Bitirilmemiş İşlerimiz ve Gezi’nin Melankolisi

Bugün büyük Gezi kalkışmamızın benzerini ya da belki daha iyisini tahayyül etmemiz bile “terör suçu” kapsamına giriyor. Büyük isyanımızın anısını anlatmayı bile yasaklayacaklar, ellerinden gelse. Haklılar.

Çünkü Gezi onların her şeyi piyasaya göre dizayn etme kurgularına çomak soktu. Muhafazakâr, neoliberal devlet ve toplum modelini krize soktu Gezi. Sadece kapitalizmin altın kurallarının girmesine izin verilen, başka alternatif olmadığını vazeden o iğne deliği kapılarını kırdı. Onlar sermaye için dikensiz gül bahçesi gibi bir birikim kurgusu tasarlamışlardı. Her şeyi birikime göre dizayn edeceklerdi; eğitimi, aileyi, medyayı, meydanları, okunacak kitapları, ormanı, dereyi… Bu karşı koyuş çok kırdı onları. Bu yüzden saldırdılar, saldırıyorlar.

Çünkü gidişattan hoşnut olmayan ve milyonlarla ifade edilen genç bir kitlenin siyaset sahnesine çıkışıydı Gezi. Kadınların neoliberal ve muhafazakâr cinsiyet kurgusuna başkaldırısı idi. Çünkü Gezi adım adım dönüştürülen rejimin gidişatından rahatsız olan milyonların “biz başka âlem isteriz” deyişiydi. Ve başka bir siyasal tahayyülün arayışıydı.

Siyasal tahayyüllerimiz, birdenbire gündelik hayatın bir unsuru olagelmişti. Başkaldırı, komün, dayanışma, öğrenme, öğretme… Bizleri boğan gündelik yaşama karşı gerçekleştirdiğimiz bu başkaldırı, kendi koşullarımızı ellerimize alma talebinin, praksisin ta kendisiydi. Gündelik yaşam militanlaşmıştı. İkisi arasındaki (gündelik yaşam ile militanlık) kopuk bağ onarılmıştı. Korkmakta haklılardı. Tahayyül ile gerçek, gündelik yaşam ile militanlık, siyasal eylem ile toplumsal hayat özdeşlemişti. Geniş bir satha yayılan, despotik devlet geleneğini ve neoliberal tahakkümü sorgulayan Gezi ruhu başka bir toplumsallaşma biçiminin tahayyülü olarak karşımıza çıkabiliyor, farklı farklı toplumsal alanlarda filizlenebiliyor.

Gezi ve Gündelikliğin Değişimi

Gezi bir kültür yaratımı idi. Henri Lefebvre’in “değişime uğramış gündeliklik” kavramına dayanarak ifade edecek olursak, kendi koşullarını, toplumsal hayatını ve rolünü eline almış bir grubun eylemlerinde kendisini yeniden üretebilen bir kültürün yaratımıydı söz konusu olan. Siyasal eylem toplumsal hayattan ayrı bir şey değildi, siyasal eylemin özerkliği ortadan kalkmış, gündelik yaşam siyasallaşmıştı.

Aslında şunu söylemeye çalışıyorum: Gündelik yaşamımızı saran uzmanlaşmaya ve parçalanmaya dayalı yabancılaşmış siyaset kurumlarının reddi de Gezi’ye içkindi.  Üretenlerin yönetmeye talip oldukları, bürokrasiye savaş açtıkları, kendi yazgılarını kendilerinin belirmek istedikleri özyönetim mekanizmalarıydı.

Bu, her toplumsal isyanda, her devrimde, her kalkışmada gözlemlendi. Bugünlerde 150. yılını kutladığımız Paris Komünü’ndeki özyönetim deneyimi, 1905 Rus Devrimi’ndeki Sovyetler, 1917 Şubat Devrimi’ndeki Sovyetler, İtalya İşçi Konseyleri, Macar Halk Meclisleri… Sovyetler Ekim’de iktidarı almaya kadar ileri gitmişlerdi.

Gezi isyanı yarattığı deneyim ile -belki o kadar büyük bir hacme sahip değildi ama- bir 68, bir 1905, bir 1917’in yarattığı “gündelikliğin değişimi”ni deneyimlememizi sağladı. Gezi başkaldırısı tam olarak kitlelerin gündelikliklerinin birdenbire bir sıçrama ile değişiminin ifadesi idi. Burada da aynı şeyi gözlemledik, yaşadık; anısı taze. Büyük kitlelerin siyasal eylemi gündelik bir faaliyet olarak kurmaları, buna bağlı olarak siyaset yürütecekleri mekanizmalarını –Park ve Mahalle Forumlarını, Komünleri- inşa ettiler. Her insan gerçekten de yaşadığı ve çalıştığı yerde başka bir geleceğin doğumunu hazırlamak için çalıştı. Her yerde, gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak; devlet tartışıldı, iktidar tartışıldı, emek tartışıldı, kent mekânlarının metalaşması tartışıldı, cinsiyet rolleri tartışıldı, heteronormativite tartışıldı; tahakküm ilişkileriyle bir hesaplaşma başlatıldı. Bugüne kadar devam eden ve artık arkadan gelen yeni kuşağa da aktarılan başka bir geleceğin doğumu tartışmaları, yeni mücadele biçimlerine önayak oldu. Örneğin kayyım rektörler yerine seçimli rektörlerin gelmesini (eski biçimdeki seçimlerin kastedilmediği, yeni bir demokratik yöntem arayışında olunduğu çok belirgindi) de içeren bir dizi siyasal talepler içeren Boğaziçi isyanı tam da Gezi’nin açtığı yolda ortaya çıkan bir büyük olaydı.

Yöneten-yönetilen uzmanlaşmasının dağıtılmasının bir provası idi Gezi. Toplumsal alanı, yöneten-yönetilen ayrımı ile bölmeyi reddeden, herkesin bir biçimde siyasal alanın içerisine dâhil olabileceği formları keşfe çıkan bir arayış idi. Atanmış uzman yöneticilerin sahip oldukları konumların ve geniş yetkilerin, güncel toplumsal hareketlerin talepleriyle girdikleri açık çelişkinin epik bir keşfiydi.

O üretken ve verimli çelişki bugün hangi biçimde karşımızda duruyor? Bu çelişki yok mu oldu dersiniz? Yoksa o çelişki; aksine yayılım göstererek, Gezi Parkı mekânına ve zaman dilimi olarak 2013’ün Haziran’ına sıkışmayarak, bugüne kadar gelerek, yaşadığımız tüm bunalımları, depresyonu, çöken umutsuzluğu yeniden üreten, psikolojiden bir terimle ifade edecek olursak “bitirilmemiş işler”[1]in yarattığı o melankolinin kaynağı mıdır?

Biraz daha cesurca ifade etmek gerekirse, bugün kafamızı nereye kaldırsak, hangi yöne baksak, teknokrasinin sınırlarını aşındıran, faşizme göz kırpan, kendi yabancılaşmış alanında bizlerin nefes alışımızı bile kontrol etmeye kalkışan o devasa şiddet/denetim aygıtını gördüğümüz için olabilir bugünkü Gezi melankolisinin nedeni.

Kendi Yazgımızı Belirlemek

Gezi’de açtığımız parantezi kapatamadık ve bu bize melankoli getirdi. Geçmişe dair hüzünbaz bir anımsama ve bir tür sinizm değil bu, devrimci bir melankoli. Büyük radikal olayların, başarısız kalkışmaların, “somut” bir kazanım elde edilemeden sönümlenen isyanların ardından genellikle kitlelerde bir melankoli olur. Dayanışmanın, yoğun etkileşimin, iletişimin yerini depresyon alabilir, yalnızlık hissi alabilir, bireyleri kaynağı belli olmayan bir melankoli kaplayabilir. Egemen sınıflar da bu melankolik ruh halinden, isyanlara katılmış büyük kitlelerin içerisine düştükleri yalnızlık hissinden,  faydalanmayı iyi bilirler. İsyanın sınırlarını genişlettiği özgürlük alanlarına saldırılar düzenlerler, isyan gibi marazi durumları yeniden çıkmasını önlemek için katı önlemler almaya çalışırlar.

Bir Kuşağın Otobiyografisi: İtalya, 1968 isimli kitabında Luisa Passerini, 68 kalkışmasının failleriyle konuşur ve yaptığı görüşmeleri yorumlarken, depresyon, melankoli kavramlarından ve psikanalizden yararlanır. Max Haiven’ın aktardığına göre, hem Passerini hem de onun mülakat yaptığı katılımcılarda “siyaset konusunda bir pişmanlık vardır; siyasetin nasıl yapıldığı konusunda değil, bir proje, iletişim ve topluluk oluşturma biçimi olarak başka türlü nasıl yapılabileceği konusunda bir pişmanlık”[2]

Bugün üzerimize çöken melankolinin artık kökenine yaklaştığımızı düşünüyorum. Gezi’den kalma bitirilmemiş işlerimiz var. Melankoli, sadece o büyük olayın yarattığı adrenalinin azalmasından kaynaklanan biyokimyasal bir şey değil. Bu, Gezi’de fişi çekememiş olmaktan kaynaklanan bir mutsuzluk. Geçmişe dönme, fişi çekme isteği ve orada, o komünde somutlaşan halkçı demokratik özü kalıcı bir forma kazandıramamaktan kaynaklanan bir mutsuzluk hali. Bu, radikal bir şekilde siyasetin gündelik yaşamın bir parçasına getirilişinin yarattığı büyük enerjinin kalıcı bir kazanıma dönüştürülememesinin yarattığı bir üzüntü. Olmamız gereken kişiler olamadık diye hayıflanıyoruz belki de. Bu, içimizde bir uyumsuzluk, bir pişmanlık, Haiven’ın ifadesiyle “olanlar için değil, olabilecekler olanlar” için tutulan bir yastır belki.[3]

Başladığımız işi bitirememiş olmanın verdiği acı sadece zaman kaybı yaşamış olmak değildi. Gezi’ye egemen sınıf fraksiyonlarının cevabı faşist bir kurumsallaştırmayı hayata geçirmek ya da Gezi’de ortaya çıkan halk enerjisini arkasına yedeklemek oldu, bunu da her gün deneyimlediğimiz için belki bu mutsuzluk.

Kendi yazgımızı kendimiz belirlemek isteriz, siyaseti böyle gündelikleştiririz, katılım bir tercih değil, insanlaşmanın, yabancılaşmayı aşmanın kaçınılmaz bir ihtiyacıdır. Kendi yazgımızı belirlemek için yola çıktık ama henüz o yazgıyı belirleyemedik.

Karamsarlığa doğru gitme niyeti yoktu bu yazının. Karamsarlık tablosu yahut yenilgi manzumesi değil bu. İçinde bulunduğumuz ruh halinin nedenlerini açığa çıkarma, bugünkü mücadelenin neresinde olduğumuza dair bir içgörü geliştirme ve o günlerin güzel sloganına -Bu daha başlangıç, mücadeleye devam- bir hatırlatma yapma niyetiyle yazıldı tüm bu satırlar.

Neden yenilmediğimize gelince… Cevabı, yazar Andre Suarez’in Don Kişot için yazdığı şu satırlarda gizli: “Soyluların kralı, mahzunların efendisi, illüzyonun altın miğferiyle taçlanmış, hiç kimse mağlup edemedi seni, çünkü kolundaki kalkan baştan aşağı fantezidir, düşmüş mızrağın baştan aşağı âlicenaplık.”[4]

[1] Bitirilmemiş İşler, Alman Gestaltçı psikoloji ekolünün önemli bir kavramı. Gestalt kuramına göre insan tamamlanmaya yönelmiştir. Biz hatırlasak da hatırlamasak da karşılanmayan ihtiyaçlarımız, bitirilmeyen işlerimiz zihnimiz tarafından kaydedilir. Organizmamız da bunları tamamlamaya çalışır. Bazı bitirilmeyen meseleler bizim kendi içimizde özeldir ve önceliklidir. Bunları kendi irademizle tamamlamaya çalışıp zihnimize yardımcı olsak da her şeyin tamamlanması bu kadar hızlı ve pratik olmayabilir. Bu durumda bitirilmeyen işlerin sayısı arttıkça zihnimiz yorgun düşer ve kişi kendini mutsuz ve tükenmiş hissetmeye başlar. Bkz. https://gopsikoloji.com/gestalt-kuramina-gore-bitirilmemis-isler/

[2] Passerini’den Aktaran Max Haiven, Radikal Hayalgücü ve İktidarın Krizleri: Kapitalizm, Yaratıcılık, Müşterekler, çev, Kübra kelebekoğlu, Sel Yay., İstanbul, 2014, sy 164

[3] Max Haiven, a.g.e., 165

[4] Andre Suarez’den Aktaran Ernst Bloch, Umut İlkesi Cilt II, çev. Tanıl Bora, İletişim Yay, İstanbul, 2012, sy 422