Göller Kuruyor mu Kurutuluyor mu?

Elbette iklim krizi göllerin kurumasında etkili ama tersinden sulak alanlara yapılan müdahaleler de iklim krizi üzerinde etkili. Sulak alan politikalarının yanlışlığının sonucunu sadece iklim krizine bağlamak, işin içinden sıyrılmak isteyen yanlış politika uygulayıcılarının taktiklerinden biri.

Bir zamanlar Amik Gölü vardı artık yok.  Peki ya Seyfe Gölü, nazar boncuğu olarak bilinen Meke Gölü’ne ne oldu? Bunlar gibi onlarca göl kuru(tul)du. Önce yeryüzünden, sonra haritalardan silindi. Oysaki bu durumun yarattığı ekolojik tahribatın etkileri ne yaşamlarımızdan ne de hafızalarımızdan silinecek. 

Milyonlarca yılda oluşan göller on yıllar gibi kısa sürelerde doğrudan ya da dolaylı olarak kurutuluyor. Son 50 yılda Marmara Denizi’nden de büyük bir su kütlesi kurudu, göllerin neredeyse yarısı yok oldu. Basit birkaç kelime ile yazdığım bu durumun ekolojik tahribatı ise sayfalar dolusu.

Sulak alanlar, havadaki nem dengesinin korunmasından, kuşların göç yollarının dinlenme yeri olmasına, yağışların depolanmasını sağlamasından, birçok canlıya ev sahipliği yapmaya kadar, farklı şekillerde ekolojik dengede önemli bir yer tutarlar. Yer altı sularını besleyerek veya boşaltarak taban suyunu dengeleme, yağmur sularını depolayarak taşkın kontrolü sağlama özellikleri ile su rejimini düzenlerler. Ayrıca yakınında yaşayan halk için farklı şekillerde geçim kaynağıdırlar. Bu nedenle sulak alanlara yapılan her müdahale zincirleme etki göstererek ekolojik, ekonomik ve sosyal sonuçlar doğuruyor.

Ekolojik Bilinçten Yoksun Sulak Alan Anlayışı

Sulak alanların ekolojik dengedeki yeri bu kadar büyük iken, sulak alanları korumak bir yana yok etmek üzerine politikalar uygulanagelmiş. 

Sulak alanların zaten doğal olarak yaptığı işler, ekosistem işleyişine müdahalelerle bozuluyor, sonraki süreçlerde de milyonlar harcanarak sulak alan tahribatından doğan olumsuz sonuçlar düzeltilmeye çalışılıyor.

Sulak alanlarda doğal filtre görevi gören sazlıklar, “görüntü kirliliği oluşturuyor” gerekçesiyle kesiliyor, arıtmanın doğal halini yok edenler ilerleyen zamanlarda kirlilikle baş edemeyince arıtma tesisi kuruluyor. Sel taşkınlarının bariyeri olan göller kurutuluyor, sonra taşkın kontrolü için planlar yapılıyor. Göllere atık su deşarj ediliyor, sular kirletiliyor, içme suyu azalıyor ve gene yaratılan bu sorunun çözümü için planlar hazırlanıyor.

Sulak alanların korunmasını amaçlayan, Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası bir sözleşme olan Ramsar Sözleşmesi’ne göre, göller sulak alan tanımına dahil. Dolayısıyla yanlış sulak alan politikalarının bedellerinden biri de göllerin kuruması oluyor. 

Göller Adım Adım Kurutuluyor

Ekolojik felaketlerin müsebbibi iklim krizi denilerek sorunun temel nedenlerinin ve atılan yanlış adımların üstü örtülüyor. Elbette iklim krizi göllerin kurumasında etkili ama tersinden sulak alanlara yapılan müdahaleler de iklim krizi üzerinde etkili. Sulak alan politikalarının yanlışlığının sonucunu sadece iklim krizine bağlamak, işin içinden sıyrılmak isteyen yanlış politika uygulayıcılarının taktiklerinden biri.

Peki Kim Bunlar?

Bu yanlışı yapanlar kimler? İktidar, bakanlıklar, yerel yönetimler, şirketler… Göllerin kurumasında hepsinin payı var. Ekonomik krizden çıkış için doğal kaynakları sömürenler, doğal kaynakları satılacak alanlar görüp şirketlere peşkeş çekenler, “daha çok para” şiarı ile hareket edip doğa talanında sınır tanımıyorlar.

Akarsuları hidroelektrik enerji üretme alanı, gölleri gereksiz yer kaplayan, kurutulması gereken araziler olarak gören bu bakış açısının ekolojik bilinçten yoksun olduğu çok net. Bu bakış açısının mimarlarından olan Devlet Su İşleri(DSİ)’nin göllerin kurumasındaki payı büyük. Bunu tarım arazisi ve yerleşim yeri alanı açma, sıtma ile mücadele amacıyla gölleri kurutma işine soyunmasından biliyoruz. 

DSİ’nin eseri olarak Hatay Amik Gölü kurutulması sonrası çıkan sorunlar, göl kurutma çalışmalarının yanlışlığını kanıtlar vaziyette. Kurutma sonrası devletin uyguladığı yanlış göçmen, nüfus, tarım, kent politikalarıyla da ekolojik, ekonomik, sosyal sorunlar giderek artıyor. Amik Gölü’nün kurutulmasından bu yana gelişen sorunların birkaçına değinelim.

Türkiye’nin farklı bölgelerinde yapılan barajlarla köyleri su altında kalanların, Afgan göçmenlerin yeni yurdu Amik oluyor. Yani bir ekolojik yıkım sonucu evsiz kalanlara, göçmenlere, toprak verilerek soruna başka bir ekolojik yıkımla “çare” bulunuyor. Bu iskân politikası nüfus artışının, çarpık kentleşmenin, rantın önünü açıyor. Ayrıca toprak dağıtımında göçmenler ve yerel halk arasında çatışmalar yaşanmasına sebep oluyor.

Göl çevresinde yaşayan, tarım, hayvancılık, balıkçılık, hasırcılık gibi işler yaparak geçimini sağlayanların, ekmek kapıları kapanıyor. Tarım yapmaları için verilen topraklar, taşkınlarla su altında kaldığından toprak yapısı bozuluyor. Buna tuzlanma, rüzgâr erozyonu, artan rüzgârın etkisi eklenince toprak verimi düşüyor. Daha fazla emek ve zaman harcanarak yapılan tarım, geçim derdine pek de çözüm olmuyor. Yoksulluk daha da artıyor. 

Başka bir yönden, gölden çalınarak oluşturulan tarım arazileri, yoğun bir tarım faaliyetine, su tüketiminin, gübre ve tarım ilaçlarının kullanımının artmasına ve suların kirlenmesine sebep oluyor.  

Sıcaklık artışı, iklim değişimi, yok olan canlı türleri gibi durumlar düşünülünce yıkımın büyüklüğünün resmi daha da belirginleşiyor. 

DSİ, doğrudan göl kurutma çalışmaları yanında, HES ve baraj yapımı gibi projeler ile de dolaylı kurutmada rol oynuyor. Nitekim HES yapımın hız kesmeden devam edeceğini DSİ 2020 faaliyet raporu “HES Potansiyel Durumu” tablosundaki, işletmede 714, inşaat halinde 37, inşaatına henüz başlanmayan 493, toplam 1244 HES adedine imza atılmasından anlıyoruz. 

Göllerin doğrudan ya da dolaylı kurtulması sürecini açıklayan örneklerden biri de Konya.

Konya Örneği

Ramsar Sözleşmesi’ne göre uluslararası öneme sahip alan olan Meke Gölü ve Türkiye’nin büyük tatlı su göllerinden biri olan Akşehir Gölü, Konya’da yok olan göllerden iki tanesi. Konya, tarımda su ve çevre politikalarının birlikte işlemediğinin en bariz örneklerinden biri. Konya yöresinin koşullarına uygun olmayan ekim yapılmasının, tek tip ürün yetiştirilmesinin olumsuz sonuçlarını yaşıyoruz. Özellikle çok su seven şekerpancarı ekimi benzeri hatalar, sulama için kontrolsüz yeraltı su kaynak kullanımına, yer altı sularının çekilmesine, toprakta boşluklar oluşmasına ve toprak çökmelerine neden oluyor. Bu çökmeler obruk denen derin çukurlar oluşturuyor. Su tüketimi artıkça obruk sayısı artıyor, obruklar yerleşim yerlerine yakın yerlerde görülmeye başlıyor, tarım alanları tehlikeye giriyor. 

Sulak alan ekosistemlerinin devamlılığından çok, sulak alanlardan nasıl daha fazla para kazanırız mantığı ile hareket edildiğinin bir diğer emaresini yasal düzenlemelerde görebiliyoruz.

Sermayeden Yana Yasal Düzenlemeler

“Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği”nde yapılan değişiklikle “İşletme /işlettirme” başlığı altında sulak alanlarda sportif, eğlenme, dinlenme vb. hizmetler için tesis kurmanın önü açılıyor, yapılaşmaya davetiye çıkarılıyor. 

Yenilenebilir Enerji Kanunu ile yenilenebilir enerjiyi teşvik adına korunan alanlar yatırıma açılıyor, uzun vadeli ekolojik etkileri düşünülmeden HES sayıları günden güne arttırılıyor. 

Sulak alanların rehabilitasyonu ve yeniden kazanılması ile ilgili yasal maddeler olduğu halde hiçbir yerde uygulanmıyor. Hatta göllerin geri kazanımının önü kapatılıyor. Tüm itirazlara ve uyarılara rağmen Amik Gölü aynasına kurulan havaalanı örneğinde olduğu gibi.

Yasal düzenlemelerle rantın, sermayenin yatırımlarının önü açılıyor. Bu doğrultuda alınan kararlar ivedilikle uygulanıyor. İş sulak alanları korumaya gelince bu hızdan eser kalmıyor. Örnek; uygulanmayan Ramsar Sözleşmesi. Sonuç: uluslararası öneme sahip alan olan 14 farklı Ramsar Alanı’ndan üçünün kuruması.

Göllerin yok olmasında gördüğümüz gibi sonrasını düşünmeden, yıkımlara zemin hazırlayan politikalar, doğal dengeyi bozuyor ve yeni sorunların oluşmasını tetikliyor. Bu sorunlar için yapılan sahte çözümler onları büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Yaratılan tahribatın bedelini somut biçimde ekosistemlerin ve canlılığın yok olması ile ödüyoruz. 

Yaşanabilir bir dünya için ekoloji mücadelesinin diğer mücadele dinamikleri ile buluşması ve ortak mücadele pratikleri sergilemesi acil ihtiyaçlardan biri olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.