Siyasetin Dili, Alanı ve Öznesi

Hayatın hiçbir alanında, kullandığımız dil masum değildir. Elbette, hepimiz arada bir dil sürçmesi yaşayabiliriz, kimi zaman “düşünmeden” tepki verince ağzımızdan yanlış bir şey “kaçıverir” veya benzeri başka bir durum “oluşuverir”. Ancak söz konusu masumane gibi duran dil sürçmelerinde bile dil masum değildir.

Bu yazıda ele almak istediğim husus gündelik hayatta dile yerleşikleşmiş ırkçı, cinsiyetçi, kaba ifadeler yahut sözde dil sürçmeleri değil. Ele almak istediğim ana husus, siyaseten kullandığımız dil ve kavramlara odaklanmak.

Ayinesi iştir kişinin düsturuyla, aslolan pratiktir, siyaseten kullanılan dil ve kelimeler pek de mühim değildir gibi kaba bir itiraz gelebilir belki bu odaklanmaya. Ancak siyasi yapıların kullandığı kavramlar, sıkça başvurdukları kelimeler onlar hakkında pek çok şey söyler. 

Örneğin, tek adam rejiminden bahsetmekle rejim ittifakından bahsetmek aynı şey değildir. Eylemde pekâlâ kavuşabilen bu iki söylem, genel olarak birbirine yakın iki yaklaşım olarak algılanabilir. Ancak hiç de öyle değil. Bir kavramsallaştırmada tümüyle Erdoğan’a odaklanma bir diğerinde ise iktidardaki ittifakı ve ilişki ağını görüp, o ilişki ağındaki güç dengelerini irdeleyip, hatta ve hatta devlet ve toplum anlayışı ve fiili bağlantılar üzerine iktidar ve kimi muhalefet partilerinin ortaklığını görme ve yordama vardır. Velev ki, bu görme ve kavramsallaştırma biçimleri eninde sonunda siyasi pratikte bir fark yaratacaktır.

Siyaset Pazarında Bir Tüketici Olarak Halk

Bir başka örnek ise, burjuva-parlamenter dilin siyasi söylemlerde vuku bulma halleri.

Hepimiz kapitalist hegemonya biçimlerinin içerisinde nefes alıp verdiğimiz ve siyaset yaptığımız için ana akım propagandaya içkin düşünüş ve görme biçimleri dile sirayet edebiliyor. Bu durum kimi sol -sosyalist yapılarda daha yaygın bir hâkimiyette karşımıza çıkıyor son zamanlarda.

Öyle ki, sol, sosyalist kurumların varoluşu “rekabet” söylemiyle açıklanabiliyor, “halk” yerine “seçmen” kavramı tercih edilebiliyor. Hal böyleyken, orada bir durup düşünmek gerekiyor. Zira dile dökülen hiçbir cümle tesadüfî bir zikretme hali değildir, hele ki siyasette.

Bu dilsel fark, kimilerince çok önemli gözükmese de, o dilin arka planında, sosyalizmden gayrı bir aklın siyaset anlayışı yattığını bilmek gerekir. Hele ki biz sosyalistler açısından. Zira sol bir seçenek yaratma iddiasının bugün tezahür ediş biçimleri bu dil etrafında kitleselleştirilmek isteniyor. Hal böyle olunca da, bu dili didiklemek biz sosyalistler için elzem olmanın ötesinde, farz oluyor.

Burjuva-parlamenter siyasete kabaca şöyle bir anlayış hâkim: Belli bir seçmen toplamı var, o seçmen toplamının farklı huyları, meşrepleri, çıkarları, istekleri ve de yüzdelik dilimlere ayrıştırılmış oransal ifadeleri var ve siyaset böylesi bir kategorizasyona göre ilerler ve işler. Hep mutlak ve sabit olarak algılanan bu oransal yüzdelik dilimlere hitaben yapılan seçmen siyaseti üzerinden bir siyaset yapma biçimi dayatılagelir. Bu dayatmanın kendisine içkin olarak, anket siyasetçiliğiyle seçmen parantezine alınan bireyler sermaye hareketiyle ve kapitalist toplumla uyumlu bir şekilde aslen “tüketici” olarak görülür. 

Böylesi bir siyaset yapma biçimi ise esasen şuna tekabül eder: Kapitalist sisteminin ontolojisinin belirleyiciliğinde siyaset, farklı ürünlerin (partilerin) seçenek olarak sunulduğu bir market/pazar yeridir, bu pazar yerinde birbiriyle rekabet halindedirler ve seçmen de seçim sandığına gidince, ona en cazip olanı ya da en makul geleni seçecektir. Kapitalist tahakkümün mevcut ana akım muhalefet partilerinde yarattığı hegemonyanın dışa vurum şeklidir bu. Belirleyen burjuva ideolojisinin kendisi, belirlenen ise söz konusu siyasal eğilimlerdir.

İşte söz konusu eğilimlerle derdimiz de esas olarak buradadır. Zira halkı özneleştiren değil, pasifleştiren, edilginleştiren, sınırlarına gelip dayanmış temsil siyasetinden başka bir seçeneğe işaret etmeyen bir eğilimdir bu. 

Bu “arkadaşlarımız”, aslında şunu demektedirler: “Sevgili halkımız, siz oyunuzu bize verirseniz, biz sizin yerinize siyaset/muhalefet yapacağız. Kurtuluş bizdedir, kurtuluşunuz bizdedir.” Bu eğilimde, halk en fazla gizli öznedir, aslolan seçilmişlik kürsüsünden vaatlerle seslenen soldan muhalefet partisidir.

Parlamenter ana akım muhalefet çizgisine göre bu bakış açısı normaldir, ki varoluşunun doğasına içkindir.

Ancak, sosyalizm tahayyülündeki sol-sosyalist partiler açısından, parti yalnızca nihai hedefe varmak için bir araçtır. Esas özne işçi sınıfıdır, halktır.

Tam da burada, sosyalistler açısından, iktidar bilincimize, devrim ufkumuza geri dönüp bir yoklama ve sağlama yapma ihtiyacı açığa çıkıyor. O ufuk yitime uğradığında belirlenmeye başlayıverirsin zira.

Sosyalizm ontolojisiyle çıktığın yolda, parlamentarizmin sınırları içerisinde kaybolur, sosyalizmin kulvarından çıkar, en iyi ihtimalle sosyal demokrasinin sisli konumlanışına sıçrar savruluverirsin.

Bugün, halkın kendiliğinden hareketliliğini siyasal özne ile buluşturup örgütlü bir kuvvete dönüştürmek, toplumsal köklü bir değişimi yaratmak gibi hedefler bu eksen kaybından kaynaklı ne yazık ki ufuksuzlukla çitlenmiş vaziyette. 

O çitlenme salt parlamentarizmle çerçevelenince rötuşlu bir parlamenter rejim tahayyülünden öte gidilemez.

Elbette, bu demek değil ki, seçim olmasın, meclise girilmesin, milletvekili olunmasın. İlla ki, bu siyasi mecraların faydaları vardır ve kıymetle değerlendirilmelidir. Nihai hedefimiz için her mecrayı olduğu gibi bu mecrayı da işlevli ve etkin kullanmak derdimizdir. Meclis kürsüsü, televizyon ekranları ve dijital kitle araçları kapsayıcı ve halkı umutlandıran, siyasallaştıran, fikri toplumsallaştıran, bir araya getiren bir siyasi söylemi geliştirmek için pekâlâ önemli ve kullanışlı bir alan. O siyasi söylemi geliştirip bütünlüklü bir şekilde toplumsal örgütlenmeyle, gündelik yaşamın örgütlü siyasetiyle birleştirmek ise olmazsa olmazımızdır.

Siyasetin Alanı ya da Halkın Barajı

Bu amaca varabilmek adına, dilimizi burjuva-parlamenter sözcük ve kavramlardan arındırmamız gerekiyor. Mevzubahis dilin vebası siyasi hayatımızın her alanına sızıyor yoksa. Elbette, salt dili değiştirmek ya da dilimize dikkat etmek de yetmiyor, yetmeyecektir de. Zira o dili dışa vuran siyasal paradigmanın ta kendisidir. Kelimeler paradigmanın dile dökülüş aracıdır yalnızca.

Siyasal paradigmanız, halkı özneleştiren, halkı ve toplumu dönüştüren bir perspektifi değil, seçim-sandık aritmetiği ile sınırlanmış salt partiye üye sayısıyla oranlı seçmen kazanıp seçimde oy almaksa, biçimsel olarak burjuva-parlamenter politika biçimine teslim olmuşsunuz demektir.

Siyasetin alanı toplumun her alanında, gündelik hayatın her yerinde olabilir, olmalıdır. Bu alan meclis de olabilir, kampüs de, mutfak da, fabrika da. Önemli olan, kimin çıkarları doğrultusunda ve hangi biçim ve yöntem ile hangi hedefe doğru nasıl bir rotadan ilerleyerek siyaset yaptığımız. 

Kimi yaygın yanılsamalar, siyasal nesnelliği yanlış okuyup, kendi görme biçimini nesnellik adı altında rasyonalize ederek, haddinden fazla burjuva-parlamenter algılarına hapsolmaktan kaynaklanıyor.

Bakınız, uzun zamandır, derin çoklu kriz sarmalı içerisinde ardışık olarak atılan faşizmin kurumsallaşma hamleleriyle karşı karşıyayız. Ve ama faşist rejimin kurumsallaşamamasının, faşist gidişin nihayete erememesinin esas sürtünme noktası halkın giderek güçlenen barajıdır. Meclisteki muhalif partiler değil. 

Halkçı güçler, olağanüstü siyasal konjonktürün baskı ve şiddet dayatmalarına karşı, her koşulda yüksek fedakârlıkla direnerek ve rejim ittifakının her hamlesine bir şekilde karşı koyarak faşizmin kurumsallaşmasını engellemiş ve rejim ittifakını derin bir krize sürüklemiştir. Sedat Peker’in konuşmaları ve o konuşmaların etkisi aksi takdirde mümkün olmazdı. 

Halk güçlerinin hareketliliğini, halkın barajını görmezden gelerek, siyaseti salt başka mecralardan kurgulamak faşistleşme çabasına karşı esas özneyi etkisiz kılmaktan öteye gidemeyecektir. Siyasal mücadeleyi, halk ile, halk için ve halktan, halkın çıkarları doğrultusunda yürütmek savrulmanın panzehiri olacaktır.