Faşizmi Kurumsallaştırma Hamlelerinin Kadınlara Yansıması

Faşist kurumsallaşma, önünde güçlü bir direnç noktası ile karşılaşmadığı ölçüde kendi sınırlılıklarına rağmen ilerliyor. Ancak bunun karşısında halk güçlerinin yer yer pasif biçimde olan bazen de belli konular etrafında güçlü tepkiler üretebilen direnişlerini görmek mümkün. 

 

Küresel sermaye, güncel ihtiyaçları doğrultusunda; sömürüyü derinleştirmesini sağlayacak yeni emek rejimlerini ve ihtiyaç duyduğu yapısal reformları hızlıca hayata geçirebilecek, sermayenin kar sağlayabileceği alanları genişletebilecek despotik iktidar biçimlerini destekliyor.

Sağ popülist bir dalga yaratarak iktidara gelmiş olan belli isimlerle özdeşleşmiş bu iktidarlar, yerleşik burjuva hukuk çerçevesini dahi yok sayarak hareket etme konusunda güçlü benzerlikler gösteriyor.

Sermayenin içine girdiği yapısal krizden çıkış için, ihtiyaç duyduğu acı reçeteleri uygulayacak zeminler yaratabilen söz konusu iktidarların en belirgin ortak özelliklerinden biri ise kadın düşmanlığı.

Kadın düşmanı politikalar, patriyarkal kapitalizmin kendini var etme koşullarında sık sık karşımıza çıkıyor.

Ancak, sermayenin güncel ihtiyaçları doğrultusunda oluşturmaya çalıştığı yeni iktidar biçimlerinin; kadınların geçmişten günümüze mücadele ederek elde ettiği tüm kazanımları görmezden gelerek, bu politikalara daha fütursuz biçimde başvurduğu da aşikar.

ABD’de Trump, Brezilya’da Bolsonaro, Türkiye’de Erdoğan bu dalganın tipik örnekleri.

Her ülkenin kendi öznel tarihi, konjonktürel durumu, iktidardaki isimlerin iktidarlarını sürdürme asabiyeti, toplumsal muhalafet dinamiklerinin direnci gibi etmenler söz konusu iktidarların siyasal ömürlerini belirliyor.

Bu iktidarlardan bazıları ülkelerinde seçim yoluyla iktidardan düştü.

Türkiye’deki iktidar ise, oluşturmaya çalıştığı yeni rejimle devletin kendisi haline gelmek için çabalıyor.

Ancak bu rejimin hukuki zeminde belli ayakları kurulmuş olsa da henüz halk tarafından onaylanmadı.

İktidarın Faşizmi Kurumsallaştırma Çabaları

Sermayenin yapısal krizi, devlet içi krizler, iktidarın yönetememe krizi birbirini tetikleyen ve derinleştiren bir krizler yumağı olarak devam ediyor. Bu, rejimin hegemonyasını sarsan bir durum.

Yeni rejimin meşruiyet sancıları uzun zamandır sürüyor. İktidar koalisyonu, ağırlaşan pandemi koşulları, sürekli yükselen kur, işsizlik, ekonomik kriz gibi onlarca kriz başlığında gösterdiği başarısızlık ile kendi kitle tabanınında da güvenini kaybetmiş durumda.

Bu krizlerin faturasını halka keserken iktidarın aldığı tek önlem; açıkladığı verilerle gerçekleri saptırmaya çalışmak oluyor. Ancak iktidarın, yaşanan gerçekliği perdelemek için açıkladığı verilerin yanlışlığı, günlük hayatın realitesi içinde gözler önüne seriliyor.

İktidar koalisyonu bir yandan pandeminin yarattığı sıkışmışlıktan çıkmaya çalışırken öte yandan pandeminin toplum nezdinde yarattığı şoku fırsata çevirerek faşizmi kurumsallaştırmaya çalışıyor.

Ancak yaratılmak istenen faşist rejimin halk nezdinde güçlü bir desteği yok. Faşist rejimin kurumsallaşabilmesi için, dayanabileceği bir toplum yapısı dizayn etmek zorundalar.

İktidar koalisyonunun Ayasofya açılışıyla yaratmaya çalıştığı faşist konsolidasyon sürecini hatırlayacak olursak; karşımızdaki manzara tarikatların geçit töreniydi. Bu manzara, iktidar koalisyonunun çeşitli politikalarla uzun süredir yaratmak istediği toplum dizaynının açık bir yansımasıydı.

Verilen yetkiler ve milyar dolarlık bütçe ile rejimin önemli kurumlarından biri de Diyanet İşleri Başkanlığı.

İktidar koalisyonunun politikalarına bakarak, İslam dininin iktidar tarafından yorumlanan biçimi ile birlikte Türk ve erkek kodlarının egemen olduğu faşist bir toplum yapısı öngörüldüğünü söyleyebiliriz.

Bunun için süreklileştirilmeye çalışılan savaş politikalarıyla iç konsolidasyon sağlanmaya çalışılıyor.

Ülke içinde de; mültecilere, Kürtlere, Alevilere yönelik körüklenen düşmanlık, derinleştirilen kadın düşmanlığı, şiddetin her alanda önünün açılması, HDP’ye, sosyalistlere ve demokrasi güçlerine yönelik süreklileşen operasyonlar ile faşist konsolidasyon yaratılmaya çalışılıyor.

Yaratılan atmosferde, Alaattin Çakıcı gibi karanlık bir isim siyasilerle yan yana fotoğraflar verebiliyor, tehditler savurabiliyor, siyasi açıklamalarda bulunuyor.

Faşizmin kurumsallaşabilmesi için ihtiyaç duyulan faşist hiyerarşi çerçevesinde şiddetin serbest bırakıldığı ve bu şiddetin “Erdoğanist İslam” yorumunu kabul eden Türk, erkek kitle dışında kalan tüm “ötekileri” bir biçimde kapsadığı, nefret söylemlerinin sıradanlaştığı bir süreçten geçiyoruz.

Hakkını arayan herkes şiddet ve tutuklamalarla tehdit ediliyor.

Meclisin, yargı ve basın organlarının tümüyle iktidar koalisyonu eliyle yönlendirildiği bu süreç; iktidara muhalif kitleleri umutsuzluk ve korku içinde mücadele edemez hale getirme amacı da güdüyor.

Berat Albayrak’ın sosyal medyadan duyurduğu istifası ve sonraki 36 saat boyunca iktidarın sessizliğe bürünmesi ise, yaratılmaya çalışılan “Her şeye muktedir tek adam” görüntüsünü bozma niteliği taşıyor.

Bu durum, iktidar koalisyonu içinde ara ara su yüzüne çıkan çekişmeleri ve güç yetmezliklerini yeniden gözler önüne sermiş oldu.

Sonrasında açıklanan “ekonomide ve hukukta yeni reform dönemi” de iktidarın güç yetmezlikleri içinde; küresel sermaye ile arasında oluşan ihtilafları çözme yoluna gittiğini gösteriyor.

Elbette bu reform sürecinin ezilenler ve demokrasi güçleri adına bir kazanım sağlamayacağı aşikar.

İktidar koalisyonunun ayakta kalabilmek için faşizmi kurumsallaştırmaya ihtiyacı var.

Toplumsal muhalefetin örgütsüzlüğü, restorasyon güçlerinin etkin muhalefet yaparak toplumsal muhalefete ön açmak istememesinden kaynaklı  pasifliği, güçlü bir sol odağın henüz oluşmamış olması gibi etmenler; iktidar koalisyonunun tüm güç yetmezliklerine ve içinde bulunduğu krizlere rağmen faşist yürüyüşünü devam ettirebilmesini sağlıyor.

Kurgulanan Faşist Rejim, Kadın Düşmanlığını Besliyor

İktidar koalisyonunun, Erdoğan şahsında kurguladığı faşist rejimin, Türkiye’de yaratmaya çalıştığı toplum; İslam’ın, iktidar tarafından dayatılan bir yorumuna uygun biçimde şekillendirilmeye çalışıyor.

İktidarın üzerinde şekillendiği siyasi geleneğin de etkisi ile hegemonyanın, din üzerinden güçlendirilmesi yoluna gidiliyor.

Kadınlar burada itaatkar biçimde erkeklerin hizmetine sunulmak isteniyor.

Ayrıca, kadınların yeniden üretim emeği, derinleşen yoksullukta ailenin ayakta kalmasını sağlayan bir şey.

Sermaye de krizden çıkış için sömürüyü derinleştirmeye ihtiyaç duyuyor. Bu açıdan kadın emeğine yönelik sömürüyü derinleştirme hamleleri de sürüyor.

İktidar koalisyonunun kurumsallaştırmaya çalıştığı faşizmin pompaladığı şiddet ve “erkeklik” ile birlikte, yaratılmak istenen faşist hiyerarşi; kadınların özgürce nefes almasını bile engelleyici nitelikte.

Yaratılmak istenen bu hiyerarşi, kadınlar arasında da devam ettirilmek isteniyor.

Annelik, giyim tarzı, dindarlık – sekülerlik, Kürtlük – Türklük – Suriyelilik, Alevilik – Sunnilik gibi farklılıklar faşist kurumsallaşma içinde kadınları bölen bir hiyerarşi konusu yapılmaya çalışılıyor.

Derinleşen Kadın Düşmanlığı

Son süreçteki politikalara bakacak olursak; kadınlara yönelik taciz, tecavüz, şiddet ve kadın cinayetleri her geçen gün artarken, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması gündemli tartışmalar ortaya atılmıştı.

Kadınların ısrarlı mücadeleleri sonucu bu tartışmalar rafa kaldırılmış olsa da kadınları koruyan yasalar ve İstanbul Sözleşmesi’nin fiilen uygulanmayarak kadın katliamına ön açıldığı bir durum söz konusu.

Pandeminin hızla yayıldığı, ekonomik krizin derinleştiği, yoksulluğun kadınlaştığı bu dönemde kadınlar; yeniden üretim işlerinin pandeminin yarattığı durumu da kapsayan biçimde hızla genişlemesinin yarattığı ev içi emek sömürüsü ile, pandeminin yarattığı kapanma ile birlikte ev içinde şiddet faili erkeklerle baş başa kalmanın yarattığı tehlikelerle, işsizlik ve açlıkla yüz yüze kaldı.

Pandemi başında “İnfaz düzenlemesi” ile kadına yönelik şiddet faillerinin serbest bırakılması sonucu önü daha da açılan kadın katliamı söz konusu.

Bu süreç, kadın cinayeti, taciz, tecavüz, çocuk istismarı faili erkeklerin korunduğu yargı kararlarının çok daha aleni biçimde alınmasıyla devam ediyor.

Devlet bu failleri koruduğunu açıkça beyan ediyor, bu açıdan durum oldukça ciddi.

Bu kararlarla kadın cinayetlerinin, tacizin, tecavüzün üstü örtülmeye çalışılıyor.

Güvenlik güçlerinin Kürt kadınlara yönelik tecavüzleri aleni biçimde cezasız bırakılıyor.

Bunun en yakın örneğini, bir kadını günlerce alıkoyarak tecavüz eden ve kadının intihar etmesine sebep olan uzman çavuşa ceza verilmemesinin, bizzat Süleyman Soylu’nun açıklamalarıyla savunulması durumunda görmüştük.

Bekçilik yasası ile kadınların yaşam alanlarına kadar giren güvenlik güçleri kadınlar için bu açıdan önemli bir tehlike arz ediyor.

Kadına şiddet faillerin ceza alabilmesi, ancak kadınların ısrarlı mücadelesiyle mümkün oluyor. Bazı durumlarda bu mücadeleye rağmen failin açıkça korunduğu bir durum da söz konusu.

İktidar politikaları, şiddet uygulayan erkeklere büyük bir öz güven sağlıyor.

Bu politikaların da etkisiyle kadın cinayetleri, taciz, tecavüz, çocuk istismarı korkunç bir hızla artıyor.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bizzat iktidar politikaları ile yaratılan bu şiddet sarmalına yönelik açıklaması ise; basitçe erkeklere öğüt vermekten, “kulak çekmekten” ileri gitmiyor.

Yaratılan korku ortamı ile kadınlar itaatkar rollere hapsedilmeye çalışılıyor.

Faşizmin Panzehiri Örgütlü Bir Toplumsal Muhalefet

Kadınlar, kendilerine dayatılan bu yaşama karşı yoğun bir mücadele pratiğinin getirdiği güç ve öz güvenle mücadele ediyorlar.

Bu açıdan iktidarın işi hiç kolay değil.

Kadınların mücadele pratiklerinden gelen ciddi bir yaptırım gücü var. İktidarın  kadın düşmanı tüm politikalarına karşı güçlü bir direniş gösteriyorlar.

Bu bağlamda kadın mücadelesi, iktidar koalisyonunun çok yönlü saldırılarına karşı direnme eğilimi gösteren diğer toplumsal dinamiklere de ön açıyor.

Faşist kurumsallaşma, önünde güçlü bir direnç noktası ile karşılaşmadığı ölçüde kendi sınırlılıklarına rağmen ilerliyor. Ancak bunun karşısında halk güçlerinin yer yer pasif biçimde olan bazen de belli konular etrafında güçlü tepkiler üretebilen direnişlerini görmek mümkün.

İşçi sınıfının mayalanan öfkesi ise, siyasallaştığı ölçüde büyük mücadelelere gebe.

İşçi sınıfının örgütlülüğünün ana motor gücü oluşturduğu, toplumsal dinamiklerin kendi sorunları etrafında birleşerek bulundukları alanlardan doğru mücadele ettiği ve tüm bu mücadelelerin örgütlü biçimde birbiriyle bakışımlı şekilde ilerlediği bir süreç bizlere yeni bir yaşamın kapılarını açacaktır.