Bağışıklık Belleği ve Hafıza Ödevimiz Olarak “Geleceği Hatırlamak”

Şimdi sahneyi ceberut bir iktidar işgal etmiş olabilir. Perde kapanmış, oyun bitmiş gibi davranıyor da olabilir. Ufkumuz, şimdinin dar, dört köşeli sınırlarına mahkûm gibi görünebilir. Ama bu sınırlar, kesinlikle bizim sınırlarımız değil, egemenlerin belirlediği zamanın sınırları.

“Yok etme planı: Otlar yolunacak, canlı kalan en son bitkiye kadar kökler sökülecek ve toprağa tuz serpilecek.

Ardından otun hafızası öldürülecek. Yeni bilinçleri yerleştirmek için eskiler silinecek; onları silmek için geçmişleri boşaltılacak. Ülkede sessizlik, hapishaneler ve mezarlar dışında başka şeylerin de yaşandığına dair her türlü tanıklık yok edilecek. Hatırlamak yasak.”

Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri

Nörobiyologlar, belleğin fizyolojisi ile ilgili sürekli yeni şeyler keşfediyorlar. Bilinen bazı bellek biçimleri var elbette: Kısa ya da uzun süreli bellek, anlamsal ve anısal bellek gibi…

Bir de bağışıklık belleğimiz var. Bağışıklık sistemimizin bizi, vücudumuza yeni giren enfeksiyonlardan korumak için eski enfeksiyonları hatırlamasını sağlayan bellek yani. Bir parantez açıp, içinden geçtiğimiz günlerden örnek verebiliriz: Koronavirüs bağışıklık belleğimizde kayıtlı değil, bu yüzden vücudumuz onunla nasıl savaşacağını, hangi antikorları hangi yolla kullanacağını, bu virüsün nelere yol açabileceğini tecrübe etmedi. Bu bellek yoksunluğu, ancak, aşının dışarıdan yüklediği hafıza yoluyla aşılabilir. O da henüz üretilmedi.

Ama benim niyetim, belleğin nörolojisi ya da fizyolojisi üzerine bir şeyler yazmak değil.

Bu parantezi kapatıp, daha büyük bir tanesini açmak istiyorum aslında. Ve elimden geldiğince, bellek, hafıza, gelecek üzerine bir şeyler söylemek…

Unutturan Yalnızca Zaman mıdır?

Unutkan bir toplum olduğumuz, hatta “balık hafızalı” olduğumuz ezelden beri söylenegelir. Ne yaşanırsa yaşansın, hemen unutuverdiğimizden ve hiç ders çıkarmadığımızdan, hafızasızlığımızdan dem vurulur hep. Bu peki, nörolojik bir “sorun” mudur? Sanmam.

Neyse ki, Maurice Halbwachs Kolektif Bellek (1925) kitabını yazar ve belleği, nörolojinin sınırlarından taşırıp sosyoloji ve daha sonra da tarihin alanına taşır. O, belleği kolektif olarak ele alır ve en önemlisi de, hatırlamanın ve bellek inşasının bugünün koşulları içerisinden şekillendiğini söyler. Ve böylece bellek tartışmaları bugün pek çok alanda yapılır bir hale gelmiş olur. Bununla ilgili kuramsal tartışmalara bakmak isteyenler belki şuradan [1] faydalanabilirler, benim gibi.

“Kolektif bellek, birbiriyle rekabet halinde olan ortak ve dolaşımdaki belleklerin birbirine eklemlenmesidir; bellekler arasındaki rekabetin gidişatına, iktidar ilişkilerine ve var olan geçmiş temsillerine göre biçimlenir ve bu üçlü sürekli birbirleriyle etkileşim halindedir.”[2]

Sanıyorum bu tanımdan da yola çıkarak kolektif belleği bir savaş alanına benzetebiliriz biz de. Aynı zamanda bir inşaat alanına. Belleğe, olmuş bitmiş bir fotoğraf, hafızamıza nakşedilmiş donuk bir an olarak bakmak yerine ona, her an genişleyip daralan, kimi zaman bulanıklaşıp kimi zaman billurlaşan bir alan olarak bakmak; unutma ya da hatırlama üzerine düşünüp konuşmamızı ve en önemlisi de kolektif olarak belleğin önemini kavramamıza katkı sunar.

Bireysel bellek ile kolektif belleği birbirinin karşı uçlarına koymadan ilerler ve tarih ile belleği de birbirinden ayırmadan ele alırsak kavrayışımız güçlenecektir diye düşünüyorum. Zira bunlar sürekli olarak birbirlerinden etkilenir, birbirlerini şekillendirirler. Nihayetinde tarih de “şimdi” yazılır. Şimdicilik yapmamak, geçmişi ve geleceği de görmekle birlikte; diyalektik bir tarih, şimdinin filtresinden de geçer. Öyle ki, tarih yazımının kalemi –çoğunlukla egemenlerde olmuşsa bile- elden ele geçer. Bellek ve hatırlama da böyledir. Ne der Gramsci Hapishane Defterleri’nde: “Tarih her zaman çağdaş, yani politiktir.” Mesela, tarih kitaplarında bir hayırsever olarak geçen İngiliz köle tüccarının heykelinin yıkılmasıyla, o tarihin üstü karalanmış olur aslında. Yeniyi yazma cüreti açığa çıkar.

Buradan hareketle, “büyük harfli” egemen tarihi biraz kazımak gerekecektir. Çünkü toplumsal bellekle doğrudan ilişkili bir “bilim” olan tarih, aynı zamanda inşa ve hatırlama, hatırlatma yoludur. Egemen tarih yoluyla, toplumsal hafızanın rotası belirlenmeye çalışılır, kimi anlar unutturulurken aynı anda yenileri inşa edilir, bazen geçmişin içinden bazı olaylar çıkarılıp ısıtılır, bugünün ihtiyacına göre şekillendirilip önümüze getirilir. Bu elbette yalnızca tarih yoluyla da yapılmaz. Medyadan sanata sinemadan edebiyata bütün toplumsal alanlar, bu belleğin ağlarıyla çevrilir. Böylece egemen bellek inşası bütün egemenlik hallerinin yanında, şimdinin içinde sürüp gider.

Yani, bellek, unutma ve hatırlama konularında egemenler oldukça gelişkindirler. Bu inşa süreciyle sürekli olarak meşguldürler ve silahları, her zaman toplumsal belleğe çevrilidir ve doğal olarak, o toplumsallığın üyeleri olan bireylerin belleğine de.

Hal böyle olunca, egemen tarih anlatısının kimin tarafında durduğunu çıkarmak zor olmasa gerek. Galiplerin hikâyesini anlatan bir tarih… İşine yarayacak olanı hatırlatan gerisini unutturmak için uğraşan bir tarih… Egemenlerin, devletlerin tanıdığı, resmi ve aynı zamanda güçlü bellekler ve bir de tanınmayan, gizli ve zayıf bırakılmış, aşındırılmış bellekler. Hafızanın bükülmesi, inkârcılık, çarpıtılan bellek; öbür yanda ezildikçe ezilen, parçalanan ve katılaşan, katılaştıkça da yitirilen bellek.

İşte tarih kaleme alınırken izlenen yol budur. Tarihi kaleme alan egemenlerin belleği ile ezilenlerin, mağlupların belleği elbette birbirinden farklıdır. Tarih yazımları da. Dümdüz akan bir zaman şeklinde sunulan bir tarihtir egemenlerinki, ezilenlerin tarihi ise her daim buna karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışa biraz ileride tekrar döneceğiz.

Soruya dönecek olursak, unutmaya neden olan şey, tek başına, kuru bir zaman değildir. Bir sınıflar savaşı olan tarihte, geçmişten bugüne egemen olanların uyguladığı politikalar etkilidir unutmada, hatırlamada, belleğin rotasında.

Yıkılan mekânlar, değiştirilen isimler, yasaklanan kitaplar ve kavramlar… Öbür tarafta yeniden açığa çıkarılıp bugünün ideolojisinde çimento işlevi görecek olan geçmiş yaşantılar… Hepsi, egemen bellek inşasının parçasıdır.

Egemenler ister ki, gelecek nesiller, neyi unuttuklarını bile unutsunlar! Hatırlamaları gereken şeyler olduğu bilincini yitirsinler. Bulanık bir bellekle, o belleğin kırık parçaları ile yaşayıp gitsinler.

Zamanda Yolculuk ve Solun Belleği

Belleğin bir mücadele alanı olduğunu söylemiştik. Bu arenada yalnızca egemenler yok elbette. Öbür tarafta da ezilenler var, dayatılan gerçeğe karşı hakikatin peşinden gidenler, egemen tarih yazımının karşısında kendi tarihinin arkeolojik kazısını ve inşasını yapanlar, bu tarih akışını ezilenlerden yana çevirmeye çalışanlar var.

Aslında Marksizm’in, doğrudan bellek ile uğraşı pek azdır. Ama belleği oldukça yüklüdür…  Hem geçmişle hem de gelecekle…

Genel olarak baktığımızda, savaşlar, yükselip alçalan isyanlar, tarihi ilerleten lokomotifler, geri çekilmeler, egemenin elinden koparıp almalar, sonra kayıplar, ağır yenilgiler ve bedeller, unutursak kalbimizi kurutacak olanlar, unutulmayıp aklımızda olanlar, olamayanlar… “Melankolik” bir bellek gibi görünüyor böyle bakınca solun hafızası. Öyledir de aslında.

Genellikle, ilerlemek için kullandığımız bir geçmiş kuyusu gibi kalıyor bellek; deneyimler kuyusu. İçinden çekip alıyor, ondan ne çıkarıp geleceğe yürürüz diye reçeteye sarılıyoruz. Bazen fazlasıyla teorik ve pragmatik kalabiliyor belleğimiz. Ya da zamanın baş dönmeleri içinde karmaşık bir ip yumağına…

Özellikle insanlığın, egemenlerin çelik yumruğu altında iyiden iyiye ezildiği zamanlarda, belleklerimiz de kilitlenebiliyor. Zaferler ile yenilgiler arasında, bu günün sınırlarında ya da geçmişin bir anında sıkışıp kalmış, hüzünlü ama aynı zamanda öfkeli bir bellek.

Bu sıkışıp kalma halinin de somut sebepleri var elbette. Neler olmadı ki zihnimizi, umutlarımız ve ütopyalarımızı kendiyle birlikte dondurmayacak. Nihayetinde, şimdi şu an hala bu sistemin içerisinde mücadele ediyorsak ama tarih boyu sürmüşse mücadelemiz, demek ki “sonuç”  itibariyle başarısız oldu denediklerimiz. Ama böyle bitti mi?

Belleğimiz yıkıntılarla dolu. Enkaz altında kalan binlerce umut var. Yan yana koyduğumuzda tam bir yenilgiler silsilesi değil mi tarihimiz?

Kurcalayalım. Mesela reel sosyalizmin çözülüşü… Bu, ezilenlerin zihnindeki sosyalizm ufkunu neredeyse sildi. Kurtuluş ütopyaları derin yaralar aldı, umutlar söndü ve hatta gelecek karardı. Egemenler “tarihin sonu”nu ilan ettiler. Her şey bitmişti. Büyü bozulmuştu.

“Batan gemiyi izlemek” gibi bir ruh hali. Karaya vuranları toparlamak, yaraları sarmakla geçen zamanlar. 21. yüzyıla da işte böyle girdik. Toplumsal özgürlük ufkumuzun silikleştiğini, kolektif belleğimizin kırıldığını, belki felç olduğunu ve tarihin o anlarında kesintiye uğradığını söylersek sanıyorum fazla abartmış olmayız. Belki biraz umutsuz bir tablo çizmiş oluruz, o kadar.

Neyse ki tarih böyle akmaz. Egemenlerin çizdiği gibi yani! Böylece melankoliyi de başka türlü tarif edebiliriz: “Ne var ki bahsettiğimiz melankoli kendi içine kapalı bir ıstırap ve hatıra evrenine geri çekilme anlamına gelmiyor… Ne geçmişe dönük ne de acz içinde olan bu sol melankoli, geçmişin yükünü taşımaktan kaçınmamalı. Yüzünü günün mücadelelerine çevirirken geçmiş başarısızlıklarına dair özeleştiriden sakınmayan bir melankoli eleştirisidir bu…”[3]

Ve hafızamız yalnızca yenilgilerle, düş kırıklıklarıyla dolu değildir. Sonuca giden yolda insanlık sayısız deneyim biriktirmiş, ilerlemiş ve umutlarını ayakları üzerine yerleştirmiştir. Çünkü tarih de zaten bütün bunların bütünüdür. Kim tarihin bittiğini söyleyebilir ki egemenler dışında? Mücadele devam ederken hem de. Bellek de böyle hareket halinde iken.

Evet, kimi zaman yenildik ama birçok şeyi de kazandık bu mücadele tarihi içinde. Bütün kavgalarda bir şeyler kazandık, kopardık egemenlerin elinden. Böylece gelindi bu güne. Aksi halde bugün sahip olduklarımızı bile vermeyi istemezlerdi.

Solun tarihi, bu inşanın da tarihidir işte. Ve bu tarih oldukça köklüdür ve o kökler kolayca sökülüp atılamazlar. Hafızamızda derin çatlaklar açan anlarla dolu bu tarih çünkü.

Kırılan Zamanları Hatırlamak

Eski Yunan’da iki çeşit zaman tarifi yapılırdı: Khronos ve Kairos. Khronos, bölünmüş, sınırlandırılmış zamanı tarif ederdi ve bir düzen dâhilinde ilerlerdi. Doğrusal bir şekilde ve hep ileriye. Kairos ise bundan çok başka bir zamanı ifade ederdi. Öyle ki, bu zaman anlayışı, Khronos’un zamanında gedikler açar, onun rotasını değiştirirdi. Çizgisel zaman böylece kırılmış olurdu.

Bu zaman mefhumlarının yaşamımızda da karşılığı var elbette.

Feodalizmden kapitalizme geçişte, topraklardan, kadınların bedeni ve cinselliğine kadar birçok şey çitlenmişti. Bunu sanıyorum zamanın da çitlendiği şeklinde genişletebiliriz. Çünkü kapitalizm diğer bütün sömürülerin yanında, insanın bütün zamanını da çalar, ona boş zaman bırakmaz. Nitekim ilksel birikim sürecinde kullanılan şiddetin bir bölümü de feodal insanın, kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun olarak sabah işe başlayıp akşam eve gitmesini içeren yaşam biçimine alışmasını sağlamak üzerineydi. Bu kapsamda aylaklık, dilencilik, serserilik yasaklanmıştı. Bundan sonra “yeni normal” bu olacaktı. Öyle de oldu ama bunu inşa etmek ve sonrasında korumak, kapitalizm açısından hiç de kolay olmadı.

Tarih, ezilenlerin isyan anlarında, büyük meydanlardaki saatleri yaktığı zamanları da görmüştür çünkü. Bu, hiç de tesadüfî bir eylem biçimi değildir. Doğrudan “zaman hırsızlığı”na karşı verilen savaşın yansımasıdır.

Nice zaman kırılmaları yaşanmıştır tarihimizde. Evet, belleğimiz kimi zaman bize bir şeyler sunmayabilir ve umutsuzluğa düşebiliriz. Belirsizlikler, boşluk hali, köksüz ve tarihsiz hissetmek… Çünkü hatırlamak da güç gerektirir. Unutmak ise belki daha kolay olmayabilir ama daha fazla tercih edilen bir eylemdir, -kimi zaman unutmak da iyidir tabi.

Hatırlamak tam da burada işlevsel bir hamleye dönüşür. Ve hatta devrimci bir eyleme.  Hatırlayalım o yüzden.

Dokumacıların isyanını, Paris Komünü’nü, Ekim Devrimi’ni, tarihte egemenlere karşı ayağa kalkan bütün anları, 15-16 Haziran işçi direnişini hatırlayalım. Henüz daha korona salgını başlamadan önce dünyanın birçok meydanını öfkeli sloganlarıyla inleten halkları hatırlayalım. “Umutsuzluğa düşersek kalabalığımızı hatırlayalım.” Ve tam da Haziran ayının içerisindeyken Gezi’yi hatırlayalım. Egemenlerin yeknesak tarih akışına karşı ezilenlerin vurduğu o darbeyi. Durgun suya atılan ve bugün hala etkileri devam eden o müthiş zaman kırılmasını. Ama bir fotoğraf karesi olarak  ya da müzelik olduğu için değil… Kendi tarihselliğinde denk düştüğü yer itibariyle zihinlerimizde yarattığı etki ile ve onun için hatırlayalım, binlerce yıldır taşıdığımız “başka bir dünya mümkün” şiarının somutlaştığı an olduğu için hatırlayalım. Ufkumuzla aramızdaki mesafede önemli bir kilometre taşı olduğu için hatırlayalım. Ali İsmail’i hatırlayalım, Berkin’i… Çünkü hatırlamak, güçlendirir. Ödediğimiz bedelleri canlı tutar. Çünkü hatırlamak, bizi biz yapar.

Yazının başına bir dönüş yapmak istiyorum burada.

Bağışıklık belleğimiz sayesinde dünya tarihi onlarca salgını geride bıraktı. Ama ben bu belleğin, yalnızca hastalıklar nezdinde işlediğini düşünmüyor, onu bir miktar genişletmek istiyorum: Mücadele tarihimizin bağışıklığıyla. Böyle kırılmaları iyi tanıyor solun bağışıklık belleği. Zorlayınca hatırlarız. Hatırlayınca kurtarırız. Yalnızca hatırlamak için değil ama hafızamızın derinliklerinden gelenlerle birlikte ileriye de gitmek için. Evet, egemenler, kendi bellek inşaları konusunda gelişkin olabilirler ama unutmayalım, yani hatırlayalım ki bizim de bu savaşta güçlü bir bağışıklık belleğimiz oluştu binlerce yılda. Ve her an, her karşı çıkışta her isyanda güçleniyor bu bellek. Birikiyor.

Hatırlamak İşlevsel Midir?

Bunları hatırlamak ne işimize yarar peki? Sadece yitirdiklerimizi mi hatırlamış oluruz? Bu da iştir elbette, hem de önemli bir iş ve zordur da bu günlerde ama hatırlamak sadece bu mudur? Başka şeyleri de getirir mi kendiyle birlikte? Ve en önemli soru da şudur: Egemenlerin tarihinin zihnimizde yarattığı galipler ve mağluplar ikiliği arasında yerimizi kabul edip oturacak mıyız? Sanıyorum biraz da bunu konuşmalıyız.

Hatırlamak, hafızayı havalandırmak ve belleği canlı tutmak kuru bir matematikle artıları eksileri alt alta yazmak değildir. Hatırlamak, bizi egemenler karşısında güçlü tutacağı gibi, karşı bellek oluşturmamızı da sağlar. Şimdinin içinde sıkışıp kalmamak, katılaşmamak, felç olmamak için oldukça kullanışlı bir alandır bellek. Ve yalnız olmadığımızı, bizimle aynı hisleri paylaşan ve aynı ufku gözleyen başka insanların da olduğunu bilmemizi sağlar.

Hatırlamak ve karşı bellek oluşturmak, toplumsal mücadeleler açısından da oldukça kritik. Özellikle de bilinçlerimizi kötürüm kılabilecek olan zamanlardan geçerken, egemenlerin bellek inşasının içerisinde her yanımız sarılmışken, hakikat bin bir yolla bükülürken…

Şimdi sahneyi ceberut bir iktidar işgal etmiş olabilir. Perde kapanmış, oyun bitmiş gibi davranıyor da olabilir. Ufkumuz, şimdinin dar, dört köşeli sınırlarına mahkûm gibi görünebilir. Ama bu sınırlar, kesinlikle bizim sınırlarımız değil, egemenlerin belirlediği zamanın sınırları.

Gelecek kararmadı yani. Dokuyup bu günlere getirdiğimiz kolektif belleğimiz hala canlı ve bir biçimde güçlü. Ütopyalarımızın dönem dönem donup kalması, başarısızlığa uğraması onlardan vazgeçtiğimiz anlamına gelmez çünkü. Bu ütopyalar, insan belleğinde uçuşan hayaller değildir. Biçimsiz, programsız istekler de değildirler.

Diyor ki Ernst Bloch tam da bu konuya dair: “ Marksizm, insanlığın tarihsel belleğinde başköşede oturan özgürleşme ütopyasını, bir gelecek tahayyülüne, bilinçli bir tahayyüle yerleştirdi.”

İşte insanlığın bu tarihsel belleği, bütün bu yenilgiler ve zaferlerle şekillendi ve belleğin canlı yapısı sayesinde de hala şekilleniyor. Bu noktada, geçmişin yükünü almak, onu bir pranga gibi taşımaktan farklı bir şey diye düşünüyorum. Melankoliyi ve yas tutmayı, yapıcı bir eyleme dönüştürmek, onu devrimci-sözcüğün en geniş anlamıyla devrimci-  bir eylemle buluşturmak; bir yandan geçmişi hatırlarken aynı anda bugünü görmek ve elbette gelecek ufkuna doğru yürüyüşü sürdürmek… Belleğimizdekilerle birlikte sürecek olan yürüyüşü.

Yine Bloch’dan bir alıntı yaparsak: “Geçmişin hayalperest ve melankolik bir tefekkürüne dalmak değil, geçmişi devrimci eylem için, ütopik geleğe yönelik praksis için canlı bir kaynak haline getirmek.”

Sanıyorum, insanlığa dair “karamsar umut ve iyimser bir irade” taşıyanların belleğinin nasıl işleyebileceğiyle ilgili Vincent Geoghegan’ın “ Geleceği hatırlamak” sözü iyi bir örnek olacaktır.

Çünkü ne diyordu Marx, “geçmişin değil geleceğin şiiri” olacak devrimimiz. Egemenlerin sürekli geçmişin ruhlarına sarıldığı zamanlarda bizim devrimimiz elbette geleceği çağıracaktı.

Hafıza Sanatı

Peki güdük bırakılmış hafızalarımızla ne yapacağız?

Hafıza sorunu günümüzün en yaygın problemlerinden. Hem egemen bellek rejiminin hamleleri etkili burada ama hem de teknolojinin sağladığı olanaklarla tembelleşen, kullanmadığımız ölçüde paslanan bir hafızamızın oluşmuş olması. Her şeyin çeşitli makineler tarafından bize hatırlatıldığı bir çağda hafızanın her anlamda erozyona uğraması normal değil mi?

“İnterneti, arama motorlarını, dijital kitabı hatta basılı kitapları unutun. Antik zamanlara kadar geri gidip bunların hiçbirinin olmadığı bir dünya hayal edin. İşte o dünyada insan hafızası bir sanat, bir teknik olarak algılanıyordu; kuvvetli ve eğitimli bir hafıza, insan faaliyetleri için yaşamsal öneme sahipti.”

Frances A. Yates’in Hafıza Sanatı isimli kitabındaki bu ifade, insanın hafıza konusunda nereden nereye geldiğini de açık ediyor gibi geliyor bana. Aynı zamanda hafızanın kıymetini de bir kez daha hatırlatıyor.

Madem hafıza bunca önemli bizim için. Geleceği inşa etmek, geçmişi unutturmamak, hafızamızdakiyle birlikte ilerlemek için, hakikati açığa çıkarmak için, adaleti er ya da geç teslim etmek için… O halde paslı, tozlu değil; billur bir hafızaya ihtiyacımız var. Zamanın akışı içindeki baş dönmelerimizi sabitlemek, tecrübelerimizi hatırlamak, o duygusal coğrafyanın haritasını önümüze sermek için güçlü bir hafızaya ihtiyacımız var.

Paul Ricouer “Hafıza ödevi, kendinden başkasına anı yoluyla adaleti teslim etme ödevidir” diyor. Hafızalarımız, bizim mirasımız. Kolektif hafızaya bırakacağımız, tarihsel değeri paha biçilemeyecek olan mirasımız. Hem de her şeyiyle, Gezi’yle,  10 Ekim’le, Suruç’la, Soma ve Cumartesi Anneleri’yle, Sivas’ıyla, Maraş’ıyla… Her şeyiyle. Bunların hepsini ve daha fazlasını, hafızamızda birer gümüş sikke gibi taşıyoruz.

O halde işlemeli hafızayı. Tanıl Bora bir yazısında “hafıza emeği” gerekir diyor. Haklı. Hafızaya emek verdiğimiz ölçüde gelecek aydınlanacak çünkü. Egemenlerin dayattığı belleğin karşısında hem de.

Hafızayı bir sanata çevirdiğimiz, ondaki olguları yerli yerine koyduğumuz, onu salt bir anımsama biçimi olmaktan çıkarıp somut eylemlerin haritasına dönüştürdüğümüz, egemenlerin belleği karşısında güçlendirdiğimiz ve orda hegemonya sağladığımız ve bir sınıflar savaşı olan insanlık tarihini bir bütün olarak hafızamızda taşıdığımız ölçüde sanıyorum aşınmaz bir kolektif hafızaya ulaşabiliriz. Aynı zamanda onu oluşturan bireysel, öznel hafızalara.

Galeano, “hatırlama takıntısı olan bir yazar” olduğunu söylerdi. Belki de bu yüzden, Latin Amerika’nın hafızası ilan edilmişti. Hatırladıklarını, yazdıklarını kurtarır ve egemenlerin inşa ettikleri gerçeğin altını kazıyarak, tarihin altından halkların hakikatini çıkarırdı. Orada yok olmalarını, unutulmalarını engellerdi. Yoksa çürüyüp gidebilirlerdi. Belki de yine bu yüzden adı geçen kitabının başına Marx’ın şu sözünü eklemişti: “Çürüme, doğada olduğu gibi tarihte de yaşamın laboratuvarıdır.” Hafızaya emek vermek, çürümeyi engelleyecektir. Ve berrak bir hafıza, bize iyi gelecektir.

Velhasılıkelam, egemenlerin bağışıklığının giderek düştüğü bu tarihsel kırılma günlerinde, hatırlamak ve mücadelelerle dolu, güçlü bir bağışıklık belleğimizin olduğunu bilmek bize çok şey katacaktır. Acıları, sevinçleri, umutları ve geleceği hatırlamak…

Bizim adımızı taşıyacak olan geleceği. Şimdiden başlamış olan geleceği.

 

Dipnot:

[1] https://www.youtube.com/watch?v=pucnjl8dU4w&t=2309s

[2] Orhon, Göze, Medya ve Bellek Çalışmaları: Paralellikler, Gerilimler, İletişim Araştırmaları,  2015, 13(2): 9-31.

[3] Travarzo, Enzo, Solun Melankolisi: Marksizm, Tarih ve Bellek,  İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.17.

Kaynakça:

1) Solun Melankolisi, Enzo Traverso

2) Hafıza Sanatı, Frances A. Yates

3) Kolektif Bellek, Maurice Halbwachs

4) Geçmişi Kullanma Kılavuzu, Enzo Traverso

5) Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Eduardo Galeano