Solun Krizi (2)

El Yazmaları’nın notu: “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlığı altında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin çeşitli temsilcileri ve yazarlarına yaptığımız çağrı çerçevesinde hazırladığımız dosyamızın ikinci yazısını paylaşıyoruz. Oğuzhan Kayserilioğlu’nun yazdığı, “Solun Krizi 2” başlığıyla 29 Temmuz 2019’da yayımladığımız yazıyı siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Ön not: Değişip Dönüşme Zorunluluğu

Özel bir vurgu olarak, “ihtiyaç” kelimesi yerine daha ağır bir anlamla yüklü olsun diye “zorunluluk” demek gerekiyor.

Önceki bölümde değindiğimiz “yerel” sorun alanlarına ek olarak “küresel” düzlemden çıkıp gelen sorun alanları, solun günümüzde “yeniden kuruluş” düzeyinde çok yönlü ve derinlikli bir dönüşüm yaşamaksızın başarılı olamayacağını net olarak gösteriyor.

Yeniden kuruluş sürecinin “küresel” düzleminde ortaya çıkan bir dizi sorun alanı, kapitalizmin günümüzdeki “yeni” konumlanışlarından ve reel sosyalizm yenilgisinden sonra devrimci-komünist hareketin yaşadığı açmazlardan çıkıp geliyor.

Kapitalizmin yıkılmayıp ayakta kalarak kendisini sürdürürken içinde taşıdığı yıkıcı eğilimleri de güçlendirmesi özel bazı anti-kapitalist toplumsal güç alanları yaratırken; 70’lerden itibaren yaşanan sıkışmayı aşabilmek için uygulanan neoliberal politikaların sonucundaki kimi sistemik dönüşümler de sermaye ve emek güçlerinin konumlanıp mücadele ettiği toplumsal ve siyasal alanın tümünde yeni durumlar yarattı.

Yeni anti-kapitalist toplumsal güçlerin ve sistemdeki iç dönüşümlerin çözümlenmesi ve sistematik bir bütünlük içine alınması üzerinden yol alınarak, yeniden kuruluşun günümüze özgü öznesinin özgün paradigmasının/politik ve örgütsel zemininin keşfedilip inşa edilmesi gerekir.

Reel sosyalizmin çözülmesiyle geriye çekilen işçi sınıfının tarihsel hareketi, hem o çözülmeyi kavrayarak zaaflarını aşmakta hem de o arada inisiyatif kazanan kapitalizmin dayattığı yeni sorun alanlarına cevap üretmekte zorlandığı uzun bir dönemin ardından, şimdi yeniden ayağa kalkmaya çalışırken, aşması gereken önemli bir eşik böylesi derinlikli bir dönüşüme yol gösterecek bir yeni paradigma ihtiyacında beliriyor.

Şayet yeniden ayağa kalkma girişimleri başarılı olacaksa ve bu süreç ancak kapitalizmin ortaya saçtığı ve insanlığı cehenneme sürükleyen gerilimlerle pratik mücadele içinde gerçekleşebilecekse, o mücadelenin başarısı ortaya çıkan sorun alanlarının aşılmasını gereksiniyor.

Yeniden kuruluş süreci, düşmanı olan sermayenin “küresel” ve “yerel” tahakkümüyle uzlaşmaz bir savaşla kendisinin zaaflarıyla uzlaşmaz bir iç hesaplaşmayı birlikte yürütmelidir.

Günümüzün devrimci-komünist hareketi 19. ve 20. yüzyıldaki kendi geçmişinin doğrudan ya da sıradan bir sadık devamcısı olmaya değil, geçmişini benimseyerek aşan yeni bir devrimci zirveleşme yaşamaya yazgılıdır.

Stalin-Stalinizm

Stalin’in Marksizm’i modernist-pozitivist bir zeminde deforme ederek mekanik biçimde kavramış olması, şayet sadece bir “eğilim” olsaydı, başka eğilimler içinde – onlarla iletişim halinde var olan ve dolayısıyla ancak ortak hatta bir “vurgu” ya da “nüans” biçiminde kendisini var edebilen bir eğilim olsaydı; yaratmış olduğu tarihsel boyuttaki yıkıcı etkiyi oluşturacak güce ulaşamazdı.

Ya da Stalinizm, kendisi iktidar olsa bile, onunla farklılaşan ama sosyalizmin kuruluşunda ortaklaşan bir muhalefetle denetlenseydi, zaaflarını bu derece güçlendirmeye imkân bulamayabilirdi.

Sadece Stalin’e özgü olmayan ve bambaşka politik mevzilerde konumlanan Kautsky ya da Plehanov gibi Marksist teorisyenleri de farklı biçimlere bürünerek kapsayan bu zaaflı eğilim/Marksizm’in modernist-pozitivist kavranışı, diğerlerinden farklı olarak Sovyet devletinin zirvesinde olduğu için iktidar gücüne sahip Stalin üzerinden ve onun özgün nüanslarıyla bezenerek özel bir güce ulaştı.

Evet, Sovyet devrim tarihi öyle yaşandı ki, Stalin’in zaaflı duruşu, ki asla Stalin kişisine indirgenemez ve Rusya’nın tarihsel ve güncel toplumsal süreçlerinin Marksizm içindeki bir ürünü olarak oluşmuştur, başka duruşları tasfiye ederek kendisini iktidarın “tek” gücü haline getirebildi. Bu tasfiye sürecinin içinde, karşılıklı etkileşimin varlığı durumunda, onun zaaflarının kazandığı güce ulaşmasını dengeleyip engelleyecek farklı komünist duruşlar devlet şiddetiyle fiilen tasfiye edildi.

O tasfiye ile, Stalin, aslında kendisinin temsil ettiği eğilimi de boğacak bir tarihsel bataklık yarattı; parti içindeki hasımlarını tasfiye ettikçe, farkında olmasa da kendisinin (ama daha önemlisi partinin) beslenme kanallarını da kesip koparıyor ve kendisini de (o arada partinin ve Sovyet halkının zenginliğini-canlılığını da) yok ediyordu.

Evet, kişisel bilincinde devrime samimice bağlı olan Stalin’in duruşu, “cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir” dendiği gibi, Sovyet devletini korumak isterken fiilen onu bozup çürüten bir süreci başlatmaya sürüklenmişti.

Lenin’in muazzam kapasitesiyle kapsayarak devrimin hizmetine soktuğu ve hiçbiri öylesine bir rastlantı olmadan Bolşevik partisinde toplanan Sovyet toplumsallığının hepsi devrime Stalin kadar bağlı olan farklı politik nüansları (Buharin, Troçki, Zinovyev, Kamanev…vd.), partiden ve iktidar alanından koparılıp atılıyor, fiilen de yok ediliyordu.

Tasfiye sürecinin etrafına saçtığı zehirli ve yıkıcı eğilimler, dolaylı yoldan iktidar alanını/devlet ile parti liderliğini tekleştirip aynılaştırırken; toplum, bakışımlı ilerleyen bir süreç içinde siyasal alana/sosyalist devlete yabancılaşarak içine kapandı.

Gerçeklik öyle yaşanıyordu ki, siyaset, farklı görüşlerin özgürce kendisini ifade ettiği ve herkese açık tartışmalarla bir sonuca doğru ilerlendiği “Leninist” halinden çıkmış, Kremlin sarayının gizli koridorlarında yoğunlaşan esrarengiz “entrikalar” ve “komplolara” karşı savaşa dönüşmüştü; öyle ki, Sovyet toplumunun kahramanlar olarak gördüğü Bolşevik partisinin merkez komitesi üyelerinin aslında emperyalist ülkelerin ajanları olduğu açıklanıyor ve kurşuna diziliyorlardı.

Evet, gizem, entrika ve bolca ölüm cezası ve bu süreci gerçekleştiren devlet cihazının büyüyerek özel biçimde güçlenmesi yaşanırken; halkın içinde korku ve geri çekilme eğilimi oluşup güçleniyor, halk geri çekildikçe oluşan boşluk devlet cihazı ve bürokratlar tarafından dolduruluyordu. Siyasal alan, adeta bir eğik düzlem içinde Sovyet halkından sürekli daha fazla kopan bir devlet cihazı tarafından işgal ediliyordu.

Bu durum, sosyalist bir inşa faaliyetinin en önemli beslenme kanalı olan halk inisiyatifinin kuruması anlamına geliyordu.

İşte, devrime ve komünist ideale bağlılığından şüphe edemeyeceğimiz bir kişilik olan Stalin’in, tarihsel Slav despotizmi, burjuva modernizmi ve sosyalist inşa faaliyetini “eklektik” bir yapıda ortaklaştırarak Marksist bakışın içinde oluşturduğu teorik, politik ve örgütsel etki alanı, rakipsizce hâkim hale gelerek Sovyet devrimine damgasını vurdu.

İktidar alanından uzaklaştırılan toplum kendi içine kapanıp günlük yaşama hapsolarak sosyalist devletin inşasına ilgisizleşirken; o topluma hizmet etmeye güdülü olan Sovyet devleti, gerçekten de topluma hizmet ediyordu. Sonuçta, sadece Sovyet toplumunun emeğiyle oluşan güç ve zenginlik, kollarını bütün dünyaya ahtapot gibi atarak talan yapan emperyalist merkezlerle yarışacak bir seviyeye çıktı, eğitim, sağlık, beslenme, ulaşım ve barınma gibi temel ihtiyaçların karşılanması açısından en üst seviyeye yerleşildi, daha ötesinde ortalama kültür düzeyi dünyanın en gelişmiş halklarından birisi olma düzeyine sıçrandı ve başka bir dizi halk kazanımı söz konusuydu.

Gelin görün ki, Sovyet devleti, “halka hizmet” etmeye indirgenemeyecek bir “tarihsel” hamleydi.

O, ancak ve sadece toplumla birlikte onun kendisini örgütlemesinin bir işlevi olarak hayata geçerse kendisini gerçekleştirebilecek olan sosyalist nitelikli bir devlet inşa girişimi olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Devlet, halkın kendisini örgütlemesi olarak halk tarafından inşa edilecek, zamanla yetmezliklerini aşarak kendisini yönetmede yetkinleşen halk gerçekliği oluştukça gereksizleşerek sönümlenecekti.

Stalin’in müdahaleleri ise, hedeflenenin tam tersi süreçleri harekete geçiriyordu.

Önceden yaşanmadığı için toplumsal ve siyasal bir faaliyet biçimi olarak keşfedilip hayata geçirilmesi gereken sosyalist devlet; dünya tarihinde bir ilk olarak, işçi sınıfının bütün halk güçlerinin ihtiyaçlarını da gözeterek kendisini kendi ihtiyaçlarını esas alarak kendisi olarak yönettiği “sönümlenmeye” yazgılı bir “geçiş” devleti olma özelliğini, henüz emekleme aşamasındayken kaybetmeye sürükleniyordu.

Sovyet devletinin komünizmi hedefleyen içeriği ağır biçimde darbelenmiş, halktan kopuk ama burjuva devletlerden farklı olarak “halka hizmet” eden özgün bir modern devlete indirgenme sürecine girilmişti.

Deyim yerindeyse, Rus tarihinin derinliklerinden çıkıp gelen despotizm, Batılı kapitalist devletlerin modern yapısına öykünmeyle ortaklaşıyor ve işe bakın ki, başlangıcında/özellikle de Stalin döneminde sosyalizmin kuruluşuna hizmet etmeye çalışıyordu.

Birbirini dışlayan olgulardan kökleri tarihin derinliklerine atılmış olan yerleşik egemenlik alışkanlıklarının avantajlı, ancak binlerce yıldır sürüp gelen egemenlik alışkanlıklarına kendisini dayatarak kendisini gerçekleştirebilecek olan ve henüz örneği olmadığı için keşfedilmesi gereken olası sosyalist “geçiş” devletinin kuruluş denemesinin dezavantajlı olacağı belli değil midir?

Nitekim, reel sosyalizmin hazin çözülüşü de böylesi bir sürecin kaçınılamayacak son aşaması olarak gerçekleşti.

Stalin’in Stalinist Marksizm-Leninizmi, işçi sınıfının özellikleri itibariyle kendisinden önceki egemenlik ilişkilerinden bir “kopuş” ve “yeniden oluş” yapısını taşıyan iki dünya-tarihsel kazanımını/Marksizm’i ve Leninizm’i, işçi sınıfından yana despotik-modernist bir kavrayış ve pratiğe indirgerken; bu indirgenmiş özel ideolojiyle/Stalinizm’le bilinçlerde sosyalizmin temellerinin atıldığı sanılıyor, ama gerçeklikte fiilen reel sosyalizmin kapitalizm karşısındaki yenilgisinin tarihsel temelleri inşa ediliyordu.

İşte, Marksizm’in yerini alan onun modernist-pozitivist yorumu olan Stalinizm, arkasına aldığı Sovyet devletinin gücü ve moral üstünlüğüyle, kapitalizm karşıtı mücadele alanında egemenlik kurdu. Aynı dönemde kendilerini var eden Luxemburg, Gramsci ve Lukacs gibi teorik-politik zirveler, Stalinizm’in ideolojik ve moral üstünlüğü ve Sovyet devletinin baskısı altında kendilerini geliştirip güçlendiremediler.

Sonuç, işçi sınıfının sosyalist düşüncesinin Marx-Engels ve Lenin şahsında kapitalizmin farklı ideolojik ve politik eğilimleri karşısında kazandığı açık üstünlüğün kaybedilmesi oldu. Sovyet devletinin inşa ettiği reel sosyalizmin çözülüşü, bu durumu iyice netleştirdi. İtibarı zaten epey zayıflayan Marksizm’in Stalinist yorumu, 90 sonrasında daha da itibarsızlaştı.

Günümüzün devrimci-komünist hareketi 19. ve 20. yüzyıldaki kendi geçmişinin doğrudan ya da sıradan bir sadık devamcısı olmaya değil, geçmişini benimseyerek aşan yeni bir devrimci zirveleşme yaşamaya yazgılıdır.

Peki, bu “ön not” neden icap etti?

Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH’nin) birbirine zıtmış gibi gözükenleri dahil, birçok eğiliminin Stalinizm’in ideolojik-politik zemininde oluşup şekillendiğini vurgulamalıyız. “Marksizm” ya da “Leninizm” TDH’ye çoğunlukla Stalinizm’in prizmasında kırılıp-dönüştükten sonra ulaşabildi. Maoizm kendi özgün oluşumunda pratikte aslında fiilen farklılaştığı hatta karşısına aldığı Stalinizm’in ağır etkisini taşır. TDH’nin oldukça güçlü biçimde etkilendiği Enver Hocacılık ise, Stalinizm’in de kabalaştırılarak karikatürize edilmiş halidir.

TDH, ana hatları itibariyle, (anti-Stalinist olmadan ve Stalinizm’i ortak tarihimizin zaaflı bir reel gerçekliği olarak görüp sahiplenerek) öncelikle Marx ve Lenin’i, Stalinizm’in gölgesinden çıkarıp/darlaştırılıp boğuldukları kalıplardan kurtarıp “özgürleştirerek”, kendi muazzam zenginlikleri içinde-kendileri olarak kavramayı başarabilmelidir.

Bu adım, ancak ve sadece, kendisinin Stalinizm’le kaynaşmasına zemin olan binlerce yıllık Antika tarihin toplumsal bilinçte yarattığı donuklaştırıcı, kalıplara sokucu ve mutlaklaştırıcı eğilimlerden netçe kopuşarak, bilinçlerde verdikleri hasardan özgürleşerek atılabilir.

Pratik yaşamdaki olgular ve süreçler ya da bilinç düzeyindeki kimi saptamalar veya kavramlar, kendi gerçeklikleri içinde sonsuz dolayım kanallarıyla başkalarıyla ilişkilendikleri bir alan içinde oluşup-sürekli değişip dönüştükleri dinamik bir yapısallık içinde var olurken; TDH ile ilişkilendikleri anda, hemen “mutlak” hale dönüşmeye zorlandıkları bir kalıba sokulmaya çalışılır, ilişkileri ve iç gerilimlerinin belirlediği hareketleri -sürekli alış-veriş içinde olan canlılıkları görülmeyip-görülemeyip donuklaştırılır ve değişime-dönüşüme açık olduklarını ima eden geçicilik kapasiteleri panikçi bir tutumla zaaf olarak görülerek hemen reddedilir ve kutsallık halesiyle örtülerek dokunulmaz kılınır.

Sonuç olarak, ne Stalinizm bir kişinin özel kapasitesidir ne de TDH’nin Stalinizm’in ya da Enver Hoca’nın etkisi altında kalışı öylesine rastlantısal bir durumdur; siz konjonktüre sıkışıp tarihin uzun devrelerini görmez-kavramasanız da o devreler sizinle “ilgilenmekten” hatta sizi de “kapsayıp belirlemekten” vazgeçmez.

Tarihin derin dalgalarının bilinçsizce etkisi altında kalınıyor olunması verecekleri hasarı artırırken; bilinçli kavrayış, “kopuş” ve “özgürleşmenin” anahtarıdır.

Günümüzün devrimci-komünist özneleşmesinin zorunlu ilk adımı bu noktada atılmalıdır.

Bu zorunlu ama TDH’nin var olan öznelerinin tarihinin oluşturduğu “genetik yapıları” düşünülünce büyük çalkantılar, tasfiyeler, bölünmeler ve kopuşlar yaratmaya yazgılı olan zorlu ve gergin adımın atılması sürecidir ki, özel ve zorunlu bir “belirlenim” olarak sonraki adımların atılmasının ilk ivmesini verip sürecin hedefine ulaşmasını kolaylaştıracaktır.

Dönüşümün Küresel Zemini

Dünya kapitalizmi/sermayenin küresel çaptaki somut-tarihsel hareketi, 2. Dünya/Paylaşım Savaşı’ndan 70’li yıllara dek, devrevi krizleri belli periyodlarla kendisini gösterse de kâr oranlarındaki yükselme eğiliminin eşliğinde özel bir atılım-güçlenme dönemi yaşadı. 73’te yaşanan petrol krizi ve dolar-altın ilişkisinin bozulmasıyla kendisini açığa çıkaran yeni dönem ise, tam tersi bir yapısal süreç içinde, kimi zaman devrevi çıkışlar yapsa da kâr oranlarında başgösteren düşme eğiliminin eşlik ettiği bir “kriz” halini yaşadı, halen de yaşıyor.

Krizden çıkış için oluşturulan ve neoliberalizm başlığı altında toplanan politikalar, sonraki on yıllar boyunca aşılamayıp süren “krizin” acil talepleri tarafından aralıksız yapılan zorlamalarla sürekli olarak derinleştirilip zenginleştirilerek uygulandı.

Sermayenin somut tarihsel hareketinin önünü açmak için 70’li ve 80’li yıllarda Reagan-Thatcher liderliğinde başlatılan neoliberal politikalar, 90’lı yıllarda reel sosyalizmin çözülüşünün sermaye güçlerine moral verirken emek güçlerine moralsizlik ve çözülme yüklemesinden güç alarak, daha hızlı ve güçlü uygulandı. Üstelik, çözülen sosyalist ülkelere de hızla yayılan neoliberal politikalar, bütün yeryüzünde aynı anda uygulandığı bir çapa sıçrayıvermişti.

70’li yıllarda atılan kaba adımlar, zaman geçtikçe gitgide daha hassas, daha ayrıntılı, daha zengin hallere bürünerek yeryüzündeki toplumsal yaşamın neredeyse bütün alanlarına ulaşabildi. Ulaşıp-dokunduğu yerler, neoliberal saldırıyla, eski hallerinden farklılaşıp sermayenin hareketine daha uygun bir hale dönüşmeye zorlanıyordu.

Bu saldırı süreci elbette “pürüzsüz” bir alanda yaşanmadı.

Farklı toplumsal güçler çoğunlukla “savunma” kimi zaman da ihtiyaçlarını dayattıkları “saldırılar” biçiminde, sermayenin neoliberal saldırı sürecinin akışına “sürtündü”, “pürüzler” oluşturdu, “direnç” gösterdi hatta “engelleyici-yıkıcı” oldukları durumlar da yaratabildiler.

Anti-kapitalizm, emek-değer yasasının üstünde hareket ettiği zeminde yaşanan çözülmenin kapitalizmin varlığını boşluğa sürüklemesi ve tarihsel sınırlarının ufukta belirmesi gerçekliğinden de güç alıyor.

İşte, sermayenin sürekli saldırısı, halk güçlerinin savunması ve kimi zaman başardığı karşı saldırısı biçiminde yaşanan uzun dönem, dünya kapitalizminde ve ona karşı duruşlarda önemli değişimler yarattı.

Sonuç olarak, 2008’de zirve yapan “krizinin” bir kez daha gösterdiği gibi, içinde bulunduğu “uzun dalga krizinden” çıkamayan kapitalizmin emek-sermaye uzlaşmazlığı üzerinde konumlanan ana yapısının değil, ama o yapının kendisini gösterdiği neredeyse bütün yönlerinin ve tümüyle işleyişinin ciddi bir dönüşüm geçirerek başkalaştığını tespit etmeliyiz.

Bu dönüşüm ve başkalaşımın, kapitalizmi yıkmak için mücadele eden ve sistemin değişmeyen ana yapısı olan emek-sermaye uzlaşmaz zıtlığından ivmelenen işçi sınıfının tarihsel eyleminde konumlanan devrimci-komünistleri de değişip dönüşmeye zorladığı-zorlayacağı açıktır.

Öte yandan, özel bir durum olarak, yıkılmayıp süreduran ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak yapısındaki yıkıcı eğilimlerin de kendilerini sonuna dek gerçekleştirdikleri özel türden bir kapitalizme ait özel bir dünya-tarihsel dönemin içinde konumlandığımızı da vurgulamalıyız.

Bu durum, ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçlar ve onlara yönelik tepkiler üzerinden geçmişten farklı bir anti-kapitalist alan gerçekliğini oluşturuyor.

Anti-kapitalizm, emek-değer yasasının üstünde hareket ettiği zeminde yaşanan çözülmenin kapitalizmin varlığını boşluğa sürüklemesi ve tarihsel sınırlarının ufukta belirmesi gerçekliğinden de güç alıyor.

Bazı Durumlar

Bir makalenin sınırları içinde olunduğunu gözeterek, solun mevcut krizinden çıkabilmesi için zorunlu olan yeniden yapılanmasının içinde gerçekleşeceği toplumsal alanda yaşanan kimi durumları saptamalıyız.

A – Komünist harekete özel bir yapı kazandıran Emek-Sermaye uzlaşmaz zıtlığı, kapitalizmin temelinde yatan ana çelişki olarak varlığını sürdürüyor; ancak, zıtlığın taraflarının kimi dönüşümler geçirdiğini ve zıtlığın kendisini açığa vuruş hallerinin de farklı biçimler kazanarak zenginleştiğini saptayabiliriz. Bu dönüşüm, farklılaşma ve zenginleşmeler sol siyasal alandaki birçok yanılsamanın kaynağı, ama şimdi onların günümüze özgü devrimci-komünist özneleşmeye yükledikleri özellikleri-gereksinimlerine odaklanacağız.

1 – Kapitalizmin reel sosyalizmin çözülüşünden sonra yeryüzünün tümüne yayılmasına ve zaten bulunduğu coğrafyalarda da gittikçe daha fazla toplumsal alanı fethederek artırdığı toplumsallaşma kapasitesine bağlı olarak sürekli büyüyen sermaye, kendisini/hareketini gerçekleştirebilmek için en önemli “ilişkisini” işçilerle kurmak zorundaydı ve kendisini büyütürken işçi sınıfının nüfusunu da arttırdı.

Sermaye, kendisini büyütebilmek için artı-değeri çekip aldığı işçilerle ilişkisini sürekli genişleyerek kurmaya zorunluydu. Süreklileşerek artan iş gücü ihtiyacının karşılanması için kısa bir zaman içinde yeryüzünün kırları boşaltıldı ve yüz milyonlarca köylü daha işçileşti, süreç halen de bütün hızıyla devam ediyor.

Neoliberal saldırı döneminde, aynı zamanda, farklı kamu faaliyetlerinin özelleştirilerek sermayenin hizmetine sunulması/kamu hizmetlerinin sermaye birikim alanlarına dönüştürülmesi ve dolasıyla bu alanlarda çalışanların özel statülerini kaybederek işçileşmesi üzerinden, işçi sınıfının niceliğini artıran başka bir süreç daha yaşandı.

Son on yıllarda gittikçe daha geniş alana yayılan ve daha önemlisi üretimin belirleyici alanındaki yerini arttıran bilgi-işlem odaklı “hizmet” üretimi de nitelikli işçi ihtiyacı üzerinden işçi sınıfının niceliğini arttıran ek bir ivme verdi.

Sonuç olarak, işçi sınıfı, tarihindeki en güçlü kitleselliğe ulaştı ve işçileşme süreci sermayenin toplumsallaşmasının hızlanması oranında hız ve çap kazanarak halen de sürüyor.

Ancak, kârını artırmak isteyen sermayenin üretim alanlarındaki yeni uygulaması olan post- fordizm üretimi “parçalı” bir yapıya büründürdüğü için, sınıfın geçmişteki en güçlü yapısal konumlarından birisi olan toplu bulunma hali zayıfladı. İşçi sınıfı artık “toplu” değil “parçalı” bir yapısallık içinde.

Evet, işçi nüfusu arttı ama sınıf artık parçalı ve üstelik o parçaların farklı özgünlükler taşıdığı bir yapısallık içinde; dolayısıyla, işçi sınıfının sınıf olarak hareketi üzerinden onun birliğini sağlamak/tek tek işçilerden ya da farklı işçi bölüklerinden işçi sınıfının bütünselliğine ulaşmak zorlaştı.

Ek olarak, sınıfın gittikçe artan kitlesi “hizmet” işkolunda çalışmaya başladı.

Ayrıca, kâr oranlarını artırmayı hedefleyen neoliberal saldırının sonucunda, sınıfın sayısı gittikçe artan bir kitlesi emeğinin “niteliksizleştiği” ve hiçbir sosyal hakka sahip olmadığı “enformel” sektörde istihdam ediliyor. Ama, tersi yönde gelişen bir eğilim içinde, sınıfın bilgi-işlem alanında çalışan yüksek kaliteye sahip başka bir bölüğü de, iktidar-yönetme ve yaratıcılık yeteneğini kazanarak kendisini var ediyor ve sınıfın topyekûn kapasitesini zenginleştiriyor.

İşte, sermayenin geçtiğimiz yüzyıldaki en önemli kazanımlarından biri olan “emeğin niteliksizleşmesi” bir nesnel eğilim olarak günümüzde de kendisini sürdürüyor, ama tersinden, sermaye emeğin daha önce olmadığı ölçüde nitelik ve ağırlık kazanmasına da yol vermek zorunda kalıyor.

2 – Sermaye, dünya tarihinde hiçbir egemen sınıfın ulaşamadığı bir yayılım alanına kavuştu. Sermayenin somut-tarihsel hareketi yeryüzünün tümünde gerçekleşiyor; sadece “yayılım” değil “derinlik” ve “kapsam” açısından da aynı durum gerçekleşti; toplumsal yaşamın neredeyse bütün alanları sermaye birikim alanlarına dönüştürüldü. Aynı zamanda, sermaye sürekli olarak kendisini gerçekleştireceği “yeni alanlar-yeni sermaye birikim havuzları” yaratıyor. Yayılımın coğrafi sınırlarına genel hatlarıyla ulaşılmış olması, kendisini büyütmeye güdülü sermayeyi derinleşebileceği yeni kanallar keşfederek zenginleşme üzerinden yol almaya zorluyor.

Kâr oranlarındaki düşme eğiliminin yatırımları çekici olmaktan çıkarması, sermayenin baştan itibaren var olan spekülatif birikim kanallarını daha fazla kullanmasını güdüledi ve günümüzde dünyada yaratılan değerlerden 10-12 misli büyüklükte finansal enstrüman “finansal oyun alanlarının” içinde dolaşıyor.

Metropol ülkelerdeki işçi ücretlerinin ve diğer üretim masraflarının yüksekliği, düşme eğilimindeki kâr oranını yükseltmek isteyen sermaye güçlerini, başta iş gücü olmak üzere birçok üretim ögesinin daha ucuz olduğu geç kapitalistleşmiş “çevre” ülkelere yatırım yapmaya itti. Bağlı olarak, sermayenin geçmişte yaşanandan farklı bir “küreselleşme” eğilimi içinde olduğunu saptamalıyız. Artık, metropoller dışındaki coğrafyalar, eskisi gibi esas olarak ham madde ve pazar alanı değil, en büyük sermaye gruplarının üretim mekânları bütün yeryüzüne yayıldı.

Hız, sermayenin günümüzdeki varoluşunun en belirgin özelliklerinden birisi oldu. Marx’ın vurguladığı “göz açıp kapayıncaya kadar döngüsünü tamamlayıp kârını realize etme” eğilimi, finans piyasalarında gerçekleşti, diğer alanlarda da “hız” sürekli artıyor.

Toplumsal yaşama nüfuz etme/toplumsallaşma eğiliminin ulaştığı düzeyle birlikte düşünülünce, sermayenin günümüzdeki en temel eğilimlerinden birisi olan hız-hızlanma olgusu, toplumsal yaşamın bütün mekânlarına ve her anına damgasını vuruyor. Hız, sermayenin hizmetine girdiği haliyle, toplumsal yaşamdaki her şeyi parçalayıp-dağıtan, her türlü yoğunlaşmayı-konsantrasyonu engelleyen bir gerçeklik kazanmış durumda. Parçalanan ve yüzeye savrulan özgün bir toplumsal-bireysel konumlanma dayatılıp-inşa ediliyor.

3 – Sermayenin kendisinin koruma altına aldığı ve üstünde egemenliğini inşa ettiği pazar alanı olan “ulus-devlet”, sınıf savaşının öncelikli ana alanıydı; evet, elbette sermayenin yeryüzündeki hareketinin tümüyle uzlaşmaz bir zıtlaşma içindeydik, ama öncelikli-hemen mücadele edilecek alan ulus devletin sınırlarının içinde olup bitenlerdi.

İşte, sermayenin üretimini her düzeyde yeryüzüne yaymasının/küreselleşmesinin bir ürünü olarak, ulus-devlet gerçeği, hem kendi içinde eyaletlerin ya da şehirlerin özerkleşmesi yönünde hem de dışına doğru bölgesel bütünleşme eğilimi ve hızla güçlenen küresel ağlar yönünde açılıp saçılmaya başladı.

Bu durum, bilinçlerde farklı tepkiler üretti; acaba kapitalizmin doğuşuyla tarih sahnesine çıkan ulus-devlet gerçeğinin ağırlığını yitirip artık polisiye önlem almayla sınırlı bir biçimselliğe indirgendiğini mi düşünmeliydik; yoksa, olup bitenler yüzeydeki normal dalgalanmalardı da ulus-devlet bütün ağırlığını koruyor muydu?

Başka bir yönden sorarsak, sınıf mücadelesinin güncel arenası neresiydi, eskiden rahatlıkla “ulus-devlet” diyerek cevaplayabileceğimiz bu sorunun cevabı değişmiş miydi?

Halen de içinde olduğumuz bir gerçek süreç olarak, ulus-devletlerle sermayenin küreselleşmesi arasında yaşanan gerilimin, hızlı ve basit bir çözümü yok.

Sermaye küreselleşiyor, ama toplumları sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda konsolide eden merkezi bürokrasinin konumlanması, kârın realize edilmesinin garantisi ve güvenceli toplanma mekânı, küresel rekabetteki koruyucu askeri-politik şemsiyesi olarak ulus devletlerin önemini koruduğu görülüyor.

Dolayısıyla, dağılma ya da önemsizleşme yönünde birçok gerilim ekseni tarafından zorlansa da sermayenin hareketinin sigortası olarak ulus-devlet halen önemini koruyor.

Öte yandan, şimdi gerçekleşen küreselleşme, özellikle üretim mekânlarının yeryüzüne yayılmasının ulaştığı seviye, sermayenin hareketinin hızı, üretimin güncel boyutlarının yarattığı mallar kütlesinin boyutları ve zenginliğinin tüketiminin (kârı realize etmenin) günümüze özgü zorunlulukları üzerinden, önceki küreselleşme dönemleriyle aynılaştırılamaz.

Dolayısıyla, ulaşım ve iletişim alanlarındaki yeni icatların kolaylaştırıcı kapasitesinin de desteğiyle, sermayenin günümüzdeki konumlanışının ihtiyacı olarak, ulus-devletlerin yanı sıra ve kimileyin onlarla gerilim içinde olan bölgesel ve küresel düzeyde sermayeye ait yeni “mekânların” oluşması ve güç kazanması da bir gerçeklik olarak yaşanıyor.

Sınıf mücadelesinin ana mekânı da halen ulus-devlet olmakla birlikte, özellikle ekoloji ve kadın sorunu olmak üzere anti-kapitalist güçler açısından bölgesel ve küresel mekânların/iletişimin sürekli alan ve güç kazandığını saptamalıyız.

B – Kapitalizmin başlangıçta sanıldığından daha dayanıklı ve daha uzun ömürlü olmayı başarması, onun taşıdığı birçok yıkıcı yapısal eğilimi, en yüksek yıkıcılık kapasitelerini kazanacakları özel bir doğrultuda sürekli ivmelendirdi.

Öyle oldu ki, yeryüzünde tam hakimiyet kurduğu ve düşmanı işçi sınıfı tarafından pek de zorlanmadığı günümüzde, sistem, bizzat kendisinin/sermaye birikiminin yarattığı sonuçlar tarafından zorlanıyor.

Kapitalizm kendisiyle beraber bütün insanlığı da yoksullaşma, işsizlik, göç hareketleri, savaşlarla ve yarattığı gıda krizi, hastalıklar, susuzluk, iklim felaketleri gibi binbir yakıcı sorunla birlikte ekolojik yıkım üzerinden kaosa sürüklüyor.

Başlangıçta “abartı” gibi gelebilecek bu tespitin, sadece şimdi ve burada elde edeceği kârı/birikim fırsatını bünyesine katmaya odaklanmış sermayenin güncel hareketi ve onu savunan askeri-politik örgüt olan devletler tarafından gözü kara bir tarzla fiilen gerçekleştirildiğini içinde yaşayarak fark ediyoruz.

Sistemin yıkıcı eğilimlerinin ulaştığı boyut ve insanlığı sürüklediği irili ufaklı felaketler, onlara tepki gösteren ve felaketlerin boyutu arttıkça gelişip güçlenen çağımıza özgü anti-kapitalist toplumsal hareketler yarattı.

Öte yandan, işçi sınıfının toplumların gittikçe daha fazla kütlesini oluşturan niceliği, kendisini böylesi tepkilerde ifade edenlerin çoğunun işçi sınıfının farklı bölüklerinin/parçalarının içinden çıkıp gelmesini koşulluyor. Dolayısıyla, bu hareketler bir yönleriyle de işçi sınıfının bazı özel parçalarının sisteme karşı tepkilerini ifade ettiği mekanlar oluyor. İşte, sınıf mücadelesi kendisini günümüzde de artı-değere el koyan kapitalist işleyişi tasfiye etme üstünde inşa etse de aynı zamanda onun farklı biçimlere bürünerek zenginleştiğini de görüyoruz.

Elbette, anti-kapitalist toplumsal hareketler, sermaye karşıtı olmakla birlikte işçi sınıfı hareketine de indirgenemez; her anti-kapitalist hareket kendi var oluşuna-kendi ihtiyaçlarına odaklanarak güçlenmeye ve günümüze özgü bir anti-kapitalist alanda kendi benzerleriyle ilişkilenerek güç kazanmaya ihtiyaç duyuyor.

Ekolojik hareket, kadın kurtuluş hareketi, savaş karşıtlığı, geçmişin tarihsel komünalitelerinin günümüzdeki uzantılarının günümüz kapitalizmine tepkileri, zamanımıza özgü özel toplumsal hareketler olarak, kapitalizme karşı tepkilerini biriktiriyor, ortaklaşarak güçlenecekleri ve birlikte mücadele edecekleri bilinç ve örgütlenme biçimlerini arıyorlar.

C – Teknoloji ve sermaye ilişkisi de, son 50 yılda özel bazı durumlar oluşturdu, yenilerini oluşturmaya da devam ediyor.

Teknoloji, toplumsal bir ürün ve bütün toplumsal olgular gibi, “mutlak” bir “iyi” ya da “kötü” niteliğini taşımıyor. O, hiçbir zaman “boşlukta” gelişmiyor; içinde var olduğu toplumsal ilişkilerin içinden geçerek-geçerken de belirlenerek özel bir yapıda oluşuyor.

Egemen sermaye güçleri, ellerindeki muazzam imkânları kullanarak, teknolojik gelişmenin olası gelişme kanallarından herhangi birine değil de sermayenin çıkarlarına cevap vermeye daha elverişli olan özel bir kanala girmesi yönünde çabalıyor, çoğunlukla da belirleyici oluyorlar.

Hemen belirtmeliyiz ki, insanlık tarihinin günümüzdeki aşamasında ulaşılan bilinç düzeyi, insanlığın çok daha mutlu olabileceği teknolojik keşifler yapabilecekken, sermayenin çıkarlarını karşılamaya odaklanmış o özel yönde ancak kısmi başarılar sağlanabiliyor. Sermaye güçleri, bilimsel-teknolojik gelişmeyi baskılayıp kendi çıkarlarına uyan belirli bir yola iterek, insanlığa karşı suç işliyorlar.

Ayrıca, şimdi var olan teknolojik olanaklar da kendi kapasitelerinin bütününü değil, sermayenin çıkarlarına cevap verdiği kısmını geliştirip uygulamaya zorlanıyor.

Yine, teknolojik olanakların uygulama biçimi de sermayenin çıkarları doğrultusunda pratiğe geçiyor; hepimizin bildiği örneği vurgulayacak olursak, makineler işçi emeğinin verimliliğini artırdıkça, bu durum iş saatlerini azaltma biçiminde değil işçi çıkarma biçiminde ve işsizlik cehennemini körükleyerek hayata geçiriliyor; sonuçta, “artık-çöp nüfus” bir kanser hücresi olarak yeryüzündeki toplumsal yaşamın içine yerleşti ve “metastas” yaparak sürekli alan kazanıyor.

Gelişen teknik olanakların sermayenin çıkarlarına uygun biçimde uygulanmasının sonucunda, işler sürekli daha az işçi tarafından yapılabilir hale geldikçe, kapitalizmin yeni iş alanları yaratarak insanlara iş bulma kapasitesi daralıyor ve bu süreç onun en güçlü “meşruiyet” kaynağını kurutup, insanlık için bir “gereksiz hatta zehirli yük” haline dönüştürüyor.

Öte yandan ve belki de en önemli bir gerçeklik gittikçe daha fazla kendisini dayatıyor; robot teknolojisinin “akıllı robotlar” yapma aşamasına sıçradığı son 20-30 yıl, insanlığın önüne muazzam imkanlar sunuyor; gelin görün ki, sermaye sisteminin/kapitalizmin yapısal özellikleri, ne kadar gürültü koparsa da o teknolojiyi kullanmada sınırlı kapasiteye sahip. Sermayenin büyümesinin kaynağı işçiden çekip aldığı artı-değer, bu kaynağın sürekli çalışması lazım. Tam otomasyon, sermayenin yapısal özelliğiyle çelişiyor.

İki yönlü bir açmaz söz konusu; ilki, artı-değer denen kapitalizme ait olgunun boşluğa düşüp meşruiyet kaybına uğraması; ikincisi, sermayenin artı-değere olan ihtiyacından dolayı “akıllı robotların” kullanımında isteksizliktir. Her iki durum da aslına bakılırsa, sistemin kendisinin altını oyuyor, onu insanlığın daha güzel bir yaşam sürebilmesini engelleyen bir konuma sokuyor.

D – 2008 krizi, kapitalizmin uzun dalga krizinin özel bir zirvesini oluştururken, krizi “gizli” bir eğilim olmaktan çıkarıp herkesin de görebileceği bir gerçeklik çapına sıçratıverdi. Evet, üstelik, ekonomik kriz o “zirveden” ya da “dipten” bir türlü çıkamıyor, sürüp gittikçe daha yıkıcı oluyor ve emperyalist güçler arasında gerilimleri kışkırtıp savaş tehlikesini büyütüyor.

Öte yandan, sadece ekonomik kriz değil, kapitalizm, kendi güncel durumunun ürettiği özel bir hegemonya krizi tarafından da zorlanıyor.

Sovyetlere karşı ortaklaşan ABD, AB ve Japon emperyalist odakları, Sovyetlerin dağılmasından sonra iki zıt eğilim tarafından zorlandı:

ABD, kendi liderliğinde yürütülen “soğuk savaşın” kazanılmış olmasının kendisine kazandırdığı moral güce ve bu “savaşta” kazandığı özel “savaşçı” kapasiteye dayanarak, dünya imparatorluğunu ve dolayısıyla dünya çapında “mutlak itaati” dayatırken; tam tersi bir eğilim olarak, Almanya öncülüğündeki AB’nin, kendisinin de emperyalist zirvede ABD ile eşit bir güç olarak konumlanacağı çok kutuplu bir yeni dünya düzenini yoklamaya başladığı görülüyordu.

Ayrıca, Sovyetlerin dağılmasını takiben Rusya’da yaşanan sancılı 90’lardan ve Çin’deki gelişmelerden sonra, Rusya ve Çin devletleri de çok kutuplu bir dünya düzeni yönünde davranıyorlardı.

Çin’in askeri ve ekonomik güçlenmesi, dünyanın ABD hegemonyasındaki alışıldık düzenini zorluyor, hatta Çin’in yeni küresel hegemon devlet olma potansiyeli taşıyıp taşımadığı tartışılıyor. Rusya ise, Sovyet devleti döneminde kazandığı “büyük güç-süper devlet” refleksleri ve ilişkileri üzerinden yol alarak, özellikle Ortadoğu üzerinden geliştirdiği politikalarla küresel inisiyatifini artırıyor.

Çin ve Rusya’nın farklı küresel odaklar olma yönündeki tutumları, Almanya önderliğindeki Avrupa’nın iştahını açıyor ve ABD’den ayrılıp farklı bir küresel odak olma doğrultusunda daha cüretli davranmasını sağlıyor.

Gelişmeler, kapitalist dünyanın bir küresel hegemonya krizi yaşadığını ve krizini şimdilik bir çözüme de ulaştıramadığını gösteriyor.

“İmparatorluk” dayatmasında başarılı olamayınca hegemonik önderliği de sarsılan ABD saldırganlaşıyor ve Trump’ın dilinden hegemonya krizinin ancak bir topyekûn savaşla çözülebileceği iddiasını gündemleştiriyor. Böyle bir savaş olasılığı yok sayılamasa da, sermayenin güncel hareketinin küresel niteliği tarafından frenlendiği-frenleneceği anlaşılıyor. Ama, o frenin hep aynı güçlü etkiyi göstereceğinin kesinlik taşımadığı da çok açık.

Hegemonya krizi, şimdi bulunduğu seviyede, büyük güçlerin doğrudan birbiriyle çarpışmadığı, ama “taşeron” yerel güçleri kullanarak birbirlerini deneyip-yokladıkları “çevre” ülkelerdeki savaşlarla bir çözüme ulaşamadan sürüyor.

Zamanın Çin’in lehine işlediğinin bilincinde olan ama bir topyekûn savaş çıkarmayı da henüz göze alamayan ABD, Trump ve etrafındaki saldırgan çete önderliğinde yeryüzünün farklı bölgelerinde savaşları kışkırtıyor, işgal hazırlıkları yapıyor ve Çin’le zaten kriz içinde çırpınan kapitalist dünya ekonomisini daha da dibe çekecek bir ekonomik “restleşme” yürütülüyor.

Ortadoğu, küresel bilek güreşinin en yoğun yaşandığı bir coğrafya ve ülkemizin sadece yanı başında değil, artık aynı zamanda doğrudan iç içeyiz.

Özgürlük arayışı içindeki Kürt halkının “bölünmüş” gerçekliğinin diğer parçalardaki varlığı dolayımıyla ve Erdoğan’ın Türkiye kapitalizminin hegemonik bölgesel pazar ve ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak için yürüttüğü politikaların sonucunda, Türkiye’nin güney sınırları eski “katılığını” kaybederek “buharlaşmaya” başladı. Sınırlar daha şimdiden hayli “geçirgen” oldu ve hedefi “iç içe geçme” olan bir nesnel akış içinde sürükleniyor.

TDH’nin Yeni Küresel Gelişmelere Tepkisi

TDH’nin içinde çırpındığı krizi ve neredeyse bütün koşullar onu öne ittiği halde giderek güçsüzleşmesi gerçekliği, onun fiilen içinde olduğu güncel kapitalizm gerçekliğini anlama ve iç çelişkilerini ve olasılıklarını çözümleme konusundaki yetmezliklerinden de kaynaklanıyor. Yeni gerçekliğe uygun örgüt ve mücadele biçimlerini keşfetme ve keşfettiğini hayata geçirme yerine, kendi ilkelliğinde boğulmayı bile göze alarak yenilgili konumlarda ısrar etme yaşanıyor.

Günümüz solunun kendi zamanıyla yüzleşmeyi göze alması, kendi özgün zirvesini yaratmayı becermesi gerekiyor. Böylesi bir sürecin içinde girilmediği takdirde, genel bir güçsüzleşme eğilimi içinde aşağıya doğru sürüklenme devam edecek, örgütçülük yetenekleri ya da kahramanlıklarla başarılan öne çıkmalar geçici olmaktan kurtulamayacaktır.

Solun, evet, kendi tarihine ayaklarını sımsıkı basarak, kendisini emek-sermaye uzlaşmaz zıtlığını temeline yerleştirmesi gerekiyor; ama, aynı zamanda, kapitalizmin güncel-dönemsel dönüşümlerine/şimdiki gerçekliğine uyum sağlayacağı farklı bilinç, örgütlenme ve davranış tutumlarını kazanarak kendisini yeniden yapılandırması/zenginleştirmesi gerekiyor.

Öte yandan, Ortadoğu gerçeğiyle iç içe geçildiğinin farkına varılarak, ilk adımda Kürtler ve Arap Aleviler üzerinden hemen ilişkileneceği sonra da Arap halkının devrimci-demokratlarıyla bağlantılar kuracağı yeni bölgesel konumlanmalar inşa edilmesi gerekiyor. Oluşan yeni anti-kapitalist dinamikler de, özellikle ekoloji ve kadın hareketi bahsinde, başta Avrupa olmak üzere dünyadaki benzer hareketlerin ağına/ağlarına katılma ihtiyacını dayatacaktır.

Böylesi geniş çaplı ve derin bir dönüşüm ise, ancak bir yeniden yapılanma zemininde kavranırsa gerçekleştirilebilir.

Elbette solun içinde var olan geleneksel yapılardan kendisini bu çapta bir dönüşüme uyarlayabilen bir güç ya da güçler çıkabilir; ama kendisini dayatan dönüşümün/yeniden yapılanmanın içeriği gelenekleri aşan bir çap taşıyor ve yeniden yapılanma sürecine bazı sol güçlerin ortaklaşarak girmesi devrimci bir “rasyonel” tutum olacaktır.

Şimdiki haliyle dibe doğru sürüklenen solun böylesi bir tutumu henüz gerçekleştirememiş olmasının, “Gezi kuşağı” olarak adlandırılan yeni bir güç alanının bağımsız inisiyatif almasının önünü açtığını ayrıca vurgulamalıyız. Evet, 1. ve 2. dönemin arasında olana benzer bir “kopuş” günümüzde de yaşanabilir; günümüzün ne temel ne de güncel ihtiyaçlarına cevap üretemeden zoraki ayakta kalabilen şimdiki sol gerçekliğine kendisini dayatan özel bir “yeni kuşak” öncüleşebilir.

Çözüm İmkanları

Bu bahiste ilk sorun alanı, devrimci-komünist hareketin kendisini kuracağı işçi sınıfının maddi varlığının yeni büründüğü halin ortaya çıkardığı sorunların çözümüdür.

Sınıfın niceliğinin artması ama parçalı hale dönüşmesi, bir dizi “yeni” sorun alanı yaratıyor. Nüfusunun artması, kapitalizmin gelişim düzeyine bağlı olarak işçi sınıfını neredeyse “herkesi” kapsayacak bir noktaya dek sıçratırken, özellikle sınıf hareketinden bahsetmenin eskisinden farklı olarak bir “totoloji” olacağı iddiasının; “parçalı” bir yapı kazanması da sınıfın bütünsel olarak davranma kapasitesinin budandığı hatta artık kalmadığı tespitinin üzerinden onun devrimci kapasitesinin de kalmadığı iddiasının önünü açıyor.

İşte, yeniden yapılanmanın, sınıfın nüfusunun artması gerçeğinden yola çıkıp sınıf hareketinden bahsetmenin “totoloji” olacağını saptayan yüzeysel bakışla hesaplaşması; tersine, bu gerçekliğin emek-sermaye çelişkisinin etki alanının tüm topluma yayılarak güçlenmesi sonucunu yarattığını ve devamla, sınıfın parçalı yapısının bütünsel bir sınıf duruşunu engellemediğini tersine o bütünselliğin eskisinden farklı yollarla daha da zenginleşerek sağlanmasının imkanlarını yarattığını açıklayıp pratikleştirmesi gerekiyor.

“Bütünsellik”, sınıfın güncel ihtiyaçları farklılaşan parçalarının, ortak tarihsel ve güncel ihtiyaçlar üzerinden ittifakı yoluyla sağlanabilir.

Enformel sektör işçisi, büyük fabrikada çalışan metal işçisi, bilgi-işlem işçisi, eğitimci kamu işçisi gibi farklı güncel konumlanma ve ihtiyaçlar tarafından güdülenen farklı işçi sınıfı parçalarının, sınıf içi “ittifak” yapıp sermayeye karşı bütünsel bir yapı olarak kendisini nasıl yeniden inşa edebileceği kavramsallaştırılmalı ve pratikleştirilmelidir.

Alıştığımız eskilerini aşarak aynı anda kendisini var edecek olan çok biçimli sendikal yapılanmalardan başlayarak, yoksul dayanışma mekânlarına, eğitim ve kültür evlerine, ekolojik hareketten kadın kurtuluş hareketine, her birisi farklı parçaların farklı ihtiyaçlarına cevap olabilecek bilinç ve örgütlenme biçimleri, en uygun halleriyle keşfedilip pratikleştirilmelidir.

Günümüz koşullarında parçalanmış olan sınıfın, ortak düşman sermayeye karşı ortaklaşması; bütünlüğü, çoğunluğu işçilerden oluşan toplumsal alanın tümüne yayılmış farklı sorunların hepsini kapsayabilen çok yönlü bir inşa sürecinde gerçekleşecektir.

Günümüz solunun kendi zamanıyla yüzleşmeyi göze alması, kendi özgün zirvesini yaratmayı becermesi gerekiyor. Böylesi bir sürecin içinde girilmediği takdirde, genel bir güçsüzleşme eğilimi içinde aşağıya doğru sürüklenme devam edecek, örgütçülük yetenekleri ya da kahramanlıklarla başarılan öne çıkmalar geçici olmaktan kurtulamayacaktır.

Sermayenin somut-tarihsel hareketi toplumsal alanın bütününün içinden geçerek kendisini gerçekleştirebilecek bir seviyede “toplumsallaşma” aşamasına doğru genişliyorsa; toplumun işçileşmesi sürecini de aynı anda zorunlu olarak gerçekleştirir; o durumda, sınıfın bütünsel hareketi de artan oranda toplumsallaşır ve bu da topluma ait olan bütün sorunların sınıf hareketi tarafından üstlenilmesi-onun kaçınılmaz bir parçası olması anlamına gelir.

İşte, sınıfın nüfusunun toplumun gittikçe daha fazla kitlesini oluşturması gerçeği sermayenin güncel toplumsallaşma düzeyiyle birlikte düşünüldüğünde, emek-sermaye zıtlığının kendisini eskisi gibi “dolayımlar” üzerinden topluma yayma yerine, neredeyse “doğrudan” toplumsal yaşamın tümünü belirler hale geldiğini ve onun içeriğinin daha zengin, daha hassas, daha sert ve daha yıkıcı bir yapı kazandığını gösteriyor.

Evet, işçi sınıfının nicel varlığının toplumun neredeyse tümünü kapsaması, emek-sermaye zıtlığının da eski “özel ve ayrıksı” ama “ağırlıklı” bir konumlanma üzerinden ürettiği “dolayımlarla” toplumun tümünü belirlediği halini aşarak “genelleştiğini”, dolayısıyla “genel” olarak değil “özel” olarak büründüğü yeni haller üzerinden kavranıp açıklanması ve pratikleştirilmesinin özel önem kazandığını gösteriyor.

Parçalı yapısıyla toplumun büyük kitlesine ulaşan sınıfın kazandığı genelliğin, o parçalanmanın gerçekliğinin kabullenilmesi ve özgünlüklerinin kavranması üzerinden, yani sınıfın parçalarının her birinin ve onların özgün ihtiyaçlarının içinden geçilerek-geçerken kazanılacak belirlenimlerle sermayenin topyekûn saldırısına karşı yeniden somut bir gerçeklik kazanacağı, sınıfın sermayeye karşı bütünsel hareketinin günümüz koşullarında ancak böyle gerçekleşebileceği kavranmalıdır.

Günümüzde işçi sınıfının sermayeye karşı “bütünselliği” geneldir, onun parçalarının içinden geçilerek kazanılacak belirlenimlerle, o geçişlerin ortaklaşması üzerinden-ortaklaşabildikleri kadar sınıfın bütünselliği somut bir gerçeklik halini alabilir. İşçi sınıfının devrimci-komünist öncüleri, var olan “genel” sınıfın bütünselliği gerçekliğinin somut bir gerçeklik olarak inşasının binbir yolunu toplumsal mücadele içinde sürekli keşfetmelidir. “Zemindeki” emek-sermaye uzlaşmaz zıtlığı, o yöndeki çabaların nesnel koşullarını hem “genel” hem de “özel” olarak sağlamaktadır.

O arada, sermaye güçlerinin böylesi bir yönelimin tümüyle karşısında olacağı, zaten post-fordist üretim alanlarının bir yanıyla da sınıfı parçalayabilmek için keşfedildiği her adımda gözetilmeli, sürecin sabit değil, hassas dengelerin üzerinde oturan bir hareketli bir yapısallık taşıdığı ve sınıf mücadelesinin akışı içinde sürekli olarak yeniden inşa edilmesi gerektiği hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Sınıfın her parçası özel bir kompleks toplumsallaşma halidir; her parçanın iç yapısı, ihtiyaçları, örgütlenme ve mücadele biçimi özgündür. O yapısal özgünlükler asla küçümsenmeden hassasça gözetilip keşfedilmeli ve özgün ihtiyaçlarının karşılanmasına öncülük edilmelidir. Her bir parçanın işçi olduğunu/sınıfın özgün bir parçası olduğunu kavraması ve bütüne/bütünleşmeye doğru meyletmesi, ancak onun kendi ihtiyaçlarının farkına varması ve ihtiyaçlarını elde etme mücadelesinin içinden geçmesiyle, geçerken sınıfın diğer parçalarıyla ortaklaşma ihtiyacı duymasıyla sağlanabilir.

Sınıfın güncel bütünselliği, ancak hepsi ayrı bir bütünsel kompleks olan tekil parçaların kendi ihtiyaçları üzerinden sermayeye karşı hareket içindeyken, güncel pratiğin zorunlu ihtiyaçları ve temelde/zeminde ortaklaşılan emek-sermaye zıtlığından çıkıp gelen dolayımlarla birbirleriyle ilişkilenmeleriyle, daha “basit” komplekslerin sınıfın daha “karmaşık” (ve artık doğrudan ve kolaylıkla görülemeyen) bütünsel kompleks yapısını oluşturması yoluyla sağlanabilir.

Çok yönlü bir hareket içinde konumlanan, hareket ederken ortak düşmana/sermayeye karşı oluşan ihtiyaçların dolayımıyla ilişkilenen, ilişki kurarken birbirini tamamlayarak sınıfın bütünsel yapısını inşa eden sınıfın farklı parçaları/farklı kompleksler! O komplekslerin hareketli bir yapıda ilişkilenerek, kendilerini sermaye düzenine karşı daha güçlü bir konuma kavuşturacakları, daha kapsayıcı ve karmaşık bir kompleks olarak kurma sürecinin içinde oluşan sınıfın güncel bütünsel duruşu!

Bu durum, her türden indirgemecilikten uzak durarak, dondurup mutlaklaştırma eğilimine karşı, sürekli tazelenen ilişkiler ve hep süren çok yönlü hareket zemininde kendisini var eden süreç gerçekliğini kavrayarak, tek yanlılığın kolaycı çekiştirmelerine kapılmayıp çok yanlılığı-çok yönlülüğü bilinç ve davranış düzeyinde kazanarak gerçekleşebilir.

Öte yandan, modernizmin bir nüansına indirgenmiş haliyle “marksizm”, mekanist-pozitivist bir olguculukla damgalıdır; o bakışını gerçekliğin görünen yanıyla sınırlar ve orada da durmayarak, sadece yüzeyini görebildiği gerçeğin en güçlü olasılığı-mümkün olan yönünde gelişeceğini düşünür; o bakışta, tarih, sanki gideceği hat ve hedefi önceden belli olan bir tren gibi hareket eder.

Gerçekte ama tarih ne geçmişte öyle gerçekleşti ne de gelecekte öyle gerçekleşecek. Gerçeklik, onu gördüğümüz yüzeyinin arkasında binbir zenginliği de kapsayarak kendisini var eder. O, içinde hem yüzeye çıkma gücünü edinemeyen bazı olgular hem de henüz fiilileşmemiş-olgusallaşamamış potansiyel durumlar taşır; daha fazlasıyla, onun zemini de ancak gerçekliğin bütünü görülebilirse, içinden çıkıp geldiği tarihinin ona yükledikleriyle, içindeki güçlü ve zayıf hallerle, iç ilişkileri ve gerilimleriyle, onu ileri fırlatacak farklı düzeylerdeki çelişkileriyle birlikte degerlendirilirse anlaşılır hale gelir.

O durumda, tarihin akışı hiçbir ön kabulle ya da şemayla kısıtlanmadan gerçekte olduğu gibi kendi zenginliği ve olasılıkları içinde görülebilir. Devrimci-komünist öncü, gerçekliği bütün zenginliğiyle görmeli, onun içindeki devrimci olasılığın hâkim hale gelmesi için mücadele etmelidir.

Sınıfın kendi mevcut parçalı yapısının içinden zamanımıza özgü bütünselliğinin inşası, en iyi haliyle onunla bakışımlı ilerleyebilecek olan farklı bir sürecin içinde sınıfın devrimci-komünist öncüsünün inşası ile birlikte, birbirini destekleyerek ve belirleyerek gerçekleşecektir.

Günümüze özgü anti-kapitalist toplumsal hareketler de, özellikle ekolojik direniş ve kadın kurtuluş hareketi olmak üzere, başka özelliklerinin yanı sıra, aynı zamanda, (katılımcılarının çoğunun işçi olmaları ve sorunun kaynağında ekoloji alanında doğrudan kadın alanında erkek egemenliğiyle ortaklaşan sermayenin somut-tarihsel hareketi olduğu gerçeğinden ivme alarak) işçi sınıfının farklı parçalarının kendilerini özel bir biçimde ifade ederek sermayeye karşı mücadele ettikleri ve politikleştikleri alanlar olarak kavranmalıdır.

Anti-kapitalist Alan

Kapitalizmin bir sistem olarak kendisini sürekli yenileyerek sürdürebilmesi, insanlığın onun yıkıcı eğilimlerinin olası yıkıcı sonuçlarıyla fiilen yüzleşmesini belirledi.

1 – Kendisini yeryüzündeki toplumsal yaşamı dibe çekip çürüterek var eden işsizlik ve yoksullaşma, üretimin kontrolü-örgütlenişinin ve teknolojinin sermayenin kontrolünde olarak onun ihtiyaçlarına cevap verecek yapıda gelişmesinin doğrudan bir sonucudur.

Bu sürecin bir sonucu olarak çapı ve derinliği hızla artan işsizlik, bir “yedek işçi havzası” olarak sınıfın etrafını sararak sermayenin işçi sınıfının kazanımlarını zayıflatmasının aracı olduğu eski halinden farklılaştı.

O, artık kalıcı ve bu durum sürdükçe, hiçbir zaman iş bulamayacak bir “artık-çöpleşmiş nüfus” oluyor. İçinde muazzam boyutta öfke biriktiren ama bunu kendisini yaratan sermayeye yöneltme bilincine ve imkanına ulaşmakta zorlanan, ulaşamadıkça da çürüyen, uyuşturucu ve fuhuş başta olmak üzere her türden çürüme-çöpleşme alanına sürüklenen ve sermayenin “gizli” güçleri tarafından o alanlarda kullanılan bir özel toplumsal toplumsal güç!

Sermayenin kontrolündeki özel orduların kirli savaşlarda öne sürdükleri “mayın eşekleri” olmaya ya da CIA gibi emperyalist gizli servislerin IŞİD benzeri oluşumlara itekleyip sürükledikleri bu nüfus, devrimci hareketin özel yoğunlaşmasıyla sistem karşıtı/anti-kapitalist alanın özel bir gücü olma potansiyelini taşıyor.

2 – Kendi krizinde çırpındıkça içindeki bütün gerici potansiyeli kusan sermaye düzeni, binlerce yıllık bir tarihsel derinliğe sahip olan erkek egemenliğiyle/patriyarkal sistemle olan paradoksal ilişkisini, gericileşme sürecinin güçlü bir dayanağı olarak hem zenginleştiriyor hem de derinleştiriyor.

Modern yaşamın olanaklarıyla bir biçimde ilişkilenerek bireyselleşme sürecine yerleşen ve geçen yüzyılda yaşanan büyük toplumsal altüstlükleri görüp yaşayan kadınlar ise, kapitalizmin ve patriyarka tarafından zorla itildikleri bataklığa/sermaye ve erkeğin kölesi olmaya öfkeyle direniyor.

Kadınlar, içinde bulunduğumuz tarih kesitinde, yeryüzünün neredeyse tümüne yayılan özel bir kadın kurtuluş hareketinin doğrudan içinde konumlanarak ya da etkisinde kalarak, üstelik sadece kadın sorunu üzerinden değil her türden toplumsal harekette yer alarak sokakları dolduruyor. Bu durum, şimdiye dek karanlığa ve köleliğe itilen kadınların, sistem karşıtı hareketleri kadın odaklı bir bakış açısıyla zenginleştirip güçlendirmesinin önünü açıyor.

Kadın kuruluş hareketi, öfkeli pratiği ve kurtuluşçu bilinciyle, başka özelliklerinin yanı sıra anti-kapitalist bir toplumsal dinamik olarak da kendisini var ediyor.

3 – Kapitalist sistemin egemeni sermayenin kendisini gerçekleştirdiği ana mekan sürekli zenginleşip genişleyen üretim devreleridir; bağlı olarak, sürekli daha fazla üretim ve daha çok tüketim, sistemin akışının en belirleyici rasyonellerinden birisidir.

Sermaye, ihtiyaçlar için değil kendisini mümkün olan en hızlı ve en fazla büyütmek için mümkün olan en fazla malı üretir. Ve açıktır ki, üretim de doğadan alınan hammaddelerle, doğanın farklı elementlerinden üretilmiş makinelerle, doğadan üretilen enerjiyle gerçekleştirilir. Mallar, gene doğadan farklı biçimlerde çekilip alınan maddelerle üretilen yollar, araçlar ve onları harekete geçiren enerjiyle satılacakları yerlere aktarılır. Satış alanları, doğadan alınanlarla inşa edilir, satışla karın realize edilmesi sağlandıktan sonra, alıcılar tarafından yenilerini almak için tüketilen malların çöpleri yine doğaya dökülür ve zaten üretim ve dolaşım süreci içinde oluşan atıklar da yine doğaya boşatılır.

İşte, sürekli genişleyen üretim devreleri, üretimden tüketime kadar her evrede daha fazla maddeyi doğadan çekip alır, daha fazla enerji talep eder, daha fazla artığı ve çöpü doğaya boşaltır.

Gelinen güncel aşamada, öyle oldu ki, sermayenin elindeki teknik imkanların ulaştığı düzeyin sağladığı kapasiteyle birleşerek güç kazanan, genişleyen yeniden üretim devrelerinin doğadan çekip aldıklarıyla doğanın kendisini yeniden üretme kapasitesi arasında uzlaşmaz bir zıtlık oluştu. Doğanın kendisini yeniden üretme kapasitesi, sermayenin ondan çekip aldıklarını yeniden üretmeye yetmiyor. Bu durumda, kendi sürecini halen üstelik çapını ve hızını arttırarak sürdüren sermayenin somut-tarihsel hareketi, yenilenemeyecek sabit zenginliklerini talan ederek doğayı tüketiyor.

Yine, sermayenin sürekli kışkırttığı tüketimin yarattığı artıklar -çöp yığınlarının ulaştığı kütlesellik doğanın onları kendisine içerebileceği seviyeyi aştı, üstelik doğrudan zehirli atıklar doğayı tahrip eden bir niteliğe sahipler.

Bu gerçek durumlar, içinde var olduğu ekolojik dengeleri bozarak doğa üzerindeki canlı yaşamı tehlikeye düşürüyor. Ama, bu açık gerçeklik, ABD başkanı Trump’ın arsızlığında görüldüğü gibi, sermaye güçleri tarafından görmezden geliniyor ve ekolojik felaketler yaratmaya başlayan doğanın yıkımı artan hızla sürdürülüyor.

Sermaye, özgün yapısallığı olan bir toplumsal ilişki biçimidir ve yalnızca kendisini büyütmeye yazgılı işleyişiyle, insanlığın geleceğiyle ilgili endişelere kapalıdır, o hep gününü kurtarmaya bakar.

Bu durum, şimdiden yarattığı ve yakın zamanda yaratacağı anlaşılan ağır sonuçlarıyla, yeryüzünde yaşayan herkesi endişeye sürüklüyor, tepkiler ve bu tepkilerin içeriğini oluşturduğu özel hareketler oluşuyor.

İşte, kapitalizm karşıtı bir harekette, ekolojik yıkıma yönelik endişeler ve tepkilerden oluşuyor.

4 – Halen yaşanan ve kısa vadeli bir çözümü görülmeyen küresel hegemonya krizi, sermayenin küresel yayılımının ihtiyaçlarının zorlamasıyla belli bir düzeyde tutulduğu için henüz rakip küresel güçler arasında bir savaşa dönüşmemiş olsa da, sermayenin “rekabetçi” yapısallığının ürettiği gerilimlerin ve sürüp giden ekonomik krizin yıkım gücü arttıkça, savaş mantığı öne çıkıyor, anlaşmazlıkların savaş yoluyla çözülmesi isteğini güçlendiriyor.

Bu güçlerin “çevre” coğrafyalarda yerel taşeronlar aracılığıyla yürüttüğü “vekalet” savaşlarının bile yarattığı yıkım ortada; kendi aralarındaki bir savaşta kullanacakları silahlar ise henüz kullanılmadı.

Bir kez başlayınca herkesin elindeki silahları devreye sokacağı küresel güçler arasındaki savaşın yapacağı yıkımın yeryüzündeki yaşamı dibe çekecek seviyelere sıçrayabileceği ve yüz milyonlarca insanın yaşamını kaybetmesiyle yaşanabileceği, günümüzün iletişim olanakları sayesinde herkes tarafından görülüp değerlendiriliyor.

Bu durum, özel bir savaş karşıtı toplumsal alan yaratıyor.

Emperyalist çakalların aralarındaki dalaşmada kendi yaşamlarının da riske gireceğini iyi bilen insanlar, savaş karşıtı bir zemine yerleşiyor ve savaş olasılığının yükseldiği anlarda protesto gösterileriyle sokakları dolduruyorlar.

Emperyalistlerin yerel anlaşmazlıkları kışkırtarak çıkarttıkları savaşların süreklileşerek yeryüzünün gittikçe daha geniş coğrafyasına yayılması ve Trump’ın temsil ettiği savaşçı fraksiyonun yönettiği ABD’nin her gün yenisini yaptığı kışkırtmalarla savaşı gündemleştirmesi, savaş karşıtı toplumsal güçleri aktifleştiriyor.

Savaş olasılığının pratikleşebileceği yönünde belirtiler oluşursa, geçmişte yaşananlardan farklı olarak on milyonlarca insanın sokakları doldurarak savaş girişimlerini bloke etmeye çalışacağı anlaşılıyor.

İşte, kapitalist sistemin çok yönlü küresel krizleri bir küresel savaş olasılığını besliyor; ama aynı zamanda güçlü bir toplumsal karşı çıkış da yaşanıyor. Olası bir savaşın kapitalizmle bağını kuran özel bir savaş karşıtı anti -kapitalist hareketin oluşmasının ve diğer anti- kapitalist güçlerle ortaklaşmasının koşulları var.

5 – İnsanlık tarihinin medeniyet öncesindeki on binlerce yıllık döneminde oluşan ilkel komünal toplumsallaşmalar, başlangıçta yeryüzünün ancak çok küçük coğrafya parçalarında kendisini var edebilen medeniyetle/sınıflı toplumlarla birlikte yeryüzünün tümüne yayılarak kendisini sürdürüyordu.

Bir arada yaşanan neredeyse on bin yıllık insanlık tarihinde, “barbarlık” olarak adlandırılan ilkel komünal coğrafya, “medeniyet” coğrafyasının tarihin akışı içinde gerçekleşen genişlemesi ve güç kazanıp-dayatmasıyla gittikçe küçülen bir alana sıkıştı.

Nihayet kapitalizmle birlikte medeniyetin yeryüzünün tümünü kaplaması sonrasında, “barbar -ilkel komünalite”, özgür olabildiği “dışarda” değil ama kapitalizm tarafından sürekli çözülmeye zorlandığı “içerde” var olmaya, kendisini sürdürmeye çabalıyor. O çaba halen de binbir zengin biçime bürünerek sürüyor.

Ülkemizin ilerici-demokrat toplumsallığı Alevilik, köklerini böylesi bir derinliğe uzattığı içindir ki onca baskıya rağmen kendisini sürdürebiliyor; “Ali”, sadece kendi kişi varlığı üzerinden değil, komünal değerlerin temsilcisi olarak kendisini aşan bir değerler toplamını temsil ettiği içindir ki, halen de yaşıyor!

Ortadoğu’nun Şii direnişçileri Nasrallah ve Sadr da, aynı geleneğin farklı biçimlere bürünmüş temsilcileridir. Bolivya’nın yerlilerinin Morales’in öncülüğündeki tutumları, Marcos’un Meksika’da Chiapas yerlilerinin komünal özlemlerini dillendirdiği hareketi, özgün biçimlere büründükleri halleriyle aynı komünal değerleri yaşatmaya çalışıyorlar.

Şüphesiz günümüz dünyasının koşulları, söz konusu toplumsal güçleri günümüzün sermaye odaklı toplumsallığının eğilimleriyle sarıp sarmalıyor ve dolayısıyla, komünal geleneklerin belirleyebildiği toplumsal güçler steril bir “temizlik” içinde değil kapitalizmin eğilimleriyle iç içe geçtikleri “melez” halleriyle kendilerini sürdürüyor.

Sermayenin somut-tarihsel hareketinin hegemonyasındaki nesnel toplumsal süreçlerin kendiliğinden akışı, komünal geleneklerin tümüyle kapitalizme çözülmesi ve dolayısıyla günümüze özgü bu halkçı-komünal alanlarının tasfiyesi yönündedir. Yeryüzünün farklı coğrafyalarında kapitalizmin yayılıp derinleşmesiyle birlikte sürekli güç kazanan bu zorlama, sermayenin hareketinin elindeki imkanların muazzam zenginliğinden destek alarak sürüyor.

Geldiği aşamada, kendi hareketinin tümüyle zapt edemediği hiçbir coğrafya ve alanı kabul etmeyen, kendiliğinden akışı içinde önüne çıkan her toplumsallığı içererek kendisini büyüten sermaye, orada burada şu ya da bu biçimde kalmış komünal toplumsallıkları da tümüyle tasfiye etmek ve o komünalite içinde kendilerini “savunan” toplumsal güçleri kendi pazarının sıradan kölesi haline dönüştürmek istiyor.

İşte, yeryüzünün farklı coğrafyalarında yaşanan özgün direnişler, başka sebeplerinin yanı sıra aynı zamanda böylesi bir özel tarihsel hesaplaşmanın içinde konumlanıyor. Pek “kitabi” olmasa da bir gerçek olarak kendisini var eden özel bir anti-kapitalist dinamik tam da bu sürecin içinden çıkıp geliyor.

Kapitalizmin halen de sürüp gidiyor olması, kendi anarşik ve yıkıcı yapısının üretmeye yazgılı olduğu başka anti-kapitalist dinamikleri de yaratacak, onlar da çağımıza özgü anti-kapitalist alanın bileşenleri olacaktır.

Derinlik, Denge, İç gerilim, Ağ, Düğüm

Her birisi toplumsal yaşamın farklı alanlarında konumlanan, farklı acil/güncel ihtiyaçlarla güdülenen, tarihleri, zenginlikleri ve iç-gerilimleriyle farklı kompleksler olan farklı toplumsal güçlerin; şimdi içinde konumlandıkları ama onları kendi ihtiyaçlarının nesnesi-aracı yaparak kötürümleştiren sermayenin düzeni kapitalizme karşı olmakta ve başka bir gelecek yaşama hedefinde ortaklaşarak-o geleceği ortaklaşa kurma iddiasıyla yola çıkmaları; bu özel güçlerin her biri kendi hedeflerine doğru ilerlerken aynı zamanda kendilerini ortaklaştırarak kapsama kapasitesine sahip olan özel bir içerik üzerinden daha yüksek bir toplumsal ve politik kompleksin inşasına girişmeleri; işte, günümüze özgü bir devrimci toplumsal ve politik olanak olan “anti-kapitalist alan!”

Günümüzün devrimci-komünist öznesi de ancak böyle bir anti-kapitalist alanın inşasının içinde konumlanarak, alanın inşasına fiilen işçilik ve öncülük yaparak ve alanın kendi ihtiyaçlarını esas alan bir toplumsal-politik özne olarak kapitalizme karşı fiili bir iktidarlaşma sürecine girebilecek derinlik ve çap kazanmasını sağlayarak kendisini gerçekleştirebilir.

Devrimci-komünist özne olma iddiası, ancak günümüzün devrimci görevini başarıp, anti-kapitalist bir alanın gerçekleşmesini sağlayarak fiili bir gerçeğe dönüşebilir.

Alan, ilk bakışta gül bahçesi güzelliğini taşısa da elbette sadece öyle bir güzelliğe indirgenemeyecek ve aynı zamanda farklı toplumsal güçleri barındırmasının bir sonucu olarak gayet doğal iç gerilimler ve çekişmeler yaşayacaktır. Zaten ancak böylesi canlılıkla esnek ve asabiyeti yüksek yapı kazanarak en güçlü haline ulaşabilecek olan alan, yaşanacak gerilimler dağılıp-parçalanmayı engelleme sorumluluğu taşınarak ve alanın ortaklaşılan içeriği gözetilerek yürütüldüğü oranda güç ve kalıcılık kazanacaktır.

Kendilerini işçi sınıfının tarihsel eyleminin içinde ve önünde gören devrimci-komünistler, alanın içinde kapitalizmin tarihsel ve güncel olarak en güçlü karşıtı olan işçi sınıfının tarihsel hareketinin hegemonyasını kurmaya çalışacaklardır. Bu hegemonya, önceden dayatılarak ya da keyfi atama usulüyle değil, alanın kuruluşu sürecinde inisiyatif alarak ve alınabildiği oranda kurulabilecektir. Hegemonya “tek yanlı” bir belirleme olarak değil, çok yönlü ilişkilenmeler ve belirlemeler içinden geçerek-belirlerken aynı zamanda belirlenme esnekliğini taşıyarak kendisini gerçekleştirmeye çalışacaktır.

Tarihsel bir meşruiyet taşısa da işçi sınıfının hegemonyası, kendiliğinden değil, güncellikte kapitalizme karşı yürütülecek ortak mücadelede fiilen yapıp ettikleriyle meşruiyet kazandıkça, kazanılabildiği oranda sağlanacaktır. Öte yandan, alanın bileşenlerinin işçi sınıfının hegemonyasını önceden kabullenmeleri beklenmeyecek hatta onların kendi ihtiyaçları üzerinden hegemonya kurma çabaları da meşru görülecektir.

İşçi sınıfının günümüzdeki niceliğinin toplumsal alanın büyük bölümünü kapsayacak bir seviyeye ulaşmış olması, hegemonya girişiminin maddi altyapısını oluşturacaktır. Ancak, yine de alanın her bileşeni, özgün bir tarihin içinden çıkıp gelen, özgün asabiyetle yüklü ve özgün ihtiyaçlarını kendi merkezine koyan yapılarıyla, kendileri olarak kabullenilecek, işçi hareketine indirgenmeyecektir.

Özellikle vurgulamak gerekir ki, devrimci-komünist özne, anti-kapitalist alanla aynılaştırılamaz; o, özel olarak işçi sınıfının tarihsel eyleminin içeriği üzerinden kendisini gerçekleştirmeye çalışır, kendi varlığını ve pratiğini başka bir içerikten değil işçi sınıfının kurtuluşu üzerinden kurar. O, her şey değil belli bir şeydir, o belli konumdan özgün bir yapısallıkla belirlenerek her şeyle ilişkilenir.

Bu ilişkilenme, solun hep yaptığı gibi, farklılıkları düşmanlaştırarak ya da temsil ettikleri toplumsal zenginlikleri kabaca indirgeyerek değil, her ayrı nüansın kendisini özgürce geliştirerek ortak geleceğin inşasında konumlandırabileceği bir esneklikle yürütülecek, hedeflenmesi doğal olan hegemonya ancak böylesi bir tutumla inşa edilirse komünist bir içerik kazanacaktır. O alanda sadece bir kapitalizm karşıtlığı değil, aynı zamanda geleceği inşa faaliyeti de söz konusudur.

Anti-kapitalist alan gerçekliği, günümüzdeki kapitalizm karşıtlığının özel bir kapasitesi- olmazsa olmaz derecedeki bir özel gerçekliği olarak, mücadelenin gücünü, zenginliğini ve kapsama yeteneğini yükselten bir devrimci durum olarak, günümüzün devrimci-komünist özneleşmesinin kendisini kurması sürecinde de devrede olacak, devrimci-komünist özne ancak anti-kapitalist alanla ortaklaşabileceği bir yapıda kurulursa sahicilik kazanabilecektir.

Bu gerçeklik, geçmişin komünist özneleşme deneylerinden, en başarılısı olan Bolşevik partisi dahil olmak üzere, farklı bir özneleşme süreci yaşanacağı anlamına gelir. İşçi sınıfının tarihsel önderi Lenin, teorisi ve pratiğiyle bir kutup yıldızı olarak her zaman yolumuzu aydınlatacak olsa da işçi sınıfının çağımızdaki özgün ihtiyaçlarına sımsıkı bağlanılarak, taklitçi değil yaratıcı-keşifçi bir bilinçle değerlendirilecektir.

Anti-kapitalist alan ancak devrimci-komünist bir özneyi kapsıyorsa kapitalizme karşı gerçek bir iktidar alternatifi olabilecek, yoksa kimi zaman parlayıp sonra sönen iktidarsız bir muhalefet alanı olmaya yazgılı olacaktır. Devrimci-komünist özne de ancak anti-kapitalist alanla kalıcı bir ilişki kurabildiği oranda kapitalizme karşı gerçek bir seçenek olabileceği güce, zenginliğe ve kapasiteye sahip olabilecektir.

Alanın içinde ortaklaşarak konumlanılınca, zaten hepsi anti-kapitalist içerik taşıyan güçlerin etraflarına yaydıkları dolayım kanallarının içindeki birikim ve enerji boşluğa akmayacak, içinde ortaklaşılan alanın çekim gücüyle dağılmayıp-toplanarak içerikte ortaklaştıkları dost güçleri zenginleştirip eğiterek destekleyecektir. Her kurucu bileşenin hem kendisini sistemden özgürleşerek yeniden kurmasını hem de ortaklaşarak sistem karşıtı özgün bir alan kurmasını sağlayan dolayımlar, karşılıklı ve sürekli akan kanallar olarak topyekûn alanın en büyük güç kaynağı olacaktır.

Alan, sermayenin sürüklendiği dünya-tarihsel bataklığa karşı umut edebileceğimiz bir geleceği bizzat varlığı ve hareketiyle hem bugünden temsil edecek hem de fiilen kuracaktır.

Alanın sistemin içinde ve sisteme rağmen, onu karşısına alıp yumruklaşarak ya da iç içe geçerek yürüteceği günlük faaliyet, geleceği bugünden inşa eden bir “toplumsal devrim” süreci olacaktır. Bu süreçte-günlük faaliyetin içinde kazanılacak mevzilerin, sistemin tersi yöndeki süreklileşmiş zorlamalarıyla her an dağılma ya da yok olma riskiyle yüzleşeceği ve bazen gerçekten de olmamışa dönebileceği açıktır.

İşte, bir “siyasal devrim” hedefi, hem güncel kazanımlara anlam ve ağırlık kazandıracak hem de faaliyetin rastgele savrulmalardan korunmasını sağlayacak, harcanan enerjinin boşluğa akmadan sosyalist bir dünyanın kurulması hedefine destek olmasını sağlayacaktır.

Şimdiki toplumsal gerçekliğin devrimci bir olasılık olarak devrimci-komünistlere sunduğu bir fırsat olan anti-kapitalist alan, her toplumsal gerçeklik gibi bir “süreç” olarak kendisini var edecek; “çelişkili” ve “diyalektik” olan bu süreç içinde, hem bileşenlerinin konjonktürel iniş-çıkışları/“eşitsiz gelişimi” üzerinden kendisini fiilileştirecek hem de kendi zemininin ana ekseni olan emek-sermaye uzlaşmaz zıtlığının alan içindeki konjonktürel durumlarla yaşayacağı kompleks ilişkilerle dengelenecektir.

İşçi sınıfının hegemonik konumunu “garantiye” alacak statüko dayatmaları, alanın içini boşaltarak tasfiye edecektir; ama, uygun “çubuk bükmelerle” ve her an geri düşme riskini göğüsleyerek yürütülecek hegemonya girişimi, tıpkı diğer bileşenlerin hegemonya girişimleri gibi meşruiyet kazanacaktır.

Yerel Güncellik

İşçi sınıfının tarihsel hareketinin, anti-kapitalist toplumsal dinamiklerin ve ülkemize özgü demokrasi sorununun harekete geçirip ortaya saçtığı halkçı-demokratik toplumsal hareketlerin, doğru bir zeminde, birbirlerinin özgün duruşlarının özerkliğini kabul edip gözeterek ortaklaşıp, ortak ihtiyaçlarının belirlediği bir özel/seçilmiş hedefe doğru harekete geçmesi, yeniden kuruluş döneminin yerel güncellikteki ana eksenidir.

Bu kuruluş, etrafında yaratacağı toplumsal hareketlenmeyle, aynı zamanda halkçı-demokratik bir yeni düzenin ve sosyalizmin inşasının temellerinin atılması anlamına gelecektir.

Kuruluş, yeni bir stratejik zemini de yoklamak zorundadır. Geçmişin sosyalist devrim-demokratik devrim tartışmaları ve savunulan argümanlar, geçmişin toplumsal gerçekliği tarafından üretilmişti; şimdi, içinde olduğumuz somut-tarihsel gerçekliğe odaklanmak ve o gerçekliğin ihtiyaçlarını karşılamak gerekiyor.

Kapitalizmin “küresel” gelişiminin yarattığı anti-kapitalist toplumsal güçleri ve ihtiyaçlarını kapsaması zorunluluğu, yeniden kuruluş sürecine anti-kapitalist bir eğilim yükler. Ayrıca, yeni devrimci-komünist özne pratikte attığı her adımda, sermayenin toplumsallaşma sürecinin toplumun bütün alanlarını kapsaması gerçekliğiyle yüzleşecek, adımları ister istemez sermaye-karşıtı bir nitelikle yüklenecektir. Konut, sağlık, ulaşım, eğitim gibi eskinin kamu hizmetleri özelleştirilerek sermaye birikim alanlarına dönüştürüldükçe, bu alanlarda yürütülecek günlük mücadelelerin niteliğinin daha yoğun bir anti-kapitalizmle yükleneceği açık değil mi?

Öte yandan, yerel alanda da özellikle 12 Eylül darbesinden sonra Özal iktidarı döneminde hızla sıçrayan kapitalizmin gelişmesi, toprak sorununu kırlardaki üretimi doğrudan pazar için üretime bağlayarak ve kapitalist özel mülkiyeti toprakta hâkim hale getirerek büyük oranda çözdü. Bu bahiste çözüm/“topraksız köylüye toprak” ya da “kolektif üretim için toprak”, artık anti-feodal değil büyük oranda anti-kapitalist bir nitelik taşıyor.

Diğer sorun olan toprak ilişkileriyle de iç içe geçmiş antika tefeci-bezirgân sermayenin sistemin zirvesindeki finans-kapitalle ortaklık kurabilecek çaptaki varlığı ise, yine kapitalizmin gelişmesi tarafından “Anadolu Kaplanları” haline dönüştürüldükleri bir süreç içinde zayıflatıldı; halen var olanlar iktidar alanında yer alabilecek bir ağırlık taşımıyorlar. Antika sermaye, varlığını modern Türkiye sermayesinin yapısal özelliklerine vurduğu damgayla oluşturduğu vurguncu-hazır yiyici- sinik ve sinsi dokularla sürdürüyor. AKP, tam da bu sürecin partisidir.

Marksizm’in günümüzde de geçerli olan duruşuna sırtımızı dayayarak ve sonrasındaki teorik-pratik süreçlerin zenginliğiyle beslenerek yola çıktıktan sonra; eskiyi aynen sürdürme konformizminden kopuşup yalnızlığı göze alarak kendi zamanımızla yüzleşmemiz, şimdiye dek yaşanmadığı için çözümlenip aşılmayı bekleyen zamanımıza özgü sorunları göğüslememiz, yanılmayı göze alıp denememiz, kaybolmayı göze alıp daha önce geçilmemiş yollardan geçmemiz gerekiyor.

Demokratik bir devrimin elde kalan “demokratik” görevi, despotizmin/T.C. devletinin omurgasının tasfiyesi ve kamusal alanın demokratik bir zeminde yeniden inşasıdır.

Bu gerçeklik, üstelik sadece yerel değil bölgesel düzeyde yarattığı ağır sorunlar üzerinden de bütün derinliği ve yakıcılığıyla kendisini sürdürüyor ve çözümünü dayatıyor. Ancak, günümüzün en acil hamlesi olan ve Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyet talebini öne çıkaran bu “demokratik” hamle, günümüz gerçekliği tarafından belirlenerek, her tarafından anti-kapitalist toplumsal ve siyasal süreçler tarafından çevrelenerek gerçekleşmeye yazgılıdır.

Bu gerçekliği, eskinin kalıplarını eğip-bükerek, yani onun içinden-o döneme ait tartışmaların argümanları üzerinden üretmek yanlış bir tutum olacaktır; o, kendi gerçekliği içinde kendi olduğu gibi kavranması gereken bir durumdur.

Geçmiş dönemde, “demokratik devrim” doğru bir tutumdu; “sosyalist devrim” günün acil problemlerini ıskalayarak boşlukta hoş sözler söylemek anlamına geliyordu. Demokratik devrimi bütünlüklü bir strateji haline sokan, antika sermayenin varlığı ve toprak sorunu kapitalizmin gelişimi içinde kapitalist yoldan esas itibariyle çözülünce ve günümüz kapitalizminin toplumsallaşma düzeyi tüm toplumu sarınca, halen çözümünü bekleyen demokratik devrimin despotizm problemi, günümüz gerçekliğinin ürettiği belirlenimlerle sarmalanarak kendi çözümünü yaşayacaktır.

Yerel sermaye güçleri, despotizmle iç içe doğup gelişerek kendilerini var ettikleri ve üstelik güncel ihtiyaçları onları (özel bir “restorasyon” süreci sonrasında) despotizmle kontrolünü tümüyle ele aldıkları daha da yoğun bir ilişkiye ittiği için; liberallerin umduklarının aksine despotizm sorununun çözümüne kapalı bir yapısallıkla belirleniyorlar. Çözüm halkçı-demokratik toplumsal güçlerin elindedir ve güncel gelişmeler sorunun çözümünü dayatıyor.

Despotik sistemin atanmış kaymakam-vali ve bakanlıklara bağlı müdürlükler gibi “açık” ya da bilemediğimiz binbir biçimdeki “gizli” yollarla merkezden yerelleri sımsıkı kontrol eden yapısı tasfiye edilmeli; söz, yetki ve kararın seçilmiş yerel meclislerde olduğu bir yeni demokratik-halkçı yapı inşa edilmelidir. Yine, despotizmin kendisini meşrulaştırma aracı olarak kullandığı, halkın farklı etnik ve inanç kimliklerini birbirine düşmanlaştırıp çatıştırma stratejisi en büyük halk düşmanlığı olarak görülüp tümüyle terk edilmeli ve yeni sistem etnik ve inanç farklılıklarına “kör” olan “yurttaşlık” kimliğini esas alan bir temelde kurulmalıdır.

Her iki alandaki kazanımları güvence altına alan bir Demokratik Anayasa ve o anayasanın omurgası olduğu bir yeni Demokratik Cumhuriyet, yeniden kuruluşun asgari hedefi olarak öne çıkarılmalı, güncel mücadeleler bu hedef tarafından eğitilmeli, bu hedefe doğru yürünen bir yolun adımları haline getirilerek devrimci bir içeriğe kavuşturulmalıdır. O süreçte yaşanacak toplumsal mücadelelerde inisiyatif kazanacak devrimci güçler, vergi üzerinden halkın soyulmasını engelleyerek vergi sistemini dolaysız ve artan oranlı servet vergisine oturtacak, halkın asgari yaşam standartlarının sağlanmasını anayasal güvence altına alacaktır. Bu kazanımların maddi ihtiyaçları da Merkez Bankası’nı halkın seçtiği meclisin kontrolüne vererek ve anayasanın halkçı kazanımlarını uygulamakla görevlendirerek sağlanacaktır.

İşte, içinde bulunduğumuz küresel ve yerel kapitalizm gerçekliği, bizi iktidar momentinde ilk adımında “demokratik” olan ama yapısında hemen şimdi devrede olan anti-kapitalist dinamikler de taşıyan bir devrimci stratejiyi yürütmeye yönlendiriyor.

Despotik siyasal düzene karşı demokratik bir cumhuriyetten yana olan ama henüz sosyalizmi hedeflemeyen farklı halkçı-demokratik güçlerle en geniş halkçı ittifak alanında ortaklaşırken, aynı zamanda anti-kapitalist toplumsal güçlerle onların ihtiyaçlarını elde etme mücadelesinde ortaklaşmak, her iki ortaklaşmanın uzlaşmaz olmayan çelişkili diyalektiğini kavrayan bir özel pratiğin kurucu öncüsü olmak gerekiyor.

Sürecin akışı stratejiye netlik kazandıracaktır. Onu eskinin tartışmalarını eğip-bükerek ve eskinin adlandırmaları üzerinden değil, zamanımızın toplumsal gerçekliğinin ürettiği kendi gerçekliği içinde kavramak, kendi kavramlarına kavuşturmak gerekiyor.

Sonuç

Sonuç olarak, çok yönlü ve karmaşık bir yeniden yapılanma süreciyle yüzleşmeliyiz.

Marksizm’in günümüzde de geçerli olan duruşuna sırtımızı dayayarak ve sonrasındaki teorik-pratik süreçlerin zenginliğiyle beslenerek yola çıktıktan sonra; eskiyi aynen sürdürme konformizminden kopuşup yalnızlığı göze alarak kendi zamanımızla yüzleşmemiz, şimdiye dek yaşanmadığı için çözümlenip aşılmayı bekleyen zamanımıza özgü sorunları göğüslememiz, yanılmayı göze alıp denememiz, kaybolmayı göze alıp daha önce geçilmemiş yollardan geçmemiz gerekiyor.

Yeniden kuruluş, farklı yapıların/komplekslerin kendi ağırlıklarıyla yer aldığı ve farklı zeminlerden çıkıp gelen bir dizi sürecin aynı anda hareket ettiği bir özel süreç olarak yaşanacaktır. O, bir yanıyla somut bir gerçeklik, ama aynı zamanda içinde farklı ilişkileri ve kuvvetleri taşıyan dolayımların sürekli hareket ettiği dinamik ve karmaşık yapısıyla özel bir etkileşim sürecidir.

Her yapı ve süreç, kendi iç gerilimleri ve özgün ihtiyaçlarından oluşan bir “diyalektik bütünlük”/kompleks olarak orada/yeniden yapılanma sürecinde olacaktır. Daha “yüksek” kompleksler/daha “basit” ya da “tekil” kompleksleri kapsayıp yeni “diyalektik bütünsellikler” yaratarak gerçekleşecek, birçok gerilim ve çatışmanın içinden geçerek kendisini var edecek o gerçekleşme süreçleri devrimci-komünist zeminde yeniden ayağa kalkmanın yolunu da keşfedecektir.

Dolayısıyla, her bileşen, hem “özerk” bir durum olacak hem de ancak diğerleriyle sürekli zenginleşen bağlantıları içinde var olabilecektir.

Yeniden yapılanmaya ilişkin her duruşun ancak gerçek yaşamın içinden geçilerek-geçerken belirlenerek gerçeklik kazanabileceği açıktır. Teorik bakış ve canlı pratiğin birbirini desteklemesi, sürecin olmazsa olmaz belirleyenidir. Pratik tarafından desteklenmeyen politik iddiaların spekülasyon olma ya da şayet “doğru” bir tutumu açıklıyorsa da onu söze boğarak çürütmesi riski yüksektir.

Sendika.org’tan alınmıştır.