Hegemonya: Sosyalistlerin Durumu, Açmazları ve Çıkış Yolu Üzerine Bir Tartışma – 2

Bu yazı El Yazmaları yazarları B. Aydın Doruk ve Max Zirngast tarafından kaleme alınmıştır.

Yazı dizimizin ikinci bölümünde hegemonya meselesini işleyeceğimizi söylemiştik. Bunu yaparken yakın geçmişten bir anıyla başlamak istiyoruz. Bu anı, temsil gücü nedeniyle seçildi.

Birkaç sene önce Kadıköy’deki Suruç anmasında meşhur bir fotoğraf çekildi. Bir grup sosyalist, pankartla dövizle yumrukları havada muhtemelen slogan atarak sokakta ilerliyor. Geçtikleri sokaktaki cafelerde ise insanlar oturuyor ve sohbet ediyorlar. Fotoğrafın kendisinde bir kayıtsızlık hali göze çarpıyor. Suruç şehitlerini anan devrimciler ve onlar orada yokmuş gibi “davrananlar”.

Bu fotoğraf en azından sosyal medyada tartışmalara vesile oldu. “Halkın duyarsızlığından” bolca bahsedildi. Evet, o masalarda oturup tavla oynayanlar temsilen halktır. “İnsanların hiç mi vicdanı yok” diye soruldu. Mevzubahis kayıtsızlığa karşı polis tarafından saldırıya uğrayanların ise bu ülkenin onurlu insanları olduğu söylendi. (Ki bu insanlar, yani devrimciler tartışmasız bu ülkenin onurunu temsil eden insanlardır.) Fotoğrafa bakanlar buradan bir karşıtlık çıkardılar.

Gayemiz burada bir yapıyı ya da bir eylem tarzını eleştirmek değil. Kaldı ki, bir dönemi kapatan vahşi bir katliamdan ve hemen hemen tüm gençlik örgütlerinin katıldığı, solun büyük bir kısmının o karede yer aldığı bir protestodan bahsediyoruz.

Söz konusu fotoğrafta ortaya çıkan ve o fotoğraf üzerine yürütülen tartışmalardaki temel bir soruna işaret etmek istiyoruz. Fotoğraf, sosyalist hareket açısından bir hegemonya sorununa parmak basıyor, aynı zamanda halkla kurulan ilişki biçimine dair önemli noktalara işaret ediyor. Halkçılık ile halkla ilişki gündemini yazı dizimizin bir sonraki yazısında gündeme getireceğiz. Bu yazımızda daha çok, hegemonya sorunsalını irdelemek istiyoruz.

Fotoğrafımıza dönersek, bazı sorular sorarak ilerleyelim: yürüyen tartışmalarda ortaya çıkan anlatıda, bu durumun tek suçlusu oraya kayıtsız kalan halk mıdır? Bu fotoğrafın daha derininde solun siyasal mücadele pratiği, öncülük anlayışı ve toplumsal hegemonya bakışına dair sorunlar yok mu? Suruç’ta herkesin gözü önünde katledilen yoldaşlarımızı geniş halk yığınlarının belleğine kazımak bizim görevimiz değil midir?

İşte salt söz konusu fotoğrafın altında yatan bu sıkışma bile, bize bir tartışmanın kapısını aralıyor. ‘Bizim’ için meşru eylem o an yapılabilen en iyi eylem anlamına gelmeye başlıyor. Güç kaybımızı sadece -sadece sözcüğün altını çiziyoruz- devletin baskıcılığına indirgeyerek sesimizi duyurabileceğimiz en iyi yöntemi -hep aynı yöntem oluyor bu- seçiyoruz. Ve bu, ilk yazıda da belirttiğimiz ve fotoğrafta da gördüğümüz üzere, hem solda hem de halkta bir yabancılaşmaya sebep oluyor. Suruç katliamı anması ile başka bir basın açıklaması arasındaki fark kitlelerde silikleşiyor. O zaman ‘güçsüzlüğümüzü’ sadece ‘devletin baskıcılığına’ değil toplumsal bağlarımızın zayıflığına da yormamız gerek. O zaman toplumsal mücadele, hegemonya vs. başlığına da elimizi atmamız gerek. Bununla ilgili de bir “an”, “fotoğraf” örneği verelim. Bir eylemliliğin veya olgunun toplumsal bağlarını doğru kurduğumuzda devletin baskısının ve kitlelerin ‘duyarsızlığının’ yıkabildiğini Ocak ayı başında Boğaziçi eylemleri sırasında Kadıköy’de toplanan kalabalıktan hatırlayabiliriz.

Solun Yasak Elması: Hegemonya

Yaratılış hikâyesinde; Âdem ile Havva cennette bütün imkânlara sahip ve bilinen insani hırslardan arınmış olarak yaşarlar. Tanrı onlara tek bir şart koymuştur, yasak ağaçtan yasak meyveyi yememek. Bu meyvenin ise elma olduğu söylenir. Hikâyenin devamında ise yılan, elmayı yemesi için ilk Havva’yı “kandırmış” hemen ardından da Âdem “kandırılmıştır”. Böylece tanrının koyduğu yasak çiğnenmiş ve Havva ile Âdem elmayı yemiştir. Tanrı bu suçun cezası olarak Havva ile Âdem’i cennetinden dünyaya kovmuş, kovarken onları insanlara özgü hırslar ve günahlar ile donatmıştır. Böylece insanlık, güçsüz ve çıplak bir şekilde hem dünyayla hem de günahları ile mücadeleye etmeye mahkûm edilmiştir.

Yaratılış hikâyesine ilk bakıldığında bu, “olumsuz” bir anlatı gibi görünse de, tersten bakıldığında pek de öyle durmamaktadır. İnsanların bir benliğe kavuşması, doğa ile mücadele ederek öğrenmesi, tatması ve bütün gelişimi dünyaya düşüşü ile başlamıştır. Güçsüz insanın mücadelesi onu anladığımız insana ve büyük medeniyetlerin, değerlerin yaratılmasında en büyük itici güçtür.

Türkiye sosyalist hareketi de kendince bir “düşme” hikâyesi yaratmakta ve burada yasak elma olarak hegemonyayı koymaktadır. Bu kavrama sıcak yaklaşmak; aslında cennetten kovulmak anlamına gelmektedir. Bizleri sürekli bu günahı işlemeye iten “yılan” ise Gramsci’dir. Bu nedenle dir Gramsci, post-Marksistler kadar dışlanmasa da bir türlü “içeri” alınmaz. (Yılan cennettedir fakat kovuluş anlatısında da görüldüğü gibi cennetin kutsallığını yılanda göremeyiz.) Hep temkinli ve soğuk yaklaşılır. Peki, doğrusu bu mudur? Bu doğru değildir ve yanlış birden fazladır.

(Ara not: Bu yazıda, Gramsci’ye dair söylenecek her şey hegemonya kavramı özelinde yapılan bir değerlendirmedir.)

İlk ve en temel yanlış, hegemonya kavramını Gramsci ile başlatmakta yatar. Bu kavram Marksist mücadeleye Gramsci ile girmemiştir. Evet, hegemonya denilince akla Gramsci’nin gelmesi gayet doğaldır, fakat kavramın köküne indiğimizde yani “Yılan kim” sorusunu sorduğumuzda orada Gramsci’yi değil Lenin’i buluruz. Hegemonya kavramı bizim için Lenin ile başlamaktadır, Gramsci bu kavrama daha geniş bir anlam yüklemiştir. Ayrıca onu, daha kompleks bir toplumsal formasyon ve devlete uyarlayıp, daha kompleks biçimlere karşı mücadele için şekillendirmiştir. Sanılanın aksine, Gramsci hiçbir zaman Leninizm’den kopuşmamış, sadece özgün somut duruma uygun bir teori ve pratiği geliştirmeye girişmiştir. Bu yüzden bu yazının yazarları bu kavramı tartışırken dayanak noktası olarak Leninizm’i görmektedir.

İkinci yanlış ise; hegemonya kavramının devrimi dışladığı yönündeki yorumdadır. Aslında bu genel olarak Gramsci eleştirisinden doğsa da hegemonya dendiğinde, devrimi dışlamak akla gelmektedir. Çünkü hegemonya mücadelesi sizi mevzi savaşına o kadar odaklar ki devrim sizin için puslu bir hal alır veya siz düzen içi mücadeleye odaklanırsınız. Bu tespit Gramsci (ve hegemonyada) gördüğümüz bir şey değildir aslında. Tespitin muhatapları Avrokomünizm tartışma kapsamında Gramsci’den esinlenen teorisyenlerdir ve onların kavram setinde bulunur. Bu kavram setinde devrim yerine dönüştürme kavramı ve benzeri hususları görebiliyoruz, doğrudur fakat sebep hegemonya kavramını sahiplenmekte yatmamaktadır. 

Kanımızca, Marksist devlet ve toplum analizleri 20. yüzyılın başına nazaran daha kompleks olmalı çünkü karşı karşıya olduğumuz devlet daha kompleks ve toplum da değişime uğradı. Fakat bu bizce devrim kavramından vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmiyor, aksine güncel duruma uygun bir devrim teorisi ve pratiği geliştirmek zorundayız. Mevzubahis arayışta hegemonya kavramı da ikili iktidar kavramı da önem taşıyor. 

Hegemonyaya dair daha fazla yanlış tez üretilebilir. Biz şu anlık, bu iki madde ile yetinelim ve neden bugün bu kavramın önemli olduğuna dönelim. 

Bir Kavram Olarak Hegemonya

“Bugün hegemonya kavramı neden önemlidir” sorusuna cevap verebilmek için önce kavram üzerine biraz daha konuşmak gerekiyor. Şimdiden belirtelim; biz hegemonya kavramını her yönüyle ele almayacağız, ki alamayız. Biz daha çok hegemonya ve devrimin güncelliği üzerine kalem oynatmaya çalışacağız. Aynı zamanda bu yazı hegemonya merkezli olduğu için diğer kavramlardan çok söz etmeyeceğiz. Bu, her şeyi hegemonya kavramı ile açıklamaya çalıştığımız anlamına gelmemektedir. Aksine açıklamalara bu kavramın da girmesi gerektiği bu yazının temel anlatısıdır.

Hegemonya kavramı denilince akla genellikle Gramsci’nin geldiğini ifade etmiştik. Aynı zamanda hegemonya denilince aklımıza tek formül geliyor: rıza-zor eğilimlerinin bir bileşkesi. Bu formülasyonun ise daha çok devletle (veya egemen sınıf ile) özdeşleştirildiğini görüyoruz. Fakat hegemonya bu kadar basit bir mekanizmaya indirgenemez. Hegemonya kavramına en basit hali ile bir inşa ve yönlendirme eğilimleri diyebiliriz. Peki, neyi inşa? Yaşamı, bireyi, gündelik hayatı ve sistemin kendisini… Doğal olarak bu inşa ve yönlendirme mekanizmasının salt devletle özdeşleştirilmesi yanlış olacaktır. Ayrıca hegemonyayı homojenleştirmek de yine yanlış olacaktır.

Hegemonya inşası bitmeyen, sonuçlanmayan bir yönetme ve yönlendirme çerçevesidir. Egemen ideolojiler asıl güçlerini kendi etik ve kurallarının en küçük aygıtına kadar işlediği bir toplumsal yapı inşa etmesinden almaktadır. Bu kurallar, kurumlar ve mekanizmalar ile denetlense de toplumun refleksleri haline getirilmeye çalışır. Kurumlar veya mekanizmalar değişebilir veya dönüşebilir. Hatta geniş yığınların bu temsil aygıtlarına güveni bile sarsılabilir. Fakat toplumu inşa eden kurallar silsilesinden vazgeçmek “imkânsızdır”. En azından imkânsız olması istenir. 

İşte bu inşa sürecinin merkezinde hegemonya durmaktadır. Egemenler kendi çıkarları çerçevesinde gereken sistemi yaratmak için toplumun en azından bir kısmı ile rıza ilişkisine girmek zorundadır. Belli bir kabul zemini yaratılmak zorundadır. Bunun için egemenler toplumun geniş kesimlerinin refah düzeyini yükselterek, kültür alanında hakim olarak, manipülasyon ile “Sen de bu sistemin parçasısın. Sistem olmazsa sen de olmazsın.” mesajı vermektedir. İşte bütün bunlara “hegemonya kurmak” dersek yanlış olmayacaktır. Yani hegemonya kendisini maddileştirirken sadece kurumlarda değil gündelik hayatın akışında da görülmektedir. (Gramsci’de gündelik hayatın ve solun gündelik hayatına müdahalesinin önemi de bu husustan kaynaklanır.)

Gündelik yaşamın önemine dair vurgular Rosa Luxemburg’ta da görülebilir. “Devrimci reel politika” kavramı karşı-hegemonya mücadeleleriyle denk düşüyor. Mevcut burjuva devlette mevcut gündemler üzerine mevzi kazanmaya çalışır, antikapitalist-komünist bilinci yaygınlaştırır, esas itibariyle halkın özneleşmesini sağlamak için çabalar. Halkın gündelik bilincinden başlar devrimci reel politika.

Örneklendirelim: Halkın esas ihtiyacı neyse (sağlık, barınma, erişilir kaliteli gıda, vs) oradan bir mücadele başlatılır. Gerçekten herkese kaliteli sağlık hizmetleri ve kaliteli gıdayı sağlamak için sosyalizm lazım elbette, ama “kaliteli sağlık hizmetleri” veya “yaşasın sosyalizm”den daha somut bir slogan ve talep altında mücadele etmek gerekir. Tıpkı Sovyet Devrimi’nde “ekmek, barış ve toprak” sloganı/talebi gibi. Tabii ki “Meta biçiminin egemen olmadığı, hatta yok olduğu bir toplumsal metabolizma istiyoruz.” da denebilirdi ama bunun üzerine mücadele yürütmek pek kolay olmasa gerek.

Aynı zamanda hegemonya bir özneleşme biçimidir. Hegemonya dendiğinde bunu, yine tek başına egemenlerin maddeleştirme girişimi olarak algılamamak gerekmektedir. Yaşamın kendisinde hem egemenler için hem de ezilenler için tek bir hegemonya inşası söz konusu değildir. Bu yüzden her toplumsallığın kendisinde hegemonyalar ve karşı-hegemonyalar görülmektedir. Burada bireylerin inşasında bu hegemonyalar ve karşı-hegemonyalar önemli etkendir.

Yani, halkın bilincini çok da “boş” görmemek gerek. Bilinci şekillendiren birçok etmen vardır. Bir hegemonyal biçimin ya da biçimlerin oluşumu dinamik ve farklı aktörlerin katılım sağladığı bitmeyen bir süreçtir kapitalist toplumda. 

Bitmeyen bir süreçtir çünkü kapitalist bir toplumda egemenler tarafından her zaman küçük bir azınlığın çıkarları doğrultusunda siyaset yapılır, fakat egemen sınıflar bu siyasetin toplumun tamamının ya da büyük bir kısmın yararına olduğunu gösterip bunu hissettirmek zorundadır. Yani toplumun mevcut yapısallığından toplumun büyük bir kısmının rızası gerekmektedir. Bu rıza salt manipülasyon ve ajitasyon ile inşa edilemez, bu yüzden egemenler, karın bir kısmını toplumun geri kalanı ile paylaşmak zorundadır.

Özneleşme durumunu örneklendirelim: Kapitalist sistemin hegemonik güç olduğu bir toplumsallıkta (bu toplumu soyut hayal edelim ve “dışarıdan” bir etken yokmuş gibi davranalım.) büyüyen bir birey kapitalizmin bütün izlerini üzerinde taşıyacaktır. Birey, mesleğini, ilişkilerini ve hayat zevklerini kapitalist ilişkilere göre belirleyecek aynı zamanda bu toplumda etik yine kapitalizmin temelleri sorgulanmadığı etik değerleri olacak, insanın insanı sömürmesi tümüyle garip gelmeyecektir. Başka bir örnekte ise kapitalizmin hâkim olduğu bir ülkede sosyalistlerin karşı hegemonyasının güçlü olduğu (bir önceki örnekteki gibi iki alanda soyut hayal edilmelidir) bir ilçede büyüyen bir insanı düşünelim. Bu insan ise yaşadığı mikro alandan makro alana açılırken yaşamın her alanında belli bir çatışmayla karşılaşacaktır ve bu çatışmaya göre konumlanacaktır.

Bu örnekten ne çıkarıyoruz? Bu örnekten hem hegemonyanın bir insan üzerindeki inşa sürecini görüyor hem de bir insanın özneleşme sürecinde hegemonyanın önemini görüyoruz. Yani hegemonya (veya karşı hegemonya) özneleştirici bir görev üstlenmektedir. Bir insanın (veya bir kurumun) karar alma ve düzen içindeki rolü üzerinde etki kurmaya çabalamaktır. Bu özneleşme süreci aynı zamanda hegemonyanın kendisini sürekli yaratmasını sağlayacaktır.

Ayrı ve geniş bir tartışma konusu olsa da, politik sağın da türlü özneleştirme biçimleri sunduğunu kaydedelim. Bu biçimler de salt “sahte” olarak algılanmamalıdır. İnsanlara gerçektir, bireyin gündelik hayatında konumlanmayı sağlayan biçimlerdir, o bireylerin çıkarlarını son kertede yansıtmasa da. Örneğin, tamamıyla kariyerine odaklanan, sinik, bencil bir insan tipolojisini pekâlâ düşünebiliriz. Egemenler açıdan daha geniş kitlelerini sisteme dâhil etme aracıysa da, aynı zamanda o insanlar (özellikle bu yolda kısmen başarılı oldukları zaman) açısından bir var olma biçimidir. Erkeklik kusan ya da ırkçı bir işçiyi de düşünebiliriz. Ekonomik olarak kadınlar ya da mültecilerin ya da başka etnik grupların ezici çoğunluğuyla aynı sorunları ve çıkarları paylaşıyor, ama kendi gündelik hayatında böyle dönüştürücü bir perspektif olmayınca toplumsal olarak daha aşağıda duranlara eziyet çektirerek kendini yüceltebiliyor. Örnekler çoğaltılabilir. Esnek bir kapitalist egemenliğin hiçbir zaman tek tip bir özne modeli yoktu, türlü modelleri eş zamanlı sağlayıp, karşı-hegemonyal arayışlarını bile kısmen dâhil edebilir. 

Buradaki kritik husus şu ki, egemen sistem bireylere birtakım özneleştirme biçimleri sunuyor ve o hegemonyal biçimlerde kendini var eden birey bu biçimleri kendi öz karakteriymiş gibi alıyor. Yani, o biçimlerde kendini tam yabancı ya da ezilmiş hissetmiyor. Sadece baskı ve zor üzerine kurulan bireyleri zorla belli kalıplara sokmaya çalışan özneleştirme biçimleri uzun vadede pek başarılı olmayacak. Fakat bahsettiğimiz gibi salt baskıcı olmayan bireyin “özgürce” sahiplendiği özne modelleri de er ya da geç sosyoekonomik durum ile çeliştiği için çatlak yaratıyor. 

Tam da bu noktada bizler için karşı-hegemonya mücadelesinin ve devrimci mücadelenin perspektifinden açılımlarını bulabiliyoruz. 

Devrimin Güncelliği: Karşı Hegemonya veya Mevzi Savaşı

Hegemonyanın inşasından bahsettiğimizde aslında başta egemen ideoloji olmak üzere karşı bir hegemonya kurmaktan ve karşı-hegemonyal mevzileri kazanmaktan bahsediyoruz. Aynı zamanda bu karşı hegemonyanın devrimin güncelliği için gerekli bir kavramsallaştırma ve pratiği olduğunu iddia ediyoruz. Attığımız her adımın karşı hegemonya ile bağlantılı olduğunu söylüyoruz.

Devrim denilince akla “anilik” veya “sıçrama” kavramları geliyor. Devrimi tanımlarken normal anlarda on yıllar belki de yüzyıllar sürecek siyasal ve toplumsal sıçramaların, dönüşümlerin çok hızlı meydana geldiği dönemler diyoruz. Fakat devrimin kendisi böyle bir sıçrama anı ise bu anın bir birikim süreci de vardır. Ani kopuştan sonra da uzun vadeli bir dönüşüm sürecinden bahsediyoruz.

Karşı hegemonyal birikim süreçleri aynı zamanda egemen ideolojinin zayıflatılması anlamına geliyor. Yani sınıf mücadelesinde ezilen sınıf güç biriktirirken ters orantılı bir şekilde egemen sınıfın güç kaybetmesi gerekiyor. Bu tespitin kendisi “Komünistler güçlenir, çok güçlendiği ve düzenin krize girdiği bir anda iktidarı almak için ayaklanır” küçük bakkal hesaplarından daha karmaşık olarak algılanmalı. Uzun soluklu dalgalı mevzi savaşlarıyla dolu birikim süreçlerinden bahsediyoruz. 

“Mevzi savaşı” elbette Gramsci’nin sosyalist lugatımıza kazandırdığı bir terimdir. Halkçı güçler mevzi kazanınca egemen ideolojinin güçsüzleşmesi demektir bu ve belli bir eşikten sonra hegemonya krizi anlamına gelmektedir. İktidar basit bir temsili ayaklanma ile değil toplum ile kurduğu bağların koparılması ile alıp kurulacaktır. Salt egemenlerin hegemonik krizi bizi devrime, sosyalizme götürmez. Geniş yığınların burjuva siyasetinden ümidini kesmesinin yanı sıra sosyalist bir öznenin doğması gerekmektedir, alternatif bir toplum tahayyülü kendini en azından nüveleriyle var etmesi gerekiyor. 

Örneğin bugün geniş halk yığınları mevcut iktidardan ümidini kesmektedir. Bu krizin sorumlusu olarak doğrudan iktidarı görmektedir, aynı zamanda ümidini düzen dışı bir sosyalist özneye değil (en azından şu anlık) daha düzen içi aktörlere bağlamaktadır. 

Başka bir şekilde anlatırsak, sosyalist devrim, sosyalist hareketin karşı hegemonya kurması ve bu durumun ikili iktidarı yaratması ile doğrudan ilintilidir. Bu karşı hegemonya ise sokak sokak, fabrika fabrika kurulmak zorundadır. “Mevzi” tabiri ise karşı hegemonyanın kurumsallaşması ve kalıcılaşmasını işaret ediyor. 

Lenin’in devrim tahayyülünde kritik yol oynayan “ikili iktidar” kavramı böyle bir yaklaşıma dışsal değil. Genel olarak ikili iktidar kavramı devrimci bir anı işaretliyorsa da, pekâlâ daha uzun vadeli düşünülebilir. Bir ikili iktidar durumunun oluşmasını hazırlayan bir çaba olarak karşı hegemonya mücadelesi…

Örneklendirmek için yine Gramsci’ye ve “Konsey” deneyimine bakabiliriz. Gramsci Konsey’den söz ederken onun bir noktada fabrikanın fiili yönetimini alabilecek konuma gelmesinden bahsetmektedir. Bu konseyin bir hegemonya kurması ve fabrikada ikili iktidar yaratması durumudur. Fabrikadan başlayan süreç makro boyutlara ulaşacaktır.

Bu bölümü bitirirken bir noktanın altını çizelim. Yukarıda yazılanlar bu anlama çıkmasa da yine de söylemek gerekmektedir. Devrimin ve ikili iktidarın “uzatılması” devrimden ve iktidarı almaktan kaçma anlamına gelmemektedir. Burada bahsedilen kurtarılmış alanlar yaratılması değildir. Aslında burada bahsedilen kavganın ve iktidarın her alanda olduğunu belirtme durumudur. Bu tespit ve anlayış devrimi yeryüzüne indirecek, elle tutulur hale getirecektir.

Hegemonyanın Pratik Ayağı

Buraya kadar belki de sıkıcı bulunacak bir kavramsal tartışma yürüttük. Ancak esas gayemiz hegemonyanın pratik ayağıdır. Yazının son kısmında buraya odaklanalım.

Devrimci mücadelenin geniş toplumsal yığınları belirleyebildiği oranda başarılı olacağı herkesin bildiği bir gerçek. Geniş toplumsal yığınlar belki belli bir programatik çizgiyi tamamen içselleştiremeyecek, kendisini “komünist” olarak tanımlamayacaktır. Zaten önemli olan da bu değildir. Bunu temel önem hale getirmek devrimci mücadeleyi “kafa sayısına” indirgemektir. Elbette, komünist kadroların sayısı önemlidir, fakat bundan daha önemli olan komünistlerin hareket ettirme kabiliyeti ve hareket ettirdiği toplumsallığın “kalabalık”lığıdır. Ve bununla bağlantılı olarak, devrimcilerin gerçek maddi bir toplumsal dönüşümü yaratma kabiliyetidir.

İşte tam da bu noktada “hegemonya” kavramı ile karşılaşıyoruz, ki karşılaşmak zorundayız. Devrimci siyasal öznenin siyasetini geniş kitlelere ulaştırması, onun kurduğu siyasal hegemonya ile doğrudan ilintilidir. 

Siyasal hegemonyanın buradaki önemi bireysel bir ilişkiler ağının dışına taşan ve geniş yığınların devrimci siyaset ile belirlenmesi anlamına gelmektedir. Yani burada bahsedilen hegemonya bir kadronun bir insan veya bir topluluğu ikna etme, belirleme yeteneği değil, devrimci siyasetin doğrudan bütün ülkede sola düşen insanları belirlemesi veya hiç temas etmediği öz örgütlenmeleri belirleme yeteneğidir. İşte bu noktadan hareketle hegemonyayı devrimden kaçış değil aksine devrimin güncelliğini sağlayan, devrimi gerçekçi hale getiren bir kavram olarak görmek zorundayız. Bu durumu iki nokta ile açalım:

Bunlardan birincisi Küba Devrimi’dir. Küba Devrimi hakkında basit bir şekilde 26 Temmuz Hareketi’nin Diktatör Batista’yı tek başına devirdiği anlatısı yapılır. 26 Temmuz Hareketi’nin verdiği mücadele onu Batista karşıtı hareketler üzerinde bir siyasal hegemonya haline getirmiş ve devrim, 26 Temmuz Hareketi’nin siyasal hegemonyasında olan bir “koalisyon” ile gerçekleşmiştir. 26 Temmuz Hareketi’nin burada sağladığı siyasal hegemonya, ayak oyunlarından veya daha köklü, daha güçlü olmasından gelmemektedir. Aksine koalisyonda ondan daha köklü Küba KP ve kilise gibi özneler vardır. Bu siyasal hegemonya hem somut duruma dair tahlil hem de somut duruma dair doğru müdahalelerdir. Bu durum 26 Temmuz Hareketi’ne üye sayısından çok daha fazlasını hareket ettirme kabiliyeti vermişti.

Bir diğer örnek ise Çarlık Rusya halklarında Sovyetlerin, Sovyetler üzerinde ise Bolşeviklerin hegemonyasıdır. Bu örneği çok fazla ve ince ince anlatmamıza gerek yok elbette. Sovyetlerin nasıl büyüyüp geçici hükümetin karşısında fiili iktidar olarak durması ve Bolşeviklerin bu hegemonya kurmuş aygıtta mücadeleleri ve en sonunda burada bir egemenlik yaratarak Sovyetleri devrimin öznesi hale getirmiş olması biliniyor. Bizce burada en önemli nokta, devrimin öznesinin doğrudan Bolşeviklerin değil Bolşeviklerin hegemonyasında “Sovyetler”in olmasıdır. 

Çünkü Sovyetler, dönemin Rusya’sının devrimci mücadelesinde tartışılmaz hegemonya kurmuştur. Bolşeviklerin içeremeyeceği derecede büyük bir kitleselliğin temsilciliğini almıştır. İşte Bolşevikler bu kadar önemli bir öznede (yine ittifak ile) siyasal hegemonya kurmuş ve devrimin öznesi haline getirmiştir. Sovyetler de tek siyasi özne değildirler. Menşeviklerden Sosyal Devrimcilere, Anarşistlere kadar türlü muhalif güçleri barındırıyordu Sovyetler. 

Bu iki örnek bize yukarıda anlatılanları en sade şekilde kanıtlıyor: Hegemonya kavramı, devrimin kendisi ile bütünleşmiş ve devrimci öznenin kendisinde toplayamadığı geniş toplumsal yığınları, devrim sürecine dâhil etmeyi veya en kötü ihtimalle karşı-devrimci konuma düşürmemeyi sağlıyor.

Hegemonyanın İnşası

Hegemonyanın inşası bir yazının alt başlığı olamayacak kadar kapsamlı bir konu. Bizim de bu konunun tamamını ele almak gibi bir niyetimiz yok. Bu alt başlıkta temel noktalara değinmek istiyoruz.

İlk olarak bahsedilecek nokta şudur: Hegemonya kavramı basit bir ajitasyon, güzel ve ikna edici söz söylemek değildir. Burada bahsedilen pratiğin kendisi, makas değişimlerinde veya sıçrama anlarında takınılan tavrın kendisidir. Atılacak doğru adımlar geniş toplumsal yığınların yüzünü size dönmesini sağlayacaktır.

Devrim çok geniş kesimlerin kapsanması anlamına da geliyor. Tarihin hiçbir devrimi homojen kitleler, sınıflar tarafından yapılmamıştır. Fakat komünist partiler her rengi her anlamda kapsayacak kadar heterojen bir yapı olmaz veya olamaz. Önemli olan da bu hedef midir? Bizce hayır. Yukarıda da söyledik, komünistlerin hegemonyası komünist partinin üye sayısına indirgenmemeli. O zaman toplumda bir hegemonya kurmaktan bahsediyorsak bunun toplumsal aygıtlarını da yaratmak zorundayız veya bizden bağımsız kurulacak yapıların içerisinde var olmak zorundayız. Kısacası “Sovyetlerimizi”, karşı hegemonya ve ikili iktidar mevzilerimizi inşa etmeli veya o mekanizmaların içerisinde yer alıp mücadele etmeliyiz.

Hegemonya aslında bir anlamda “özerk” bir alanın varlığını da kabul etmektir. Nedir bu özerk alan? Bu özerk alan her şeyin sizin kontrolünüzde ve sizin istediğiniz gibi ilerlememesidir. Türkiye sosyalist hareketinin kafasında devrime giden tarihsel çizgi tek yönlüdür ve devrimin kitleleri homojendir. Fakat Marksist felsefenin oluşmasında da bütün sosyalist devrimlerde de tarihsel olayların makas değiştirmelerine şahit olmuştuk. Bu konuya en güzel iki örnek olarak Marx’ın devrim tezlerinin gelişimi ve Lenin’in siyasal yaşamının tamamı verilebilir. Aynı zamanda milyonlarca insanın dâhil olduğu bir tarihsel sıçrama anı olan devrimde herkesin her şeyi aynı şekilde yapmasını beklemek de gerçekçi değildir.

Bu iki madde hegemonya alanında bir makas değişikliğini ve hegemonya alanının belli derecede savrulmasını doğal karşılamak gerekmektedir. Devrimcilerin temel görevi bu salınımları merkez siyasete bağlama ve somut duruma özgün siyasal parametreleri yaratmada yatmaktadır.

Hegemonyanın inşasının gündelik hayatının her alanında gerçekleşmesi gerekiyor. Tıpkı Luxemburg’un “devrimci reel politika” kavramıyla ifade etmeye çalıştığı gibi, hiçbir mücadele devrimcilere küçük değildir. Gündelik hayatın her yerinde fark yaratıp, mevzi kazanıp, gündelik bilinci değiştirmeye adım atmak gerekiyor.

Geniş halk yığınlarının gündelik bilinci yukarıdaki işaret ettiğimiz sebeplerden ötürü hep çelişkisel, ve karmaşıktır. Fakat, insanların değişimine inanmıyorsak, devrimci mücadeleye de gerek kalmaz. Marx’ın tabiriyle, “insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içerisinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” O halde hedefimiz, gündelik hayattaki toplumsal ilişkileri değiştirmek. Rekabetçi, bencil kişilikleri yaratan ve teşvik eden toplumsal ilişkiler yerine dayanışmacı, paylaşımcı değerleri yücelten mevzileri inşa etmek ya da var olanları güçlendirmek gibi. 

Devrimden önce bu tür faaliyetler, sadece devrim anını hazırlamak için de değil, uzun vadeli toplumun gerçek maddi değişimini yaratmaya adeta bir katkı şimdiden. Gelecek toplumu mevcut toplumun bağrından kuracağımız için, şimdinin toplumsal zemininde ne kadar dayanışmacı, paylaşımcı yapıları, mekanizmaları, değerleri yaygınlaştırabilirsek, dönüşüm o kadar gerçekçi olacaktır. 

Sonuç

Bu yazıyı bitirirken kısaca planladığımız üçlü yazı dizisindeki son yazımıza işaret etmekle yetinelim. Aslında yukarıda bir sonraki yazımıza dair ipuçları verdik. Bu yazının teması hegemonya kavramının devrimci mücadelede kritik önemi ve bu kavramın kendisini kabul etme gerekliliğiydi. Bu gereklilikten bahsettiğimiz oranda buna uygun aygıtların yaratılması veya yaratılan aygıtların içerisinde var olmanın öneminden de bahsettik.

Bu bahsin kendisi işçi sınıfının veya geniş halk yığınlarının özne haline gelmesidir. 3. yazımız işte bu eksene oturacak. Kendiliğindenlik veya öznenin ne anlama geldiği sonraki yazının temel ayakları olacak.