaye ihracının geldiği boyutları göstermesi açısından önemli. Büyük emperyalist ülkelerle kıyaslandığında ve başka verilerle birlikte düşünüldüğünde (örneğin askeri kapasite vs.) oldukça küçük, ama sermaye birikiminin geldiği düzeyi göstermesi itibariyle de anlamlı sonuçlar veriyor.

Restorasyoncular Suriye’den Çıkabilir mi?

Peki, sermaye fraksiyonları arasında çatışma hiç mi yok? Onun cevabı giderek gerçekliğe bürünen restorasyon hareketinde gizli. AKP’li yıllarda sermayenin tüm kesimlerine son derece kârlı bir düzen kuran Erdoğan iktidarının kimi kritik noktalarda törpülenmesi gerekiyor ki bunun başında para politikaları geliyor. Bu para politikaları için yine zaman zaman yöntemin dışına çıkılarak keyfilikle açıklanmaya çalışılsa da aslında Erdoğan iktidarı bu noktada kendisini ayakta tutan orta ve küçük ölçekli sermaye ağının krizin kimi yıkıcı sonuçlarından etkilenmesini önlemek istiyor. TÜSİAD odaklı güç alanı başka bir birikim stratejisine işaret eden kimi yapısal reformlar önerse de duruma uygun pozisyon almaktan da geri kalmıyor. Sermaye sınıfının tarihi, devletin kısa vadeli yönelimlerine hızla adapte olma tarihidir, bunu unutmayalım.

AKP’yi iktidara taşıyan şey elbette tek başına “Anadolu Kaplanları”nın büyüyen ihtiyacı değil, uluslararası müttefikleriyle birlikte TÜSİAD’ın da eski devlet fraksiyonlarının aşırılıklarından, iktidar alanındaki gereğinden fazla büyük konumlarından kurtulma çabasıydı. Doğrusu Erdoğan/Cemaat ittifakı bu arı kovanına sokulmak istenen çomaktı. Ama artık miadını doldurmuş bir çomak. Birikimin düzeyi, yeni ruhların çağırılmasını zorunlu kılıyor. Büyüyüp serpilen TÜSİAD ve güneşin altındaki yerini arayan, büyüme hırsıyla ileri doğru atılım yapan MÜSİAD odaklı sermaye… Birincisi ikincisinin büyüme hırsını doğrusu iyi kullandı, ordu partisinin iktidarına son vermede de başarılı oldu. Ve evet, filmin sonunda Erdoğan’ın reisliğiyle yüzleştiler, işler biraz karıştı. Bu yüzden de bir restorasyon ihtiyacı doğdu. Öte yandan para politikaları üzerinde bir denetim kurmak önemli bir ihtiyaç ve dümene daha uyumlu birinin oturması siyaseten açık bir şekilde isteniyor. Restorasyonun ekonomik muhtevası büyük oranda bu noktada birikiyor. Restorasyonu gerektiren bir diğer nokta dış politikada İslamcılığın gereğinden fazla abartılmasının da bir etkisi var. Eğer başarabilirlerse bu marazi durumdan da kurtulmak istiyorlar.

Restorasyoncu klik şimdi iktidarı almaya hazırlanıyor ve birçok konuda retorikten ileriye gitmeyen söylemlerde bulunuyorlar. Retorik konularından bir tanesi de dışarıdaki askeri yayılmayla ilgili.

Restorasyoncular gerçekten Suriye’den çekilebilirler mi? Zor. Çünkü bazı şeyler tersinmezdir. Salt teritoryal ve askerî bir durum olmayan Suriye’deki varlık, sermaye ilişkilerinin bölgesel yayılımını ifade ediyor. Bir alt emperyalist rolünde olan Türkiye, büyük emperyalist güçler arasındaki mücadeleden faydalanabilmek için onlara kimi hizmetlerde bulunmak zorundaydı. Bu hizmetlerin en önemlisi uluslararası emperyalist sisteme tam olarak entegre olmayan ülkelerin sisteme entegre olmaları konusunda yol açmak. Bu yalnızca dışsal bir hizmet değil, içerideki sermayenin ihtiyaçlarıyla da içsel bağlantılı bir süreçti. Bu yüzden bu hizmet, uluslararası sisteme entegre olmuş yerli tekelci burjuva fraksiyonlarının dolayımıyla olabilirdi. Afrika ve Orta Doğu’ya sermaye ihracı ve yatırımlar, Türkiye’nin bölgedeki varlığının salt askerî olmadığını hatırlatıyor. Sermaye sosyal ve ekonomik ilişkilerle var olur, yayılır ve kalıcılaşır. Bu durumda bu yayılmanın geri çekilemeyeceği açık. Belki biçimsel bazı değişikliklere gidebilirler ya da askeri varlık yerine sermaye ilişkileriyle varlığı tercih edebilirler. Ama şurası kesin ki, her fırsatta AKP dış politikasını maceracılıkla ve keyfilikle suçlayan Altılı Masa bileşenleri aslında retorik üretmekten başka bir şey yapmıyor.

Sonuç olarak sermayenin militer ihtiyaçları ve bölgesel yayılımları konusunda bir ayrım söz konusu değil. Daha çok kimi ekonomi politikalarındaki ihtilaf restorasyon hareketini doğurdu. Yayılım demişken kısaca sermaye sınıfının askeri yatırımlarına da bir göz atalım. Zira dış politikanın önemli bir belirleyeni de askeri yatırımlar.

Askeri Sınai Kompleks ve Sermaye

2007-8 krizinden sonra, finansal alanda yaşanan küresel krizin 15 yıl içerisinde reel sektöre yansıdığı ve böylece ortaya bir birikim rejimi krizi çıktığı Marksist iktisatçılarca çokça yazıldı. Bu krizin çeşitli birikim alanlarına yönelik bir arayış getirdiği, dünya genelinde özellikle de NATO üyesi ülkelerde artış gösteren savunma/askeri üretim kapasitesinin arttırıldığı da bir gerçek.[9] Bu birikim rejimi krizi, çeşitli sektörlere yönelimi beraberinde getiriyor. Bölgesel bir güç olma iddiasında olan Türkiye gibi ülkelerin burjuvazilerinin de bu alana önemli yatırımlar yaptıkları gözlerden kaçmıyor. Türkiye’de hem TÜSİAD içerisindeki sermaye gruplarının hem de MÜSİAD içerisindeki grupların bu sektöre yatırımlarını arttırdıklarını hem sayısal verilerden hem de son dönemlerde Suriye ve Ukrayna’daki savaşlarda yer alan yerli üretim silah teknolojilerinin varlığından görüyoruz. Türkiye’nin silah ihracatından elde ettiği hasılatın yıldan yıla arttırdığı da çeşitli haberlerde geçiyor. Dünya Gazetesi’nin Mart 2022 verilerine göre savunma ve havacılık ihracatı bu yılın şubat ayında yüzde 40,3 oranında artarak 327,2 milyon dolar oldu. Yılın ilk iki ayındaki artış ise bir önceki yıl aynı döneme göre yüzde 58,6’ya ulaştı. İki aylık ihracat 633 milyon 998 bin dolara çıkarken, bir önceki yılın şubat ayından bu yılın şubat ayına kadar ki 12 aylık dönemde savunma ve havacılık ihracatı 3 milyar 446 milyon dolara ulaştı.[10]

Elbette bu büyüme, bir birikim stratejisinin ihtiyaçlarını tek başına yerine getirmez, sonuçta 3 milyar dolarlık bir hacimden bahsediyoruz. Dünya genelinde militarist dalga büyürken buraya yatırımları arttırmak ekonomideki gedikleri kapatmakta bir işlev görebilir. Ancak bu büyümenin sürdüğü bir ortamda ister istemez, bölgesel tüm çatışmaların içerisine daha fazla çekilirsiniz. Çünkü savaşların diğer yönlerini soyutladığımızda son tahlilde savaşlar pazar ilişkilerinden bağımsız olaylar değiller ve burada daha fazla silah satabilmek için yürütme aygıtınız çeşitli çatışmalara daha fazla müdahil olmak zorunda kalır. Ukrayna’da içine düşülen, tuhaf zamanlara özgü tuhaf durumun böyle bir niteliği de var.

Türkiye burjuvazisi askeri endüstriyel komplekse yatırımlar yapıyor, silah sanayisi büyüyor. Kansu Yıldırım ve Ebubekir Aykut’a göre bu büyüme farklı sermaye fraksiyonlarının temsil edildiği siyasal alanda yaşanan dönüşüm, sermayenin içerisinde bulunduğu birikim sancılarının bir ürünü olarak okunmalıdır. Yazarlara göre siyasi, hukuki, ekonomik alanlardaki tüm kriz işaretleri, hâkim birikim rejiminin ve ona eşlik eden hâkim cumhuriyet projesinin sancılarıyla ilgilidir.[11]

Otoriterleşme, Otoriter Devletçilik, Faşizm?

Marksist kriz, devlet ve rejim tartışmalarında Yunan Marksist Nicos Poulantzas önemli bir başvuru kaynağıdır. Gerçekten de Poulantzas’ın sermayenin uluslararasılaşması sürecinde devlet ve rejimin dönüşümüne dair ortaya koyduğu kategoriler (olağanüstü devlet, olağan devlet, otoriter devletçilik vb. kavramlar) çoğu zaman oldukça işlevsel, yaşananları anlamada oldukça kritik kavramsal çerçeve sunuyor.

Ancak akademik Marksizm’in yer yer nükseden şablonculuk hastalığı burada da kendisini gösterebiliyor. Kendisi her ne kadar olağan devlet biçimleriyle olağan üstü devlet biçimlerini birbirinden ayırsa da Poulantzas’ın bu kategorizasyonu kimi zaman özgün tarihsel koşullar göz ardı edilerek devreye konuluyor. Poulantzas’ın ortaya koyduğu kavramsallaştırmalar daha çok yerleşik burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerdeki otoriterleşme süreçlerini ortaya koymak için işlevsel olsa da despotik karakterli burjuva diktatörlüklerinin olduğu Türkiye gibi ülkelerdeki değişimi açıklamada yetersiz kalmaktadır. Liberal “otoriter rekabetçilik” gibi kavramlar tartışma konusu bile değil ancak Marksizm’in içerisindeki otoriterleşme tartışmaları, özgün tarihsel süreçleri göz ardı etmeden yapılmalıdır.

İlla Poulantzas terminolojisi kullanılacaksa, inşa edilen rejim, olağan bir otoriterleşmeden ziyade, yine Poulantzas’a ait olağan üstü devlet biçimi olarak faşistleşme ile açıklanabilir. Aslında sermayenin uluslararasılaşmasının başladığı 70’li yıllardan 15 Temmuz öncesine kadar ki tüm süreci devletin kaba bir biçimde otoriterleşmesi olarak tanımlamak çok da yanlış değil. Kökeni 70’lere, özellikle de 71 darbesi ile sertleşen duruma dayanan ama neoliberal dünyada 12 Eylül ile artık baskın hale gelmeye başlayan ve 90’lı yıllardan sonra kalıcılaşan otoriterleşme süreci sermayenin tarihsel hareketinin bir sonucu olarak belirmişti. Siyasal alan git gide daraltıldı, devlet aygıtı git gide güçlendi ve güvenlik politikalarını arttırdı, yürütme aygıtı git gide özerkleşti, teknokratlaştı, en sonunda da küçük bir oligarşik alana hapsedildi. Bu uzun zaman diliminde on yılda bir ortaya çıkan askeri darbelerin bu süreçleri daha da hızlandırdığını unutmamak gerekiyor.

Ancak 15 Temmuz darbesi sonrası ilan edilen OHAL ve onu takip eden süreçte devreye giren başkanlık sistemi bu olguyu aşan bir biçimde, bir olağanüstü devlet biçiminin belirmesini beraberinde getirmiştir.

Bu biçim, bir öncekini yadsıyarak, içerip aşarak şekilleniyor. Önünde pürüzsüz bir yol olmasa da devletin ve rejimin dönüşüm süreci devam ediyor. Elbette en önemli pürüz geniş bir halk muhalefetinin ortaya çıkışıydı ve bu çıkış içerideki statükoyu bozdu. Faşistleşmenin tersine bir süreç akacağı mecrayı arayan bir halk tarafından belirleniyor. Bu halk muhalefeti tam bir faşistleşmenin önünde baraj görevi görüyor.

Gerçekler, Açmazlar, Olasılıklar

Niyetimiz buradan hareketle emperyalist hegemonya mücadelesi içerisinde oluşan çatlakları değerlendirme peşinde olan Türkiye’nin yakın dönemde yaşayacağı açmazları ortaya koymak. Alt emperyalizm kavramını kullanma konusunda rahatız, zira bir ülkeye alt-emperyalist tanımlaması yaptığımız vakit, ona uluslararası arenada abartılı bir güç atfetmiş olmuyoruz. Aksine onun içinde bulunduğu dramatik durumu da açığa çıkarıyoruz. Çünkü alt-emperyalizm aslında bir iddiayı taşıdığı kadar dramatik olmaya yazgılı bir sonu da anlamı içerisinde barındırıyor.

Türkiye’nin bu alt emperyalizm hevesi, alt emperyalizme soyunan bütün ülkelerin sonunda yaşadıkları çelişkinin gün yüzüne çıkmasıyla sonuçlanıyor. Alt emperyalizm ya bölgesel güç olma ya da adına her ne dersek diyelim, geçici bir statüyü ifade ediyor. Burada bu aktörlüğe soyunan gücün karşısındaki en önemli sorunlardan birincisi sahip olduğu konumun verdiği cesaretle gücünü abartmak ve bunun sonucunda büyük emperyalist güçlerin oyuncağına dönme riskidir. Herhalde üzerinde hemfikiriz ki Türkiye bunu açıkça yaşıyor. Son Soçi zirvesi, bu acı gerçeği hatırlatması bakımından diğer önceki benzer tüm zirvelerden ayrılıyor olsa gerek.

İkinci sorun ise böyle bir nesnel ortamda rakipsiz değilsiniz ve yarı çevre ülke konumunda olan tek siz değilsiniz. Başka rakipleriniz var ve bu rakiplerle de yarışmak zorundasınız. Türkiye-İran arasındaki bölgesel çekişme bu durumla ilgili ve burada birileri eninde sonunda devre dışı kalacak. Kırılgan bir ekonomi, boyundan büyük işlere kalkışılması, askeri kapasite yetmezliği, büyük güçlere karşı giderek artan bağımlılık… Burada hemen her konuda eli zayıf olan bir Türkiye var.

Görünüşe göre bu yerel rekabette bile bir güç yetmezliği göze çarpıyor. Öyleyse burada ciddiyetin yerini zaman zaman gayrıciddilik alıyor. Dış politika alay konusu haline geliyor, içerideki popülist efelenmelerin altı boşalıyor.

Üçüncü sorun bir devlet krizi sorunudur. Bu kriz sermayenin fraksiyonlaşmasına bağlı olarak devlet içerisinde ortaya çıkan fraksiyonlaşmanın kaçınılmaz bir sonucu. Görünüşe göre şu anda sona ermesi çok da mümkün olmayan bir kriz.

Sermaye hareketinin milyonları mülksüzleştirmesi, siyasal alanı daraltması, devleti bu ihtiyaç çerçevesinde git gide otoriterleştirmesi kaçınılmaz bir halk muhalefetini doğuracaktı. Nitekim milyonların isyanı bir Gezi isyanı olarak patlayacak, takip eden yıllarda parlamentoyu da sarsacaktı (2015 Haziran seçimleri). Elbette bu çıkışa karşı görece özerkleşmiş devlet aygıtı, 15 Temmuz sonrası siyasal ortamın yarattığı ortamı da fırsata çevirerek daha fazla sertleşecek ve olağanüstü bir devlet aygıtına dönüşmeye başlayacaktı.

Sonuç: Çelişkili, Sancılı ve Açmazlarla Dolu Bir Konum

Sonuç olarak AKP önderliğinde Türkiye sermayesinin, sermaye ilişkisinin eşitsiz ve bileşik gelişiminin bir sonucu olarak ulaştığı sermaye birikimi düzeyi, yıllar içerisinde beliren yeni sermaye fraksiyonunun ihtiyaçları, küresel düzeyde yaşanan emperyalist hegemonya mücadelesinin de yarattığı boşlukları kullanarak bölgesel yayılım politikasını hayata geçirdi. Emperyalist merkezler karşısında bir pazarlık gücü elde etti, askeri yatırımlarını arttırdı hem sermaye ihracını hem de teritoryal yayılımını hayata geçirdi. Bütün bu gelişmeler tesadüfi ya da siyasal iktidarın keyfi tutumu olarak ortaya çıkan olgular değildi. Aksine, alt emperyalizm teorisi ilk kez ortaya atan Brezilyalı Marksist Mauro Marini’nin deyimiyle sistemin korkunç mantığının sonuçları idi.[12]

Alt emperyalizm olarak tanımlanan bu konum geçici ve yüksek riskler barındırıyor. Dışarıda büyük güçlerin kuklası konumuna hızla sürükleniliyor, NATO-Rusya geriliminin operasyon aracı haline geliniyor. Öte yandan içeride devlet dönüşüyor, bir yandan siyasal alan daraltılıyor, yasaklamalar, kısıtlamalar arttırılıyor, bir yandan karar mekanizmaları başkanlık sistemi gibi ucube gibi görülen ama aslında bir iç mantığı olan sistemlere devrediliyor, diğer yandan ve belki de bizi en çok ilgilendiren yönüyle işçi sınıfı üzerinde katı bir denetim uygulanıyor. Elbette alt emperyalizmin emek üzerindeki denetim süreci başlı başına incelenmesi gereken bir konu. Çünkü artan yayılımın bir sömürü yoğunluğuyla desteklenmesi gerekiyor, bu da emeğin üzerindeki baskıları doğal olarak arttırıyor.

AKP öncülüğündeki bu büyük maceranın sonuna mı geldik? Görünüşe göre cevabımız hayır. AKP döneminde Türk dış politikası sermaye sınıfının ihtiyaçları çerçevesinde dönüştürüldü. Bu dönüşüm içeride de bir dizi dönüşümü tetikledi. Öyleyse? Öyleyse bu durumun içerisinde nefes alıp vermeye devam edeceğiz. Yeni Türkiye böyle bir şey, hiçbir şeyin tıpatıp eskisi gibi olamayacağı yeni bir durum. AKP’nin iktidardan düşüp yerini Altılı Masa’ya bırakması bu anlamda çok az şeyi değiştirecek. Radikal bir değişiklik, radikal bir siyasal öznenin varlığına bağlı. Ama o, bu yazının konusu değil.

Dipnotlar: 

[1] Bkz. Ernesto Screpanti, Global Imperialism and the Great Crisis, The Uncertain Future of Capitalism, Monthly Review Press, New York, 2014, s. 41.

[2] Screpanti, a.g.e., 41

[3] Screpanti, a.g.e., 42

[4] Özgür Öztürk, 75

[5] Bkz. Barış Alp Özden, Ustanın Çırakları Alt-Emperyalistler: Politik Bir Emperyalizm Denemesi. Emperyalizm: Teori ve Güncel Tartışmalar, Habitus Kitap, Ed. Ahmet Bekmen, Barış Alp Özden, 2015 içinde. Sy 147

[6] Nico Poulantzas’tan aktaran Barış Alp Özden, a.g.y., sy 136

[7]https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Uluslararasi+Yatirim+Pozisyonu/

[8] İstenen yıllara ait veriler şu linkten elde edilebilir: https://evds2.tcmb.gov.tr/index.php?/evds/serieMarket/collapse_18/5003/DataGroup/turkish/bie_uypucay/

[9] Bkz, Kansu Yıldırım ve Ebubekir Aykut, Birgün Gazetesi, 12.08.2018 tarihli, Devlet, birikim rejiminin sancıları ve askeri-sınai kompleks başlıklı makale. https://www.birgun.net/haber/devlet-birikim-rejiminin-sancilari-ve-askeri-sinai-kompleks-226819, erişim tarihi 29.08.2022

[10]https://www.dunya.com/sektorler/savunma-sanayi/savunma-ve-havacilik-ihracati-rekor-sinyalleri-veriyor-haberi-650812#:~:text=Son%20d%C3%B6nemde%20T%C3%BCrkiye’nin%20savunma,y%C3%BCzde%2040%2C3%20oran%C4%B1nda%20artt%C4%B1.&text=Savunma%20ve%20havac%C4%B1l%C4%B1k%20ihracat%C4%B1%20%C5%9Eubat,58%2C6’ya%20ula%C5%9Ft%C4%B1. erişim tarihi 29.08.2022

[11] Yıldırım ve Aykut, a.g.y.

[12] Marini’den aktaran Barış Alp Özden, a.g.y., sy 121