İktidarın Ekoloji Politikaları

Ekoloji gündeminin yoğun ve görünür olduğu günlerden geçiyoruz. Öyle görünüyor ki daha da yoğunlaşacak.

İklim Değişikliği Performans Endeksi, yani küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 90’ının fazlasından sorumlu 60 ülke ve AB’nin iklim karnesi açıklandı. Endekste 4 kategori üzerinden değerlendirme yapılıyor: Sera gazı emisyonları, yenilenebilir enerji, enerji kullanımı ve iklim politikası. Hiçbir ülke iklim değişikliğini önlemek için yeterince çaba sarf etmediği için genel olarak “çok yüksek” not alamadı. Türkiye de, enerji tüketimi ve iklim politikalarında “çok düşük” not alarak sınıfta kaldı.

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nın 26.sı (COP26) 1-12 Kasım tarihleri arasında Glasgow’da yapıldı. COP26’dan, daha önceki 25 konferanstan çıkanlar üzerinden söyleyebiliriz ki, elle tutulur bir şey çıkmadı. Kyoto Protokolü’nden, Paris Anlaşması’ndan çıkmadığı gibi. Ekolojik dönüşüm için bu ve benzeri girişimlerden beklenti içine girmemeyi yaşayarak deneyimledik. Köklü çözümlerin üretilmediği, ekolojik direnişleri sönümlendirmek için “Biz de gezegen için bir şeyler yapıyoruz” imajının verildiği zirveler bunlar. Ancak ekolojik krizin kapitalistlere yapısal sınırlarını gösterdiği, ekolojik krizin görünürlüğünün arttığı ve taraf devletlerin ekolojik krizin varlığını kabulü olarak da okunabilir bu zirveler. Halkın ekoloji mücadelesini ve öfkesini sönümlendirebileceğinin tehlikesini de gören yerden bu girişimlere temkinli yaklaşmayı, Alternatif Halk Zirvelerini büyütüp parlatmayı, kapitalistlerin ikiyüzlü politikalarını her seferinde teşhir ederek yol almayı öğrenmeliyiz.

Türkiye’de Ekoloji Gündemi

İktidar ekoloji gündeminde kendine yer bulmak için “yoğun çalışmalar” içine giriyor. Örneğin: Ormanları yok etmekten geri durmuyor, doğayı maden şirketlerine peşkeş çekiyor, yeni yasal düzenlemeler ile doğayı şirketlerin emrine sunuyor, nükleer santral yapımına son hız devam ediyor, mega projeler ile ekosistemleri yok ediyor, ekolojik direnişlere müdahale ediyor, kentleri yağmalıyor, asfalt beton sermayesinin cebini dolduruyor, çöp ithalatı ile dünyanın çöplerini topluyor vs. Yani üstatları olan diğer G20 ülkelerinden ekolojik yıkım noktasında feyz almaya devam ediyor. Ancak göz boyama için de olsa, üstatlarının yaptığı en asgari adımı atmaktan, Paris Anlaşması’nı onaylamaktan imtina ediyor. Ama aynı zamanda, ekolojik yıkımlar üzerine kurulu politikanın işlerini zorlaştırdığını, arada ekolojikmiş gibi de olsa adımlar atması gerektiğini öğreniyor, daha doğrusu öğrenmek zorunda kalıyor. 

İktidardan Gelen Hamleler

Paris Anlaşması’nın onaylanması, bakanlığa yapılan isim değişikliği ile artık Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın olması, Marmara Denizi Koruma Planı’nın yayınlanması gibi hamleler yapıyor Peki bu adımların perde arkasında ne var? Yoksa iktidar ekolojik bakış açısı mı kazandı? Soruların cevabı Erdoğan’ın Ilısu Barajı açılış konuşmasında saklı.

Ne tesadüf yukarıdaki adımlar atılarken bazıları görünür olmayan, bazıları da göze sokulan ekolojik yıkımlara imza atıldı. Ilısu Barajı da “görkemli” açılışı ile göze sokulanlardan. İktidarın iki yüzlü ekoloji politikalarının bir örneği.

Bir Yıkım Örneği Ilısu

Bir baraj düşünün yıkımın her türlüsünü beraberinde getiren; ekolojik, ekonomik, sosyal, kültürel yıkımların hepsini barındıran, ekonomik ömrü bitene kadar sürekli yıkıma devam edecek olan bir baraj. İşte o Ilısu Barajı.

Fırat kaplumbağası, çizgili sırtlan, küçük kerkenez, alaca yalıçapkını gibi yerel türler gibi leylek, su samuru gibi birçok canlının yaşam alanlarının yok oluşuna, milyonlarca canlının baraj göletinde boğulmasına, binlerce yıllık ekosistemlerin kaybolmasına sebep olarak ekolojik yıkımı büyüten bir baraj.

Yapımı onlarca yıl süren, milyarlar harcanarak yapılan ve sonuçta ciddi ekonomik kayıp yaratan bir baraj.

Batman, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Şırnak illerinin sınırları içinde onlarca yerleşim yerini kısmen veya tamamen sular altında bırakarak, binlerce kişiyi yerleşim yerinden eden bir baraj. Yerlerinden edilen insanlar için yapılacağı söylenen konutların tamamlanmadığı, çoğu kişinin çadırda kalmak zorunda bırakıldığı, içme suyu sorunu yaşadığı, insanların göç ettikleri yerde düzenli gelirlerinin olmadığı ve gittikçe yoksullaştıkları[1], toplumsal yıkımı büyüten bir baraj. 

12 bin yıllık tarihi ilçesi Hasankeyf’i yüzlerce höyük ve kültürel varlığı ile yok eden, bu kültürel mirastan gelecek kuşakları mahrum bırakan bir baraj. İşte böyle bir barajın açılışı da açılış konuşması da tabii ki bu yıkımların şanına uygun olmalıydı!

Erdoğan’ın açılış konuşması iktidarın bazı ekolojik yıkımlarının çetelesinin özeti şeklindeydi. Erdoğan konuşmasında 19 yılda yapılan HES sayısını(605), bu proje için harcanan 20 milyar lirayı açıklarken, yapılan tesis ve barajların kazandırdığı paraları sıralarken; zihinlerde yok olan canlılar, el konulan dereler, yerlerinden yurtlarından edilmiş insanlar, tonlarca dökülen betonlar canlanıyor. Bu barajdan elde edilecek elektrik enerjisinin müjdesini verirken, “Kim için, ne için enerji?” sorusu akla geliyor. Neyse ki cevabını 2012’de Dr. Akgün İlhan’ın vermiş.[2] Ülkedeki elektrik iletimindeki kayıp kaçakları önleyerek zaten bu bahsedilen enerji karşılanabiliyormuş. E o zaman neden hala yeni barajlar kuruluyor. Cevabı gene Erdoğan’ın konuşmasında bulabiliriz: yatırımlar, yatırımlar, yatırımlar ve sınıfsal tercihler.

Konuşmada tüm engellemelere ve karalamalara rağmen barajın tamamlandığını belirten Erdoğan, birçok ekolojik yıkım projesinde olduğu gibi bu projede de halkın, ekolojistlerin ve bilim insanlarının itirazlarının dikkate alınmadığını teyit etmiş oluyor. 1950’lerde planlanan bu projenin tamamlanmasında, barajın her şart altında kurulacağını sık sık dillendiren, dönemin Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun payı azımsanamaz. Veysel Eroğlu’nun bu dili akıllara Erdoğan’ın “İsteniz de istemeseniz de Kanal İstanbul’u yapacağız” sözlerini getiriyor.

Yıkımın Mega Hali

Birçok gölün yok olmasına, yüz binlerce ağacın kesilmesine, ekosistemin bozulmasına ve yok olmasına, inşaatı sırasında onlarca işçi cinayetinin gerçekleşmesine sebep olan 3. Havalimanı projesi gibi mega projeler iktidarın temel taşlarından ve övünç kaynakları arasında. İktidara ve sermayeye kâr, halka ve doğaya zarar bu projelerden biri de Kanal İstanbul.

Kanal İstanbul, güzergâhındaki arsa fiyatları, projede yer alacak gayrimenkul, çimento şirketlerinin kârları üzerinden kurgulanan bir rant projesi. Marmara Denizi’nin dengesini bozarak ona kalan son nefesini verdirecek; Terkos Gölü’nün yapısını bozarak, Sazlıdere Barajını yıkarak tatlı su kaynaklarını azaltacak; çıkan hafriyat ve yapılacak dolgu ile binlerce canlıyı gömecek; yüzlerce hektar orman ve binlerce hektar tarım ve mera arazisini yok edecek[3] olan bir projeye daha imza atıldığına şahit oluyoruz. Ekolojik tahribatta sınır tanımayan Kanal İstanbul, iktidar tarafından en çevreci projelerden biri olarak lanse ediliyor. İkiyüzlü politikaların ayyuka çıkmış hali. Gerçi bu hali “çevrecilik harikası yeşil alanlar yaratıyoruz” yalanlarıyla parlatılan Millet Bahçeleri projesinde de görüyoruz.

Kent alanlarını sermayenin talanına açan, bilimsel ölçütlerden uzak, uzun vadeli bir ekolojik etki değerlendirmesi yapılmayan Millet Bahçeleri projelerinin her aşamasında rant beklentisinin hâkim olduğu anlaşılıyor.

Bir yandan yeşil ve sulak alanları yok eden 3. Havalimanı, Kanal İstanbul, diğer yanda ağaçlandırma ve yapay göllerle yapılan Millet Bahçeleri; ortak yanları kâr odağı üzerinden kurgulanmaları ve halktan yana olmaktan çok uzak sermayeye hizmet ediyor olmaları.

Zaten Erdoğan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu yeni hizmet binasının açılışı konuşmasında da sermaye düşmanlığı yapanlara kızgınlığını ifade edip, iktidarın sermayeden taraf olduğunu sözel olarak da dillendirmiş oldu.

Kapitalist sistemi sürdürme ve dolayısı ile sürekli büyüme bilinciyle hareket edenlerin en büyük ortaklığı, ekonomik tıkanmaları aşmak için doğayı hunharca kullanmaları oluyor. Doğal alanların satışını hızlandırmak için acil kamulaştırma ve özelleştirme hamleleri yapılıyor. Geçen aylarda cumhurbaşkanlığı kararı ile özelleştirilen alanlar içinde Muğla Datça’da, korunacak doğal alan ilan edilen ve zeytinliklerin bulunduğu bir arazi de var. Üstelik bu doğal güzellik otel yapılmak üzere özelleştiriliyor. Özelleştirme rekoru kıran AKP iktidarının bu kadarı ile yetinmeyeceğini de görmek gerek.

Ekolojik Odak mı Kâr Odağı mı?

Başta sorduğumuz sorulara dönersek iktidarın ekolojik odak yerine kâr odağı ile hareket ettiğini söyleyebiliriz. Attığı tüm adımların da sınıfsal olduğunun altını çizebiliriz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki oyunda sadece iktidar yok, halk da var. Yaşam alanları ve doğa için mücadele edenler var. Bu da iktidarın rahatını bozuyor; bozmaya ve işlerini zorlaştırmaya, engeller çıkarmaya devam edecek. Öyle ki her adımı kolay atamayacak, tabandan gelen sarsıntılar, gündemine farklı durumları sokmaya devam edecek.

Farklı Yönlerden Atılan Adımları Değerlendirmek

Bu yüzden Paris Anlaşması onayından, eylem planlarına kadar atılan her hamlede bir yanıyla tabandan gelen sarsıntıların etkisini görmeli, diğer yandan iktidarın attığı adımların sınıfsal tercihini es geçmemeli, uyanık olmalıyız. Çünkü iktidar sermayeden yana olan tavrını boşluk bulduğu an tekrar tekrar uyguluyor. Sadece kâğıt üstünde kalan, hayata geçirilmeyen, köklü çözüm yerine palyatif çözümler üretmeye devam ediyor. Marmara Denizi Koruma Planı’nda asıl sorunlardan biri olan derin deşarj sorununa dair gerçek çözüm üretmemesi, Kanal İstanbul’da ısrarcı olması gibi. İklim değişikliği ile ilgili mücadeleden bahsederken, kömürden çıkış için adım atmaması gibi. Bu yüzden iktidarın attığı adımların sonuçlarını tüm yönleri ile değerlendirmek, olasılıkları görünür kılmak gittikçe önem kazanıyor. Bu adımların neden atıldığını da tüm yönleri ile değerlendirmeyi ihmal etmeden.

Paris Anlaşması’nın onay kararında, yeşil kalkınma için Türkiye’ye verilen 3 milyar 157 milyon dolarlık finansmanın payının olduğu kadar; 48 sivil toplum kuruluşunun yaptığı çalışmaların etkisini, ekolojik yıkımları somut olarak yaşayan halkın öfkesini ve iktidarın bu öfkenin örgütlenmesini engelleme çabalarını da görüyoruz. Bu örnekte de gördüğümüz gibi ekolojik odak ve kâr odağı çatışmasının sürdüğünü ve süreceğini söyleyebiliriz. İktidar ekolojik tahribatı arttıran hamlelerinin karşısındaki ekolojik direnişler, her seferinde daha istikrarlı ilerliyor. Ağacıma, suyuma, toprağıma dokunma sesleri yükselmeye devam ediyor. Cerattepe’den Yırca’ya, Kaz Dağları’ndan Kirazlıyayla’ya, Akbelen Ormanı’ndan İkizdere’ye direnişler ekolojik odağın büyümesini sağlıyor, ekolojik yıkımdan beslenenlerin oyunlarını bozuyor.

Ekolojik odak için ekoloji örgütlenmesinin önemini bir kez daha vurgulamalıyız. Ekoloji örgütlenmesi antikapitalist ekoloji mücadelesine evrildikçe, ekolojik odak güçlenecektir.

 

 

[1]https://www.gazeteduvar.com.tr/ali-ergul-batman-valiligi-hasankeyf-videosuyla-kurtarici-rolune-burunuyor-haber-1537616

[2]https://www.suhakki.org/2012/09/bir-yikim-projesi-ilisu-baraji/

[3]https://www.wwf.org.tr/kampanyalarimiz/kanal_istanbul__ne_pahasna/