16 Mart ve 78’liler

El Yazmaları’nın notu:  Beyazıt Katliamı’nın 42. yıldönümünde, katliamdan yaralı olarak kurtulan yazarımız Oğuzhan Kayserilioğlu’nun döneme ve katliama ilişkin tanıklığını içeren yazısını okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

O zamanlar öyle yapıyorlardı. Askeri mantık gereği olsa gerek. ”Önce merkezi işgal edeceksin. Ve oradan aldığın güçle tüm alanda inisiyatifini güçlendireceksin” diye düşünüyorlardı, muhtemelen.

Faşistlerle çatışmalarda, İstanbul’da, güç dengesi devrimcilerden yanaydı. Semtlerde ve tüm okullarda… Ama merkez bina –Hukuk ve İktisat- faşist işgal altındaydı. Şişli merkezi tutuyorlardı. Zeytinburnu, Aksaray, Beyazıt’ta da aynısı…

İşgalin kırılması kararlaştırıldı. TİP, TSİP ve TKP, bu eylemi “goşist” ve “faşizmi kışkırtan” bir tarz olarak gördüler ve katılmadılar. Diğer tüm devrimciler, yıllardır okula gitmeyenler dâhil, ikinci dönem başlangıcından, Mart 1’den itibaren, topluca okula gitmeye başladı.

Daha önce işgalleri altında olmasından dolayı, faşistler, belli bir kendine güven içindeydi. Onlar sanki “içerden” biz “dışarıdan” durumundaydık. Ama ilk iki hafta içinde dengeler değişmeye başladı. Faşist ve devrimci öğrencilerin polisin arada durduğu konumlanmaları devam ettikçe, demokrat öğrencilerden devrimci öğrencilerle ilişkilenmeler ve destekler başladı.

Gerilim Artıyor

O dönem polisler tam ortalarından bölünmüştü. Sağcı kadar solcu polis de vardı. Ve ama, merkez binada görevli olan özel birlik tamamen sağcılardan oluşuyordu. Ki o özel birlik daha sonra Yıldız’a gönderildi ve orada da Mayıs ayında katliam yaşandı. İşte, demokrat öğrencilerin kaymaya başlaması ve devrimcilerin sayısal üstünlüğü ele geçirmeleriyle birlikte, provokasyonlar artmaya başladı.

Nezih, Ahmet, Kazım (Kürt’tü, Elazığlıydı ve sonraları MHP il başkanı oldu) ve Mehmet’in (sonra milletvekili de olup meşhur oldu) başını çektiği faşistler, gittikçe saldırganlaşmaya başladı. Gereken cevabı alıyorlardı ama, her çatışmada polisin onları desteklemesiyle moral de kazanıyorlardı. Devrimciler arasında ise, hem sinirler bozulup gerginlik yükseliyor hem de işgalin kırılabileceği inancı yerleşiyordu. Devrimci öğrenciler içinde, sonra cezaevindeki devrimcilerin avukatlığını yapan ve Baro yöneticisi olan Osman ve şimdi SDP yöneticisi olan Seyfi öne çıkıyordu. Bazı TKP’liler, TİP’liler ve TSİP’liler de gelmeye başlamışlardı.

O gün, 16 Mart’ta polisler arasında büyük bir gerginlik vardı.

O dönem ismi çok duyulan polis amirlerinden Uğur Gür’e TİKKO tarafından suikast düzenlenmişti. Eylemci militan, ki sonra TKP/ML-TİKKO’nun yöneticisi olarak yargılandı. Şehremini’nde yaptığı eylemle Uğur Gür’e 13 kurşun isabet ettirmiş, sonra polislerle çatışarak Fatih’e kadar gelmiş ve kurşunu bitince yakalanmıştı.

Okula giderken tesadüfen, yakalanan militanın polislerce sürüklenerek götürülüşüne şahit olmuş, psikolojik olarak sarsılmıştım. Olayın ne olduğunu bilmesem de, militanın polislerin içinden attığı sloganla solcu olduğunu anlamıştım. Okula gitmek için toplandığımız Süleymaniye’ye gelince durumu da öğrendim. Herkeste bir gerginlik vardı.

Faşistler Saldırıyor

Dersler bitip de öğle saatinde çıkış başlayınca, faşistler, alt katta saldırdılar. Aradaki polisler bilinçlice saldırıya fırsat verdiler ve devrimci öğrenciler tam toparlanıp da karşı saldırıya geçerken araya girip, sözüm ona olayların genişlemesini engellediler. Her şey iki üç dakika içinde oldu bitti. Fazla bir darbe alınmasa da, sinirler gerildi ve bir motivasyon dalgası oluştu. Sanıyorum 300-400 kişi kadardık, slogan atılmaya başlandı.

Merkez binanın çıkışına doğru toplu bir şekilde ve yürüyüş kolu halinde hareket ettik. Polislerin amiri Behzat isimli bir memurdu ve davranışlarında bir gerginlik vardı. Sonraki olacaklardan haberi olduğunu sanmıyorum ama, işte öyle idi. Sanki elleri titriyordu. Ve bize her zamankinden daha nazik davranıyordu.

Kapıdan dışarı çıkınca, her zaman olduğu gibi, önceden çıkmış faşistlerle aramızda bir polis grubunun olmadığını şaşkınlıkla gördük. Başlarında Kazım ve Mehmet’in olduğu faşistler “kahrolsun komünistler” ve “komünistler Moskova’ya” diye bağırıyorlardı. İşin tuhaf tarafı “Moskova’cı” komünistler “provokasyon olur” diye işgali kırma eylemine katılmıyorlardı. Her neyse, her zaman olduğu gibi sağa dönüp Eczacılık’a doğru ve oradan da faşistlerin “küçük Moskova” dedikleri ara yoldan Süleymaniye’ye doğru yöneldik. 16 günden beri süren işgal kırma eylemimizde, okuldan çıktıktan sonra toplu halde yürürken herhangi bir silahlı saldırıya uğrama tehlikesine karşı, Eczacılık’ın meydana bakan pencerelerinde silahlı arkadaşlar nöbet tutuyordu. Zaten ara yola girdikten sonra bir tehlike yoktu. Orası bizim bölgemizdi.

Eczacılık’ın kapısından dönüp de Süleymaniye’ye doğru yönelmiştik ki, “bomba attılar” diye bir ses duydum. Dönüp bakınca havada bana doğru gelen bombayı gördüm ve bir an alıp geri atmayı düşünsem de, yine bir anda vazgeçtim ve kendimi, önceden bir arkadaşın öğrettiği üzere, bombaya ayaklarımı vererek yere attım. Bomba ben henüz yere düşemeden patladı. Korkunç bir gürültüden ve kulağımdaki uğultudan başka hiçbir şey hissetmiyordum. Kendi kendime “ haydi aslanım bunu da atlattın” diyordum ki, birden ağzıma kan geldi. Ayağa kalkıp olay yerinden uzaklaşmaya çalışırken, ki o anda etrafımda ister istemez gördüğüm şeyler gerçekten çok kötüydü, seri halde 14’lü otomatik atışına başladılar. Gene eğilince başım dönmeye başladı ve soğuk bir ter boşandı.

Ölüyorum, diye düşündüm, son bir slogan atmaya çalışırken, sesimin hırıltılı ve zorla çıktığını ve ağzımın iyice kanla dolu olduğunu fark ettim. Ateş bitince, ki seri halde bir dakika falan sürdü, ayağa kalkıp Esnaf Hastanesine doğru sallanarak yürümeye başladım. Ancak yabancı dillerin önüne geldiğimde, gücüm tükenip de düşeceğim sırada, koşarak Süleymaniye’den gelen polisler hemen kollarımdan tutarak yardımcı oldular. Okulun önünden uzaklaştırılan ve çevre görevi verilen polisler Pol-Der’li solcu polislerdi ve “dayan arkadaşım” deyip, ki hiç unutmuyorum, birisi ağlıyordu, onun gözlerini gördüm, beni kucakladılar. Bugün yaşıyorsam, büyük ölçüde Pol-Der’li o 2 polis arkadaşın sayesinde olduğunu düşünüyorum.

7 Canımızı Yitirdik

Esnaf Hastanesinde yer olmadığı için beni tekrar kucakladılar, ki artık ben kendi başıma hareket edemiyordum, taksiye bindirip şoföre “hemen Çapa’ya” dediler. Ve onlar da bindiler. Takside bir yaralı arkadaş daha vardı, adı herhalde Nilüfer’di, slogan atıyordu. İşte, “kahrolsun faşizm”, “tek yol devrim” falan, tam hatırlayamıyorum. Benim ağzım iyice kan dolmuştu ve sesim çıkmıyor, nefes almakta zorlanıyor ve bilincim de gidip geliyordu. Bir şekilde sloganlara katılmaya çalıştım ama hırıltıdan ötesine geçebildim mi, şimdi hatırlayamıyorum. Elini sıktım o da, benimkini. Sımsıkı birbirimizi tutuyorduk.

Ağır ameliyatlardan sonra kendimize gelip gazetelere göz attığımızda, okulun devrimcilerce işgal edildiğini, ölen 6 arkadaşımızın cenazesinin içinde çok sayıda işçi olduğu elli bin kişi tarafından kaldırıldığını öğrendik. Odada 6 ağır yaralıydık ve hepimiz ağladık. Faşist işgal kırılmıştı ve işçiler fabrikalarından çıkıp arkadaşlarımızın cenazesine sahip çıkmıştı. Ağlayanlardan biri de Cemil idi. İçinde olduğu Aydınlık hareketinin-şimdiki İşçi Partisi- öncülü eyleme karşı olmasına rağmen, işgali kırmada bizimle birlikteydi. Yaptığından memnundu. Bizlerin, diğer beş kişinin, yaraları ondan daha ağırdı ve onunkisi, yüzeydeki hafif şarapnel yaralarıydı. Ama fazla sayıdaydılar. Bomba o şekilde yapılmıştı ki, etrafına irili ufaklı çok sayıda demir parçası da ilave edilmişti. Patlayınca, parçaların her biri, birer kurşun gibi etrafa yayılmıştı. Bomba iyi ki yerde patlamıştı ve zararı etrafına olabilmişti. Şayet havada patlasaydı, bütün kitlenin öleceği ya da yaralanacağı anlaşılıyordu. Düşman alçaktı ve kararlıydı.

İşte o Cemil, ah o sevgili ve sevimli Cemil, hepimize sürekli moral verirken, güzel türküler söylerken, birden durumu kötüleşti. Meğer o parçalardan biri yüzünden bir bacağı kangren olmuştu. Onu hemen aramızdan aldılar. Götürürlerken “köpeklere inat yaşayacağım, gene geleceğim, gene türkü söyleyeceğim” diyordu. Bir kaç oda ötede, o dönemde narkoz bulunmuyordu ve çoğumuzun ameliyatı sınırlı narkozla yapılmıştı, bağırta bağırta bacağını kestiler. Sesleri hala kulağımda. Hepimiz buz gibiydik. Keşke bir tanrı olsaydı da, ona dua edebilseydik. Cemil, sevgili Cemil, ne yazık ki, ertesi gün öldü. Ve ölü sayısı 7’ye çıktı. Bir kısmı ağır, sanırım 9 kişiydik, toplam 40 küsur kişi yaralanmıştı.

Saldıranlar Kaybetti

16 Mart olayı, bir dönemin özetidir. Şimdi belki birçok gence film gibi gelebilecek bu olaylar, sıradanlaşmıştı. Yoğun ve zincirinden boşanmış bir faşist terörle Anadolu’da devrimci iradenin güçlenmesinin üstünde baskı kuruluyordu. 78’liler, o ortam içinde ayakta duruyorlardı. Ülkenin namusu ve yoksulların iradesi olmak durumundaydılar. Arkasında ABD’nin ve sermayenin olduğu gizli odaklarca örgütlenen ve MHP’li zavallı yoksul gençlerin kullanıldığı bir iç savaş yürütülüyordu.

Olmadı. Beceremediler. Faşistler, 16 Mart’tan sonra, önce bütün okullardan ve sonra da semtlerden kovalandılar. Ve İstanbul’da tutunamayacak duruma kadar gerilediler.

Onların gücünün yetmediği yerde de 12 Eylül devreye girdi. ABD’nin “our boys”ları kendilerine söyleneni yaptılar.

“Ben” diye yazdığım için, kusura bakılmasın. Gerçekte hiçbir önemi yok. Orada “ben” diye konuşan, 78 kuşağıdır. O dönemde binlerce gencin başından aynı şeyler geçti, aynı şeyler düşünüldü. Ama sonuçta, hiçbir zaman boyun eğilmedi. Hep yeniden ayağa kalkıldı. 78’liler bir direniş ve onur kuşağıdır. Onun içinde olmaktan gurur duyuyorum.