Tahayyülün Krizi, Sinizmin Egemenliği: Yeni Bir Toplumun Zihinsel Zemini Üzerine

Mehmet Fatih Traş Anısına

Kapitalist tahakküm, kitlelerin zihinsel dünyasını o denli denetim altına almış ki, bugün,  Frederic Jameson’ın o ünlü saptamasına atıfla, dünyanın sonunu hayal etmenin, kapitalizmin sonunu hayal etmekten çok daha kolay olduğu bir kapitalist yengi halinden bahsetmek mümkün. Bu yengi hali geçici de olsa, onun geçici olup olmaması, kurduğu zihinsel iktidarın yıkılmasına bağlıdır ve kendiliğinden son bulacak bir olgu değildir. Zihinler tahakküm altından kurtarılıp başka bir dünyanın tahayyülü inşa olmadıkça, maddi kurtuluş da gerçekleşemeyecektir.

Dünyanın sonunun geldiğine dair bir inanç besleme konusunda direnenleri ve ona karşı gelenleri ise kapitalist tahakküm, gezegenin hepten yok olmasına dayalı aşırı karamsar düşünceye oranla, bir doz daha yumuşatılmış karanlık distopyalarla yüz yüze bırakıyor.  Ya da tüm yıkım senaryolarına rağmen ayakta kalabilmiş bir avuç insanın gelecekteki yaşam koşullarını tasavvur eden post apokaliptik düşünüşlerle… Belki de edebiyat, müzik, sinema veya diğer sanat üretimlerinde, son yıllarda, daha önce ulaşılamayan bir düzeyde distopik üretimlerin arttığını da tespit etmemiz gerekir. Black Mirror’ın yarattığı etki, Hollywood sinemasının bile dünyanın geleceği/sonu ile ilgili son zamanlarda artan distopik ve apokaliptik/post apokaliptik film üretimlerine yönelmek zorunda kalması da manidar.

Her ne kadar “düzen eleştirisi” iyimserliğiyle yorumlansalar da, bu üretimler büyük oranda kapitalist dünyanın içerisine bolca serpiştirilmiş antikapitalist öğelerden öteye gidememekteler.

Çitleme hareketinin bitmek bilmeyen yayılımı eninde sonunda toplumun zihinsel dünyasının da etrafına çit çevrilmesiyle sonuçlanır: Toplumsal bütünün parçalanmasını takip eden süreçlerde, bireylerin bütünlüklerinin parçalanması ve her bir benlik parçasının sermaye iktidarının tahakkümüne zorlanması… Çitleme süreci maddi dünyada olsun, bilişsel dünyada olsun süreklileşmiş bir biçimde devam ediyor.

Bu noktada kapitalizmle damgalanmamış üretimlerin büyük oranda içerilmeleri, git gide kapitalist sistem tarafından damgalanmaları olgusunu göz ardı etmememiz gerekiyor. Mark Fisher’ın deyişiyle “Arzuların, özlemlerin ve umutların kapitalist kültür eliyle önceden formatlanması ve şekillendirilmesi”[1] görmezden gelinmemelidir. Fisher, kapitalist gerçekçiliğin, aslında kapitalist sistem içerisinde-onun tahakküm sınırları çerçevesini aşmayacak şekilde- bol miktarda antikapitalist öğe barındırdığını belirtiyor.

Yabancılaşmamış sanatsal üretimi bir toplumsal ilişki, bir örgütleniş ve bir reddediş içermek zorunda ve ama bahsi geçen üretimlerin, var olan üretim-tüketim statükosunu yeniden üreterek, dehşet/korku ve kaygıdan “artı değer” üretmekten öteye gittikleri bir durum söz konusu değil. Aynı şey düzenin açmazlarını ortalığa saçan yeraltı, düzen teşhircisi müzik üretimleri için de söylemek mümkün. Şüphesiz bunlar önemsenmesi gereken, kitlelerin öfke ve tepkilerini içeren üretimler. Ancak özgürleştirici öğelerden, özgürleştirici pratiklerden yoksun oldukları sürece, arka sokaklarda kontrol dışına çıkma eğiliminde olan kitleleri tekrar kapitalist tahakkümün sınırları içerisine hapsediyor.

Gündelik Yaşamın Çitlenmesi

Max Haiven’ın çarpıcı bir şekilde tariflediği modern çitleme yöntemleri[2], Marx’ın Kapital I‘deki ünlü ilkel birikim betimlemesine atıfta bulunur. Marx, “İlk Birikim” bölümünde[3], kapitalistlerin ilkel birikim için ihtiyaç duydukları sermayeyi elde etmek için, İngiliz kır nüfusunun topraktan yoksun bırakılma süreçlerini anlatır. 15.yy’dan itibaren başlayan toprağa el koyma hareketi o dönem çitle çevirme (enclosure, çitleme) olarak adlandırılmıştı. Köylüler tarafından ortaklaşa kullanılan topraklar birden çitlelerle çevrilerek, buralara yün sanayisi için yetiştirilen koyunlar yerleştiriliyor, en önemlisi de müşterek yolla kullanılan topraklar bu yolla özel mülk haline getiriliyordu.

Ne var ki Haiven’in[4] de dediği gibi (David Harvey’in ve geçmişte Rosa Luxemburg’un ve diğerlerinin de dediği gibi), çitleme geçmişte olmuş bitmiş bir şey değil. Sermayenin son 500 yıldır bitmek bilmeyen yayılımı, el koyma ve çitleme işlemlerinin sürekli yeniden ve yeniden yapılmasını içsel doğasında barındırıyor. İlkel birikim her zaman bir arazi parçasının etrafının çitlerle çevrilmesi anlamına gelmez. İşsizlik fonunda biriken paraya el konulması, kamuya ait kaynakların/işletmenin özelleştirilmeleri, ormanlara sermaye adına el konulması, su kaynaklarının özelleştirilmeleri birer modern çitleme örnekleridir.

Ama yalnızca o da değil. Haiven’in zekice bir saptamayla ortaya koyduğu üzere, çitleme hareketinin bitmek bilmeyen yayılımı eninde sonunda toplumun zihinsel dünyasının da etrafına çit çevrilmesiyle sonuçlanır: Toplumsal bütünün parçalanmasını takip eden süreçlerde, bireylerin bütünlüklerinin parçalanması ve her bir benlik parçasının sermaye iktidarının tahakkümüne zorlanması… Çitleme süreci maddi dünyada olsun, bilişsel dünyada olsun süreklileşmiş bir biçimde devam ediyor.

Neoliberal/geç kapitalist çağda, toplumun ortak kullanımına açık olan, toplumsal müşterekler eğitim çitleniyor, sağlık çitleniyor, medya çitleniyor, sanat çitleniyor, yaşam çitleniyor. Böylece kapitalist değerler ve doğal olmayan aptal bir bürokrasinin kuralları, çitlenmiş alanlarda var olmalarına -büyük bir lütufla- izin verilen topluma dayatılıyor. Sistem tarafından yüzeysel görünümlerine dair vurgular farklılık, yaratıcılık, renklilik gibi sıfatlarla nitelense de, özünde benzer düşünmek, benzer giyinmek, benzer müzikler dinlemek, verileni almakla yetinmek, düzen içi siyasal kümelenmelere sıkışmak, hız, tüketim, sığlık ve yüzeysellikle bezeli zamanın ruhuna boyun eğmek, üretimler söz konusu olacaksa da bunu zorunlu olarak sermaye damgasıyla yapmak!

Özellikle kriz koşullarında toplum her geçen gün daha şiddetli bir biçimde çitlenmiş gündelik yaşama zorlanıyor. Sürecin tek taraflı ilerlediğini söylemek şüphesiz ki büyük hata. Bireyler de bu sürece kimi zaman tek tek, kimi zaman topluluklar halinde direnmekteler. 500 yıllık yerleşikliliği ve toplumun derinlerine inen gücüyle sistem, bu direnişlere karşı birçok savaş stratejisi yürütebilmekte. Onun üzerine yerleştiği bir diğer güçlü zemin ise, kapitalizmin tarihinden çok eski bir geçmişe sahip olan, modern kapitalist toplumla birlikte büyük bir yerleşiklik kazanan yabancılaşmadır.

Yabancılaşma ve Geleceğin Toplumu

Yabancılaşma kabaca, insanlık tarihi içerisinde, toplumsal üretimin belli uzmanlıklara bölünmesinden ve bu bölünmenin başta oldukça basit bir yapıda olan bir bürokrasi tarafından düzenlenmesinden doğdu. Özel mülkiyetin ve sınıflı toplumların gelişmesiyle iyice yerleşti, toplumlar tarihi gelişip yeni uzmanlıklar ortaya çıktıkça, yayılım gösterdi. Kapitalist çağda dünyanın neredeyse tüm topluluklarına nüfuz etti. Post-fordist üretim tarzının/üretim sürecinin lime lime parçalanarak un ufak olmasının ardından ise iyice yerleşiklik kazandı. Değişen dönüşen şey, basitçe üretim yordamı değildi. Toplumsal örgütleniş değişti. İnsanların bilgi ve beceri kapasiteleri sarsıcı bir şekilde değişti. İnsanlığın doğal özü olan emeğin bizzat öncülüğünü yaptığı toplumsal üretim ile toplumsal yaşam arasındaki kopukluk derinlere nüfuz etti. Bu değişime elbette modern dünyanın yabancılaştırıcı ideolojisi de eşlik etti.

İnsanın doğal özü olan emek, böylece geldiği noktada bir yandan teknik-zihinsel kapasitesini arttırırken, diğer yandan tarihsel kökenlerine iyiden iyiye yabancılaştı.

Tam bu noktada Marx’ın komünist toplum tahayyülünde, komünist toplumu basit bir şekilde emeğin artı değer sömürüsünden kurtulması olarak görmediğini vurgulamamız gerekir. Marx’ın bilimi elbette kapitalist toplumu tahlil etmeye ve onun işleyiş yasalarını ortaya koymaya yönelik kapsamlı bir çabaydı. Bu yüzden var olanı tahlil etmeyi öncelik edinmiş ve geleceğin komünist toplumunun nasıl bir şekilde olacağına dair çok az şey söylemiştir. Yine de Alman İdeoloji’sinde komünist toplum tahayyülüne dair yaptığı küçük vurgu, onun komünizm anlayışı hakkında bizlere bilgi sunar:

“….Zira, işin bölüşümü yapılmaya başlanır başlanmaz, artık herkesin kendisine dayatılan ve içinden çıkamayacağı belirli ve kesin bir faaliyet alanı vardır. Avcıdır, balıkçıdır, çobandır ya da eleştirel eleştirmendir; ve geçim araçlarını kaybetmek istemiyorsa eğer, öyle de kalmak zorundadır. Oysa hiç kimsenin kesin bir faaliyet alanına sahip olmadığı, dilediği her alanda kendini yetiştirebildiği komünist toplumda, genel üretimi toplum düzenler. Böylece de bana, dilediğimce, bugün bu işi, yarın bir başka işi yapabilme –avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmamı gerektirmeden, sabah ava çıkıp öğleden sonra balığa gitme, akşamları hayvan yetiştirme, yemekten sonra da eleştiri yapma olanağı sağlar.”[5]

Demek oluyor ki Marx ve Engels’in komünist toplum tahayyülleri, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılmasının yanı sıra; uzmanlaşma, bürokrasi ve yabancılaşmaya yol açan işbölümünün kaldırılmasını da içeriyor. İnsani yetkinliğin arttırıldığı; sıkıcı ve daraltıcı uzmanlaşmanın yerine, birçok kapasitenin aynı anda bireye kazandırıldığı, beceri zenginliğine dayalı bir komünist toplum!

Ruhsal ve zihinsel bozukluklar, salt bireysel sorunlara yol açmıyorlar. Bu bozukluklar bireylerin ve toplulukların ortak ve özgür bir gelecek tasavvurlarının önünde ciddi patolojiler olarak durmaktalar. Bu bozukluklar özelikle geleceğe dair umutlu ve direngen olmanın önünde ciddi engeller.

Öyleyse geleceğin toplumunun inşası vizyonuna sahip olan komünist hareket, geleceğin toplumunu tasarlarken, onu var edecek bireylerin kapasitelerini arttırmayı, bireyleri gündelik maddi yaşamlarında özneleştirmeyi, insanların emek güçlerinin yaratıcı/kurucu kapasitelerini keşfetmelerini sağlamayı önüne koymalıdır.

Bu büyük görev, modern kapitalist toplumda ciddi sürtünme noktalarına çarpıyor. Modern kapitalist toplum/geç kapitalizm insanın emeğine, emek ürününe, üretim sürecinin kendisine yabancılaşmasının yanı sıra, insanın doğaya/kendi doğasına da yabancılaşmasına neden olmakta. İnsanların doğal evrimsel süreçleri sonucunda oluşan biyolojik-psikolojik-sosyal bütünlükleri bizzat kapitalizmin sebep olduğu patolojik süreçler sebebiyle parçalanıyor. Biyolojik, psikolojik ve sosyal süreçler her biri ayrı şekilde bozuma uğramakta.

Geç Kapitalizmin Patolojisi

Olgusal olarak bakıldığında, kapitalist toplumda, geç dönemlerinde, onun yıkılmayıp direnmesinden ileri gelen bir dizi gizil süreçler açığa çıkmakta. Bu gizil süreçler bir yandan gezegenin milyonlarca yıllık geçmişe sahip ekolojik dengelerini bozarken, diğer yandan insanın evrim sürecinde kazandığı ruhsal ve bedensel kapasiteleri aşındırmakta. İnsan topluluklarını ve tek tek insanları bitmek bilmeyen patolojik süreçlerle karşı karşıya bırakmakta. Ve evet açığa çıkan bütün ruhsal ve bedensel hastalıklar birer sermaye birikim alanı olarak değerlendirilmekte(!).

Biyolojik birçok hastalık, kanser, solunum, dolaşım, kas, sindirim sistemleri hastalıklarının yanı sıra, dikkat dağınıklığı, depresyon, hiperaktivite bozukluğu, disleksi, anksiyete bozuklukları, bipolar bozukluk gibi ruhsal hastalıklar da kapitalist dünyanın doğrudan sebep olduğu ruhsal/zihinsel bozukluklar olarak ciddi oranda yaygınlaşıyorlar.

Ruhsal ve zihinsel bozukluklar, salt bireysel sorunlara yol açmıyorlar. Bu bozukluklar bireylerin ve toplulukların ortak ve özgür bir gelecek tasavvurlarının önünde ciddi patolojiler olarak durmaktalar. Bu bozukluklar özelikle geleceğe dair umutlu ve direngen olmanın önünde ciddi engeller.

Geç kapitalist çağda bilişim ve internet dünyası, toplumsal yaşayış, düşünüş, kavrayış biçimlerini doğrudan etkiliyor.

Her ne kadar bu çağ bir enformasyon çağı olarak adlandırılsa da, bu şüpheli bir tanımlama. Her türlü bilgiye hızlı bir şekilde erişim şüphesiz ki mümkün. Ama bilgiye ulaşma ya da bilgiyi anlamlandırma/sentezleme/bağlantı kurma konusunda bir beceri yoksa –ki çoğu zaman yok- o zaman neyin enformasyonundan bahsedilebilir ki?

Bilgiyi işleme, dönüştürme, sentezleme yerine, yüzeylerde gezen imgeler ve sembollerle iletişim başka birtakım bozukluklara neden oluyor.

Örneğin Fisher’a göre disleksi çoğu zaman yoğun imgelerin, aşırı sayıda uyarıcının sürekli, her an her platformda toplumsal alana saçılmaları, özellikle sosyal medya/internet çağının bir sonucu olarak ortaya çıkmakta[6]. Geç kapitalizm imgelerin yoğun bombardımanına dayalı ve bu yüzden özellikle çocuk ve genç kuşaklar bu çağın yarattığı bozukluklardan oldukça fazla etkilenmekteler.

Fisher, kitabında İngiliz genç kuşağının dili kullanma konusunda yaptıkları hatalara örnekler verse de, meselenin evrensel olduğu aşikâr. Benzer bir tablo da Türkiye genç kuşaklarında var. Bu açıdan sosyal medya platformlarında eski kuşakların sıkça şikayet ettikleri, –de’lerin, -ki’lerin yazımında sürekli yapılan hatalar, berbat bozuk bir Türkçenin kullanımı yalnızca kötü eğitimle (berbat bir eğitim sistemine sahip olduğumuzu tekrar etmemize bile gerek yok şüphesiz) açıklanabilecek yüzeysel hatalar olmasa gerek. Bu bariz dil ve yazım hataları, çağımızın bireylerinin bilişsel şemalarının da birer yansımaları olarak okunmalı. Çünkü genç bireylere, sosyal medya platformlarında iletişim kurabilmeleri için belli söz kalıpları yeterli geliyor.

Genç kuşaklarda sıkça görülen zihinsel işlev bozuklukları, kapitalist toplumun en ciddi hedef kitlesi olan gençliğin siyasal bir özne olma kapasitelerini ciddi şekilde daraltabiliyor. Bunun tersi de şüphesiz mümkün, ancak yaygınlık gösteren işlev bozuklukları, hayalgücünü ve değiştirme kapasitesini potansiyel olarak en fazla barındıran gençliği esir almakta.

Genç kuşakların en çok zaman geçirdikleri platformların başında gelen sosyal medya platformları, siyasal iktidarların toplumun haber alma haklarını baskı altında tuttukları olağanüstü koşullarda (toplumsal isyanlar ya da baskının arttığı dönemlerde) birer iletişim aracı olarak kullanıldılar. Bu çok önemli işlevini göz ardı etmeden, sosyal medyanın ve internete dayalı iletişim yöntemlerinin siyasal olarak bir başka işleve sahip olduklarını söylememiz gerekir: sinik tepkilerin dile getirildikleri geniş platformlar!

Bu noktada Gilles Deleuze’dan şu alıntıyı yapmak yerinde olacaktır:

“Sorun, artık insanların kendilerini ifade etmelerini sağlamak değil, sonunda söyleyecek bir şeyler bulabilecekleri küçük inziva ve sükûnet araları yaratmaktır. Baskıcı güçler insanların kendilerine ifade etmelerine engel olmuyor, tam tersine onları kendilerini ifade etmeye zorluyor. Söylenecek hiçbir şeyin olmaması, hiçbir şey söylememe hakkı ne büyük bir nimet; çünkü ancak o zaman nadir olanı ve daha da nadir olanı, söylenmeye değer olan şeyi yakalama şansı doğar.”

Twitter, ekşi sözlük, facebook, snapchat, instagram vb. platformlara baktığımızda, Deleuze’ün ruhunun buralarda dolaştığını görürüz. Bu platformları kullanan büyük çoğunluk, hemen her konu hakkında sürekli birbirlerine benzeyen içerikler üretir. Evet, bu içerikler büyük toplumsal kalkışma dönemlerinde (örneğin Gezi, Mısır, Sudan ayaklanmaları) bir siyasal eyleme eşlik ederler ve b açıdan tamamlayıcı birer öğe olarak önemli işlevler üstlenirler. Ancak toplumsal kabarmanın geri çekildiği ve siyasal eylemin etkisini yitirdiği dönemlerde tersine bir etki yaratırlar. Sosyal medya bu açıdan bakıldığında, bireylerin kendilerini sürekli ifade etmek zorunda hissederek, her daim her şeyi bu platformlarda eleştirme, alaya alma, mizah malzemesi yapma aracı olarak; siyasal düzene karşı öfkenin sinizme dönüştüğü yer olarak da işlev görmekte.

Bürokrasi, basit işlerde uzmanlaşma, bireyselliğe hapsedilme komünist toplumun tersine doğru bir gidişi tanımlıyor ise, komünist topluma gidiş de bu süreçlerin tersine bir gidişle olmalı. Sadece doğrusal bir tersine gidiş de değil. Kapasite kazanarak, zenginleşerek, genişleyerek, ayrıntıları/çeşitlilikleri keşfederek, yeni bir şeyi inşa etme bilinciyle donanmış, meydan okuyucu bir gidiş! Böylece sol politikanın hegemonya eksikliğinin giderilmesine yönelik adım atılmış olur.

Sinizm ve Toplum

Kapitalist tahakküme karşı verilen siyasal tepki biçimi kendisini sinizm olarak ortaya koyuyor. Sinizm (Kinizm) adını Eski Yunan’daki bir felsefi gelenekten alır. ”Kyon”, yani köpek, sözcüğünden türetilen sinizm/kinizm, dönemin değerlerine aldırmadan, bilgi birikimi arttırılarak insanın kendisini kuşatmış gereksinmelerden arınmasına dayalı, toplumsal değerlerin ve normların reddine dayalı bir felsefedir.

Elbette sinizm günümüzde anlam kaymasına uğramış, bir siyasal/psikolojik durumu betimleyen bir içeriğe bürünmüştür. Modern anlamda sinizm, var olan durumun çelişkilerini gören, ancak onu değiştirebilecek gücü kendisinde görmeyen bireyin, düzenin açıklarını, açmazlarını, çelişkilerini, gayrı ahlâkiliğini, müstehcenliğini, çelişkilerini, acımasızlığını açığa vurması, sofu bir ahlâkçılıkla kendisini steril ve güvenli bir dünyaya hapsetmesi ve daha birçok boyutta tanımlanabilecek geniş bir olgu.

Neoliberal dönemde, “büyük anlatıların sonu”nu ilan eden postmodern neoliberal zamanlarda, kitlelerin/solun/muhalefetin üzerine çöken ruh halini açıklayan önemli bir kavramdır sinizm.

AKP/Erdoğan iktidarı boyunca üretilen mizah, Gezi dönemi haricinde, hep bu zemine dayandı. İnsanlar iktidarın ve onun temsil ettiği düzenin çarpıklığını, gayrı ahlakiliğini, çirkinliğini hep sosyal medya/internet aracılığıyla dışa vurdular. Post Sovyet ve 12 Eylül sonrası Özal dönemiyle başlayan neoliberal saldırılarla birlikte başlayan yenilgi dönemi, solun dil ve eylemini sinizm düzeyine indirdi.

Sosyal medyayı keşfeden sol, onu düzenin karşısına dikilecek bir silaha çeviremedi. Aksine sosyal medyanın sahip olduğu sinik eğilimle ve onun diliyle çoğu zaman uzlaştı.

Sosyal medyada yaygın bir şekilde sinizm içeren bir dil söz konusu. Ali Şimşek, önemli tespitler ve incelemeler içeren kitabı Yeni Orta Sınıf: Sinik Stratejiler’de, neoliberal dönemde ortaya çıkan yeni yönetici sınıfın, kendi mizah dilini inşa ederken, bir dönemin mizah anlayışındaki “kendi kendisiyle alay eden yoksul küçük insan” dilinin dönemini kapattığını söyler. Bunun yerine yeni orta sınıf, alt sınıfları alaya alan bir dil kurar. Mizahın sahibi değişmiştir. Şimşek’in deyimiyle, yeni orta sınıfta, “müthiş bir ‘cüret’ ve kodlama zenginliği, meraka yer vermeyen “ben sizi çözdüm; siz busunuz” özgüveni vardı.”[7]

Sosyal medyada bugün karşımıza çıkan, alaysılık, teşhir ve isyan içeren mizah dili bunun devamı niteliğinde. Dili kullananlar çoğunlukla üniversite eğitim almış/almakta olan, aslında hızla proleterleşen genç kuşaklar olsa da, kullanılan dil çoğu zaman orta sınıf diliydi.

Bu yüzden sosyal medya mizahı alt sınıflardan gelen “çomarların, dızoların, apaçilerin, kekoların, fakirlerin, cahillerin, kezbanların” aşağılanmasına dayalı.

Birilerini, bir kesimi veya egemen güçlerin bizzat kendisini sürekli eleştirmek, teşhir etmek veya aşağılamak, onlar karşı ahlâki tepkiler oluşturmak, faillere bir rahatlama hissi verebilir ama yeni bir toplumun kuruluşuna çok az hizmet eder.

Yeni bir toplum, salt eskinin sinik teşhiriyle değil, yeninin tahayyülüyle inşa edilmeye başlanacaktır. Hayalgücü değişime bu bakımdan öncülük eder.

Kolektif İradeyi Güçlendirmek ve Hayalgücü

Kapitalist ya da diğer hiyerarşik tahakküm biçimleri, son tahlilde hayalgücünü ele geçirdikleri için iktidardalar. Çünkü diyelim ki faşizm, mezhepçilik ya da homofobi, hayalgücünde de gerçekleşir; bu tahakküm biçimleri ırklar, mezhepler ya da cinsiyetler arası ilişki zihinlerde de inşa edilir. Bu dünyanın bir alternatifinin olmayacağına ya da bu dünyanın kaçınılmaz bir şekilde yıkıma/post apokaliptik bir yere gideceğine veyahut bu dünyanın kalıcı ve kapalı bir sistem olduğuna dair olduğuna dair inanç teslim alınmış hayalgücünün sonucunda inşa olur.

Kötü tahayyülün yerine iyi tahayyül koymak tek başına bir değişim yaratmaz ve değişim bir yandan, diyalektik olarak yeni dünyanın maddi inşasına bağlıdır. Hayalgücü zihindeki üretimi bir toplumsal ilişkiye dönüştürmenin araçlarını yaratmalıdır ve bunu bir iktidar mekanizması ile desteklemelidir. Hayalgücü bu noktada siyasallaşır.

Siyasal araçlar daha önce olmayan şeyler değildir. Onlar “şimdi ve burada”ki ilişkilerden doğarlar. Bürokrasinin, hiyerarşinin, tahakkümün yıkımı iki insan ya da canlı arasındaki ilişkide somutlaşmaya başlar ve ardından küçük birimlere, yerel meclislere, genel meclislere, anayasal düzenin kendisine varana dek uzanan bir sürece doğru yol alır.

Özgürleşme yanlısı siyaset, yerleşik düzenin doğal görüntüsünü karşısına almalıdır. Onun geçici bir tarihsel kategori olduğunu teşhir etmelidir. Bu aynı zamanda bir psikolojik üstünlük kurma girişimidir.

Bürokrasi, basit işlerde uzmanlaşma, bireyselliğe hapsedilme komünist toplumun tersine doğru bir gidişi tanımlıyor ise, komünist topluma gidiş de bu süreçlerin tersine bir gidişle olmalı. Sadece doğrusal bir tersine gidiş de değil. Kapasite kazanarak, zenginleşerek, genişleyerek, ayrıntıları/çeşitlilikleri keşfederek, yeni bir şeyi inşa etme bilinciyle donanmış, meydan okuyucu bir gidiş! Böylece sol politikanın hegemonya eksikliğinin giderilmesine yönelik adım atılmış olur.

Bu girişimlerin somutlaşacağı ve hayalgücünün siyasallaşacağı zemin, proleterlerin sendikal örgütlenmeyle sınırlandırılan ufuklarını aşan bir işçi meclisi pratiği, kadınların mahalle ve işyeri meclisleri, halkın mahalle meclisleri vb.

Ancak meclisler yan yana gelişten fazlasını ifade etmeli. Bu da pratik siyasal faaliyetin yaşama geçirilmesiyle mümkün. Hayalgücüne dayalı eylem, ruhunu müşterek ruhundan alır. Ortaklaşmacılığa dayalı inşa eylemi, bürokrasiyi, tahakkümü, hiyerarşiyi ve yabancılaşmayı karşısına alır. Badiou’nun dediği gibi, etkili bir anti-kapitalizm, sermayeye karşı bir tepki değil, ona bir rakip olmalıdır.[8] Bu rakiplik, işçilere, yoksullara, kadınlara, gençlere gündelik yaşamda kapasite kazandıran kolektifliğe dayalı eğitim, kültür, sanat, felsefe vb faaliyetlerini, aynı şekilde çocuklara yönelik alternatif eğitim faaliyetlerini/yaz okullarını, ortak mekân inşasını, dayanışma üniversitelerini/akademilerini vb. birçok eylemi içerir.

Yaşamın her alanında bürokrasiyi, yöneten-yönetilen hiyerarşisini parçalayacak, basit karar alma mekanizmalarından yaşamı örgütleyecek bir mekanizmaya gidiş. Bunu sağlayabilecek maddi güç olan halk meclisleri, bu açıdan birer eğitim, pedagoji alanlarıdır.

Kapitalist tahakkümün bilinçlerde yaratmak istediği kapalı devre/stabil/değişmez düzen ve gelecek imgelemi yerine, Bloch’çu “henüz olmamış, olmakta olan, iradi eylem ile şekillenen” gelecek ve dünya tasavvuru hedeflenmelidir. Son olarak ne kadar tahakküm ve yabancılaşma saldırıları altında kalırlarsa kalsınlar, geleceği yine bugün donuklaştırılmak, pasifleştirilmek, iradi eylemi elinden alınmak istenen ezilenler inşa edecekler. Sloganımız şaşmaz: Şimdi ve burada.

[1] Kapitalist Gerçekçilik, Başka Alternatif Yok mu?, Mark Fisher, Habitus Kitap, 2011

[2] Radikal Hayalgücü ve İktidarın Krizleri Kapitalizm, Yaratıcılık, Müşterekler, Max Haiven, Sel Yay.,2014

[3] Kapital I, Karl Marx, Yordam Yay., 2011

[4] Haiven, a.g.y.

[5] Alman İdeolojisi, Karl Marx, Friedrich Engels, Evrensel Yay., 2013

[6] Fisher, a.g.y.

[7] Yeni Orta Sınıf, Sinik Stratejiler, Ali Şimşek, Agora Kitaplığı, 2014

[8] Akt., Fisher, a.g.y.