Cumhuriyet İşçilere Ne Verdi? 

Geçtiğimiz günlerde Türkiye Cumhuriyeti 100. yılına girdi. Türkiye’de burjuvazi Milli Kurtuluş Savaşı üzerinden gelişen sınırlı bir burjuva devrimiyle hâkim güç haline geldi. Dağılan imparatorluğun kalıntıları içinden ağırlıklı olarak Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklarda tutunmayı başardı. Milli Kurtuluş Savaşı’nın zaferi, buna önderlik eden burjuva kadrolara çok özel bir güç ve inisiyatif kazandırdı. Bu sayede, o günün siyasal ve toplumsal yapısı içinde çok kolay gündeme getirilemeyecek adımlar atıldı. Hanedanlık tasfiye edilerek cumhuriyet ilan edildi ve ardından halifelik kaldırıldı. Dini esaslara dayalı eğitime ve hukuka son verildi. Laik esaslara dayalı eğitim birliğine geçildi. Bunları başka bazı reformlar tamamladı. 

Fakat tüm bunlar kapitalist gelişmenin önünü açmak için atılmış adımlardı. “Muasır medeniyet düzeyine çıkmak” hedefi, Kemalistler için modern bir kapitalist ülke olmak anlamına geliyordu. 

Cumhuriyetin ilanıyla beraber Kemalist burjuvazi savaşın yıkımı üzerinde yeni bir iktisadi temel oluşturmak sorunu ile yüz yüzedir. Sermaye birikiminin cılızlığı, kırlarda mülksüzleşme düzeyinin geriliği ve tüm bunlara bağlı olarak işgücü-özellikle de vasıflı işgücü-azlığı, bu görevin önündeki en temel engeller durumundaydı. Kemalist iktidar, sermaye birikim sürecinde motor rolü oynayarak, işgücü azlığına çözüm bulabilmek ve özellikle de sınırlı sayıda vasıflı işçinin fabrikalarda tutunabilmesini sağlamak yükümlülüğüyle karşı karşıyaydı. 

Kemalist burjuvazi, daha kapitalist cumhuriyetin ilk günlerinde, sınıf mücadelesinin anlamı, işçi sınıfının gücü konusunda yeterli bir deneyime sahiptir. Ona bu konuda “aydınlık” sağlayan yalnızca Osmanlı’nın çöküş yıllarında iyice yaygınlık kazanan işçi eylemleri değildir. Aynı zamanda, 1917’de gerçekleşen ve bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de yakından etkileyip sarsan Bolşevik Devrimi’nin canlı hatırası da en az bunun kadar önemli bir etkidir. Kuşkusuz buna o dönem Kıta Avrupası’nı baştan başa sarmış bulunan işçi ayaklanmalarının etkisini de eklemek gerekir. Kapitalist ekonomik temelin inşasının dayattığı ihtiyaçlar başta olmak üzere tüm bu etkenler Kemalistlerin işçi sınıfına dönük politikalarının oluşumunu etkiledi. Kemalistler bu nedenle kapitalist devletin ideolojik ve örgütsel kurumlaşmasında rol oynayan memurlara ve işçi sınıfının vasıflı kesimlerine yoksul ülke koşullarına göre imtiyazlı sayılabilecek olanaklar sağladı. Memurlar dışında ustabaşı ve teknik elemanlar da-ki o dönemler bunlara da memur deniyordu-oldukça iyi sayılabilecek yaşam koşullarına kavuştular. Bu nedenle geri yığınlar hâlâ o dönemin CHP’sini köylülere baskı yapan ama memurlara ayrıcalık sağlayan bir parti olarak değerlendirirler. Bu dönemde işgücü açığı çeşitli “kaynak”lardan karşılandı. Az topraklı yoksul köylüler, şehirlerde zor koşullarda yaşayan esnaf ve zanaatkarlar ve daha önce de işçilik yapmış olanlar, işçi ailelerden gelenler… Bunların arasında en önemli işgücü kaynağı az topraklı yoksul köylülerdir. Bu kesimden sınıf saflarına katılanların ortak özelliği ise, başka ülkelerdeki sürecin tersine, henüz tümüyle mülksüzleşme sürecini yaşamamış olmalarıdır. Çoğunun toprakları ve oradan elde edilen küçümsenmeyecek bir geliri vardı. 

İşçi sınıfının bu dönemler yapısını anlamak açısından bir üçüncü kaynaktan, yani doğrudan işçi kaynağından sınıf saflarına katılanların ağırlığı hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir. İşçi hareketi tarihi araştırmacıları İstanbul, İzmir, Bursa vb. gibi geleneksel sanayi kentlerinde ve dokuma, tütüncülük, madencilik gibi geleneksel iş kollarında son derece sınırlı sayıda ikinci kuşak işçi bulunduğunu iddia etmektedirler. Bunun yanı sıra bir ikinci kuşak işçi kaynağı da Cumhuriyet sonrasında mübadele sonucunda Anadolu’ya gelen göçmenlerdir. Bu işçilerin, Osmanlı döneminde sınaileşmenin, işçi hareketi ve örgütlenmesinin yüksek olduğu bölgelerden gelmeleri ve nispeten daha eğitimli olmaları, işçi hareketi açısından sınırlı da olsa olumlu bir etkide bulunmuştur. Nitekim bu işçilerden sosyalizme eğilim duyan önemli bir güç çıkmıştır. Sonuç olarak cumhuriyetin ilk kuşak işçilerine ağırlıkla damgasını vuran özellik, yarı işçi/yarı köylü bir karakter taşımaları ve henüz tümüyle mülksüzleşmemiş olmalarıdır. Bu başlık altında belirtilmesi gereken bir diğer konu da Kemalist burjuvazinin işçi örgütlenmelerine ilişkin yaklaşımıdır. Kemalistlerin bu konudaki politikalarının özünü işçileri tümüyle örgütsüz bırakmak yerine, devletin inisiyatifinde örgütlemek eğilimi oluşturmaktadır. Kemalist burjuvazi daha baştan kendi güdümünde çeşitli sözde “işçi örgütleri” oluşturmuş, işçileri buralarda örgütlenmeye zorlamış, bu yolla da işçi sınıfını denetim altına almaya çalışmıştır. Bu örgütler hem göbekten devlete bağlıdırlar hem de buna bağlı olarak işçi haklarını korumak ve geliştirmek gibi bir perspektiften tümüyle yoksundurlar. Bir karşılıklı yardım kuruluşu gibi çalışmaktadırlar. Kendilerinden beklenen tek değilse bile en önemli işlev işçi sınıfı içinde devletin bekçiliğini yapmaktır. Cumhuriyet dönemi işçi hareketinin ilk 15 yılına en genel çizgileriyle bakıldığında görülebilenler kısaca bunlardır. Ne var ki 1940’lı yıllara doğru bu tabloda önemli değişiklikler gündeme gelmeye başlamıştır. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın zorlukları Kemalist burjuvazinin tüm bu politikalarında ciddi gediklere yol açtı. Bu dönemde daha önce vasıflı işçilere sağlanmış bulunan ayrıcalıklı haklar pratikte kullanılamaz hale geldiler. Bir bütün olarak işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları dayanılmaz derecede kötüleşti. 1940 tarihli Milli Koruma Kanunu ile günlük çalışma süresi 11 saate (fiilen 14 saate kadar uzuyordu) çıkarıldı. Hafta tatili kaldırıldı. Çalışma zorunluluğu getirildi. İşçilerin izinsiz olarak işyerlerinden ayrılması yasaklandı. Ücretler bu süre zarfında reel olarak yarı yarıya düştü vb. 

İşçi ve diğer emekçi katmanların yaşamlarındaki bu hızlı ve sarsıcı kötüleşme, devletin bunda dolaysız olarak oynadığı olumsuz rol, cumhuriyetin ilk yıllarının “devlet baba” imajını yıpratmaya başladı. İşçi ve emekçilerde huzursuzluk, mücadele isteği ve bağımsız politik örgütlenme arayışı yoğunlaştı. İşçiler arasında sosyalist düşünce taraftarlarının sayısı giderek fazlalaştı. 

1946 yılında Kemalist devletten bağımsız, iki sosyalist parti ile beraber bir dizi sendika kuruldu. Burjuvazi açısından bu gelişmeler işçi hareketinin bağımsızlaşma eğilimleri hakkında önemli bir sinyal oldu. Burjuvazi bu gelişmenin önünü kesmek için ilk önce bu iki partiyi ve onların inisiyatifi ile kurulan sendikaları kapattı. Ardından ise 1947 tarihinde bir sendikalar yasası çıkardı. Bu sendikalar yasasının çıkarılmasını etkileyen bir dizi iç ve dış etmenden söz edilebilir. Ama burjuvazinin bu sendikalar yasasını çıkarmakla temel olarak hedeflediği şey, işçi hareketinin bağımsızlaşma dinamiğinin önüne geçmektir. Sendikalar yasasında yer alan grev ve siyaset yasağı da bu amaçla doğrudan bağlantılıydı. Yasanın çıkarılışının hemen ardından CHP ve 1949’lu yıllara doğru da Demokrat Parti (DP) kendi uyduları olan çeşitli işçi örgütleri oluşturdular. 

1950-60 Dönemi 

1950’li yıllara Türkiye DP iktidarı ile girer. DP iktidara gelince, grev hakkı vb. vaatlerini bir tarafa bırakır, memurlara sendika hakkının sözü bile edilmez olur. Artık tüm bu vaatlerin yerini, “henüz bu haklar için zeminin erken olduğu” edebiyatı almaya başlar. Buna karşın DP döneminde ilk önce, geçmiş dönemde ciddi tepkilere yol açan memur ayrıcalıkları kaldırılır. Ardından da üretimdeki artışın iç pazarda emilebilmesi doğrultusunda işçi, memur ve köylülerin yaşam ve gelir düzeyinde hissedilir bir düzelme olur. 

1950-60 dönemi, kapitalist gelişmeye paralel olarak işçi sınıfının nicel varlığıyla daha da hissedilir bir güç haline gelmeye başladığı yıllardır. 1960 yılında ücret ve maaşların faal işgücü içindeki oranı %20’lere ulaşmış durumdaydı. Bu yıllarda tarımda mekanizasyona bağlı olarak yoğun bir kırdan kente göç yaşandı. Bu yeni güçler hızla işçi sınıfının saflarını doldurmaya başladılar. Bu yeni ücretliler arasında tümüyle mülksüzleşmiş unsurların yanı sıra, kentteki yaşamın çekiciliğine bağlı olarak kırda henüz tam olarak mülksüzleşmeden kentlere akın etmiş küçümsenmeyecek sayıda işçi adayı da mevcuttu. 1960 askeri darbesini izleyen dönemde ise çok şey değişecektir. İşçi hareketi, 1960’tan sonra, etkileri bugüne uzanan, önemli değişimler yasayacaktır. 1960’lar cumhuriyetin gerçek anlamda emek-sermaye çatışmaları ve sosyal sınıflarla tanıştığı yıllar oldu. 1961 Anayasası ile ilk kez cumhuriyet sosyal bir devlet olarak tanımlandı ve işçilerin kolektif hakları (sendika, toplu sözleşme ve grev) güvence altına alındı. İşçiler 1960-1980 döneminde gerek nicel gerekse nitel açıdan bir sınıf olarak yükseldi. Bir yandan işçilerin istihdam içindeki oranı artıp işçileşmede bir yükseliş yaşanırken, öte yandan sendikal ve politik alanda etkisi artan işçi sınıfı ekonomik ve sosyal haklarını önemli oranda geliştirdi. 1961 Saraçhane mitingiyle başlayan sınıfsal yükseliş, 1960’lar boyunca çok sayıda işçi direnişi ile büyüdü. 15-16 Haziran 1970 direnişi işçilerin sendikal haklarını savunmak için neleri göze alabileceğini gösterecekti. Bu yükseliş 1970’lerin ikinci yarısında da devam etti. 1970’li yıllarda siyasallaşan işçi hareketi karşısında sahaya sürülen ülkücü çeteler ve devletin kolluk kuvvetleri ile birlikte grevleri yasaklayan ve sakıncalı bulan yine bu cumhuriyettir. 12 Eylül askeri darbesinin başlaması işçi sınıfının önünde en büyük engel oldu. 

12 Eylül Darbesi , 1980 ve Sonrası 

1980, Cumhuriyet tarihinin iktisadi ve siyasi manada antidemokratik tecrübelerin yaşandığı bir yıl olmuş,24 Ocak Ekonomik İstikrar Kararları ve 12 Eylül Askeri Darbesi bu yılda gerçekleşmiştir. İthal İkameci sanayileşmenin içine girdiği çıkmazdan kurtulmak için alınan 24 Ocak kararları zaman içerisinde yapısal bir değişimi Türkiye ekonomisine dikte etmiş, bu süreç 12 Eylül Askeri Darbesiyle uyulması zorunlu olan bir yükümlülüğe dönüşmüştür.

Türkiye’de kök salması için önemli bir aşama olan 12 Eylül darbesi, bu süreçte dindar ve muhafazakâr kesimin neoliberalizmin temsilciliğini üstlenmesine müsaade etmiş, bu aktörler de zaman içerisinde iktisadi, siyasi ve kamusal alanda sistematikleştirilmişti.

12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü döneminde işçi ve emekçilere pek çok cepheden bir saldırı politikası yürütülmüştür. Ücretler düşürülmüş, işçiler kıdem tazminatı, emeklilik, sigorta hakkı vb. gibi tüm cephelerden ciddi hak kayıplarıyla yüzyüze kalmışlardır. Bu dönemde uygulanan politikalar aracılığıyla sermayenin 1979’da %42 olan milli gelir içindeki payı, 1989’da %68’e çıkmış; ama aynı süreçte işçilerin milli gelir içindeki payı %33’ten %14’e geriletilmiştir.

12 Eylül rejimi, işçi ve emekçilere dönük saldırılarında yalnızca kısa dönemli politikalarla yetinmemiş, burjuva normları açısından bile demokrasiyle en küçük bir ilgisi olmayan ’82 Anayasası ve çeşitli yasaklarla işçilerin örgütlenme, grev ve toplu sözleşme vb. haklarını tümüyle sözde haklar haline getirmiştir. DİSK kapatılmış, işçiler çeşitli baskı ve yöntemlerle sendikalarından ayrılmaya zorlanmış, tümüyle örgütsüz bırakılmışlardı.

AKP Döneminde İşçiler

Cumhuriyet tarihinin AKP’sine baktığımızda 24 Ocak 1980 kararlarının işleyiş olarak aynen devam ettiğini görürüz.

2002’den bu yana ülkeyi yöneten AKP’nin politikalarıyla emekçiler yoksullaştı, çok ciddi hak kayıpları yaşandı. 20 sene içerisinde işçiler arasında sendikalaşma oranı dip yaptı. Yasaklanan 20 grevden 200 bine yakın işçi etkilendi. Her yıl 1500’ü aşkın işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Hane halkı borcu 6,6 milyardan 1 trilyon 321 milyar liraya çıktı. Emeğin büyümeden aldığı pay düştü. İşsizlik Sigortası Fonu patronlara peşkeş çekildi. AKP dönemi ANAP ve özalın dönemini daha vahşi özelleştirmelerini izledi, toplam özelleştirmeler içindeki payı yüzde 88’i buldu. Hem emeklilik yaşı yükseltildi hem de emekli aylıkları düşürüldü.

Yüz yıllık tarihi ile burjuva cumhuriyet işçi sınıfına burjuva devrimin temel değerleri anlamında bile hiçbir şey vermemiştir. İşçi sınıfı ne kazandıysa kendi mücadeleleriyle kazanmıştır. Elbette sorun bir yönetim biçimi olarak cumhuriyetin kendisi değildir. Çürümüş ve kokuşmuş burjuva cumhuriyettir sorun olan. İşçi sınıfı bu cumhuriyeti er ya da geç aşacak, onun yerine baskı, sömürü ve eşitsizliğin olmadığı, tüm ilerici değerlerin hâkim kılındığı Demokratik Cumhuriyetini kuracaktır. Kurtuluşunun yolu mevcut burjuva cumhuriyete sarılmaktan değil, onu yıkarak kendi iktidarını kurmaktan geçmektedir.