Hikâyede Farklı, Mücadelede Ortak: Gezi-Kobani Kardeşliğini Yeniden Kurmak-3

El Yazmaları’nın notu: Ekim 2020’den beri Sincan 2 nolu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan, HDP MYK eski üyesi Bülent Parmaksız’ın Eylül 2022’de yazdığı yazının 3. bölümünü  okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Farkı Fark Etmek

Kürt siyasetinin özerklik/yerinden yönetim meselesine yaklaşımında bile sınıf siyasetinin izlerini görebilmek mümkün. Kürtlerin ne istedikleri çok net. “Özerklik” değil “demokratik özerklik” talep ediyorlar. Aradaki fark çok büyük ve o farka neden olan “demokratik” olma hali tamamıyla sınıf siyaseti bakışının bir göstergesidir. Her iki yönetim biçiminde de merkezi idarenin kimi yetkileri yerinden yönetime devredilebilir ancak bu yerinden yönetimin hangi sınıflar/kesimler üzerinden kendini örgütleyeceği ve kitlelerin bu yönetim biçimine nasıl katılabileceği meselesi ayırt edici bir noktadır. İdris-i Bitlisi döneminden Tanzimat’ın merkezi otoriteyi yeniden inşa edecek şekilde idari sisteme müdahale etmeye başladığı iki dönem arasında geçen yaklaşık 300 yıl boyunca Kürtler, Kürt mirleri/beylerinin egemenliği altında özerk biçimde yaşadı. Kürt beyliklerinin vergi ve kimi savaş dönemlerinde asker verme yükümlülüğü dışında merkezi yönetime karşı herhangi bir sorumluluğu yoktu. Öte yandan Kürt köylüsü/emekçi sınıfları da tıpkı Osmanlı reayası/emekçi sınıfları gibi egemenlerin yoğun bir sömürüsüne ve baskısına maruz kalıyorlardı. Beylikler ile Osmanlı yönetimi arasındaki anlaşma Tanzimat kararları ardından bozuldu. Osmanlı idari düzenindeki birçok değişiklikle birlikte vergilendirme sistemi de değişti. İltizam sisteminde mültezimler eliyle toplanan vergi düzenine Osmanlı son verdi ve merkezi yönetimin memurları eliyle vergi toplamaya başladı. Yeniçeriliğin kaldırılması ardından ordu yeniden kuruldu. İdari sistem yeni dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirildi, çağdaş yeni kurumlar kurularak modernize edildi. Merkezi otoritenin etkinliği artırıldı. Alınan bu kararlar Kürt beylerinin özerkliğini de sonlandırdı ve bunun üzerine Kürt mirlerinin öncülüğünde isyanlar başladı.

Birkaç yüzyıl boyunca süren özerklik Kürt egemen sınıflarının otoritesine dayalı olarak kuruldu. Fakat bugün Kürtlerin talep ettikleri yerinden yönetim modeli bu değil. Arada farklar var. Bu farkların nedeni 1960’lardan bu yana Türkiye’de yaşanan alt-üst oluşla ilgilidir. O günden bugüne Türkiye’de yoğun bir sınıf mücadelesi süreci yaşandı. Her ne kadar 12 Eylül’de kesintiye uğrasa da sosyalist bilinç milyonlarca emekçinin bilincine kazındı, onların zihin dünyasında mayalandı. Yaşanan bu alt-üst oluş doğal olarak Kürtleri de etkiledi ve Kürt emekçi sınıflarına dayanan siyasal hareketler ortaya çıktı. Bugün savunulmakta olan demokratik özerklik anlayışı da zihinlerde meydana gelen bu değişimin bir sonucudur. Artık Kürtler, bugün savundukları demokratik özerklik programı da gösteriyor ki, Kürt egemenleri tarafından değil kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Yerinden yönetim anlayışının demokratik olması talebi onların zihninde meydana gelen sıçramayı gösteriyor. Bu sıçramayı sağlayan ana neden ise hiç kuşkusuz sınıf siyaseti perspektifidir. Türkiye’deki egemen sınıflar Kürtlerin yerinden yönetim talebini kabul etmiyor. Fakat kabul etmedikleri sadece bu değil. Aynı zamanda bunun emekçi sınıflara dayalı olarak kurulacak olması ve Türkiye emekçi sınıfları için de emsal olabileceği gerçekliği de onu korkutuyor.

Dış Dinamikler ve Kürtler

Türkiye’deki Kürtlerin ABD ile kurmak zorunda kaldığı pragmatik ilişkilere bakarak Kürt siyasetinin sınıf ekseninden koptuğu, kimlik eksenine sıkışıp kaldığı, artık sadece Kürt milliyetçiliği ekseninde siyaset yaparak örgütlendiği eleştirileri doğru değildir. Hangi düzeyde olursa olsun kuşkusuz ABD ile kurulan ilişkiler risklidir ve problemlidir. Sınıf siyaseti ilkesel anlamda anti emperyalisttir ve emperyalizmin hegemonyasını kabul eden bir ilişkiyi onaylamaz. En geniş anlamda bu ilkelerin hepsi doğrudur ve doğruluğa defalarca ispatlanmıştır. Peki, bu durumda Kürtlerin ABD ile kurduğu ilişkiye ne diyeceğiz? Öncelikle bir düzeltme yapmak gerekir. Kürtlerin sadece ABD ile bağı yok ki? Rusya ile de bağı var. Suriye’de Fırat’ın batısındaki hava sahasının kontrolü Rusya’da. Aralarında yapılmış anlaşmalar var. Aynı şekilde ABD ve Rusya dışında Avrupa ülkeleriyle de ilişkileri var. Milyonlarca Kürt birçok Avrupa ülkesinde yerleşik olarak yaşıyor. Kürt Hareketi bu kitle içinde oldukça örgütlü. Hatta Avusturya, Hollanda, İsveç, Almanya gibi ülkelerde Kürtlerin milletvekilleri ve belediyelerde yöneticileri var. Türkiye’nin İsveç’teki Kürt hareketinin faaliyetleri nedeniyle NATO’nun İsveç ve Finlandiya’yı içine alarak genişlemesine itirazı tam da bu nedenden kaynaklanıyor. Kürt diasporasının en kalabalık olarak yaşadığı ve dolayısıyla ilişkilerinin yoğun olduğu ülkelerden biri İsveç. Suriyeli Kürt temsilcilerin Fransa başkanlık sarayında ağırlandığı da biliniyor. Avrupa dışında ise bölgede Kürtlerin İran’la da ilişkisi var. İran özellikle bu ilişkiyi çok önemsiyor ve bölgesel hegemonyasını genişletmek için Kürtlerle ilişkisini derinleştirmek istiyor. Kurulan ilişkilere dair bu kadar örnek yeterli. Yelpaze geniş. Kürtler, birbirleriyle savaş halinde olan ABD-Rusya, ABD-İran gibi birçok ülke ile dereceleri farklı olmakla birlikte çeşitli düzeylerde ilişkilere sahip. Bu denli yaygın ilişkiler kurmak zorunda kalmalarının birden fazla nedeni var. Bir; Kürt meselesi içeride bir çözüme kavuşturulamadığı için artık uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Sorunun nasıl çözümlenebileceği meselesi artık sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın sorunudur. İki; Kürt siyasal hareketi de artık sınırlı bir alanda hareket eden dar bir siyasal grup değildir. Tam tersine etki ve faaliyet alanı oldukça genişlemiştir. Bundan dolayı birçok ülke ile üstü örtük ya da açık olarak ilişki yürütüyor. Türkiye’nin, neredeyse her uluslararası platformda bundan yakınması, Kürt Hareketi’nin siyasallaştığı ve yaygınlaştığı gerçeğinin bir başka biçimde itiraf edilmesinden başka bir şey değildir. Türk dış politikasının ana ekseni neredeyse Kürt meselesinin siyasallaşmasının engellenmesi politikasına kilitlenmiştir. Bu durum Kürtlerin uluslararası düzeyde kurduğu ilişkilerin yaygınlığını ve gücünü, Türk dış politikasının ise zayıflığını gösteriyor. Üç; uluslararası düzeyde belirli bir güç elde eden Kürt siyasetinin, Dünya siyasetine belirleyici düzeyde yön veren ABD başta olmak üzere Rusya ve AB ülkeleriyle ilişki kurmaktan kaçınmasının imkânı yoktur. Bu durum, pragmatik bir ihtiyaç ve zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Bir dünya sistemi olan kapitalizm çağında sadece ilkeler üzerinden dostluk kurulacak bir ülke, ne yazık ki yok. İhtiyaçlar ve zorunluluklar pragmatik ilişkilerin kurulmasını dayatıyor. Dört; emperyal hegemonyanın boyunduruğu altına girmeyi kabul ederek kurulan ilişki onur kırıcıdır ve eleştirilmelidir. Ancak karşılıklı yarar üzerine kurulacak ilişki anlaşılabilir pragmatist bir politikadır. Zorunluluklar ve ihtiyaçlar pragmatik ilişkilendirmeyi gerektiriyor. Önemli olan bir özgüce ve belirli prensipleri içeren bir siyaset felsefesine sahip olmaktır. Kürt siyaseti özgüce ve o prensiplere sahiptir. Ancak bugünkü durum bir denge halidir. Uzun vadede bu denge hali devasa gücü nedeniyle çoğu zaman emperyalizmin lehine bozulur. Bundan dolayı ABD ve diğer emperyal güçlerle kurulan ilişkilerin her dönem “fille yatağa girmeye” benzediğini hiç unutmamak gerekir. Beş; “Kürt siyaseti niye emperyal güçlerle ilişkilenmek zorunda kaldı?” sorusu sorulmalıdır. Özellikle bu ilişkilenmeyi eleştirenler açısından. Hem egemen güçler hem de sosyalistlerin bir kısmı sadece sonuçlarla ilgileniyor ve bundan dolayı da bu ilişkilenmeyi sert bir biçimde eleştiriyor. Sonuçları eleştirmek kolaydır ama bu şekilde sorunlar kalıcı biçimde çözülemez. Asıl olan nedenlerdir ve o nedenleri bir çözüme kavuşturmaktır. Nedenler çözülemediği müddetçe her zaman benzer sonuçlarla karşılaşmak mümkündür. İlişkilenme zorunluluktan kaynaklanıyor dedik. Peki, Kürtler hangi nedenlerden dolayı bu ilişkileri kurmak zorunda kaldı? Meselenin bam teli tam da burasıdır. Kürt coğrafyasını kendi aralarında paylaşan Türkiye, Suriye, Irak ve İran kendi sınırları içindeki Kürtlerin sorunlarını çözmek için şimdiye dek hiçbir ciddi adım atmadı. Onların kimliklerini ve kolektif haklarını tanımadı. Bu doğrultudaki taleplerini onlarca yıl boyunca zorla bastırdı. İçeride sorunlarını çözemeyen Kürtler tam da bundan dolayı sorunlarını uluslararası platforma taşıdı ve ne yazık ki, “denize düşen yılana sarılır” sözünde olduğu gibi emperyal güçlerle pragmatik de olsa ilişkilenmek zorunda kaldı. Binlerce kilometre öteden gelerek içeride çözülemeyen bu soruna ABD’nin müdahil olmasının suçlusu kuşkusuz ki Türkiye dahil bölgedeki egemen devletlerdir. Şayet bölge devletleri bu meseleyi kendi içlerinde çözebilselerdi bu soruna dış dinamikler müdahale edemez ve bunun kök sebepleri ortadan kalkabilirdi. Ama yapmadılar. 100 yıldır bu sorun orta yerde duruyor ve artık şimdi uluslararası güçler bu sürecin bir parçası haline geldi. Gelinen bu noktada Kürtlerin dış dinamikler ile ilişkilenmesi eşyanın doğasına uygundur. Ne yapılması gerektiği nettir; içeride bu sorunu hakkaniyetli bir biçimde çözmek ve dış güçlerin müdahil olmasının kök sebeplerini ortadan kaldırmak gerekir. Eğer bu yapılabilirse Kürtlerin emperyal güçlerle ilişkilenmek için gerekçeleri ortadan kalkar ve dış güçler bölgeden çekilmek zorunda kalırlar. Şayet, devletler sorunun çözümü konusunda adım atmakta isteksiz davranmaya devam ederlerse ezen ulusa mensup halklar kendi devletlerini çözüm doğrultusunda adım atmaya zorlamalıdır. Gezi kitlesi dâhil bölge halkları şimdiye dek Kürtlerin kimliklerinin tanınması ve haklarının teslim edilmesi konusunda kendi devletleri üzerinde ciddi bir basınç oluşturmadı. Sorunu görmezden geldiler, ilgisiz davrandılar.

Emperyal güçlerle pragmatik düzeyde kurulan ilişkiler ilk kez Kürtlerle başlamadı. Yakın tarihte örnekleri var. Lenin’in, Ekim Devrimi’nin öngünlerinde Almanlarla karşılıklı mutabakatın ardından Rusya’ya ulaşması; 2. Dünya Savaşı öncesinde Stalin’in Hitler ile saldırmazlık anlaşması imzalaması ve sonrasında 2. Dünya Savaşı esnasında Sovyetler Birliği ile Batı Bloku’nun Nazi Almanya’sına karşı ittifak kurması; İspanya iç savaşı esnasında Franco faşizmi karşısında giderek gerileyen Cumhuriyetçilerin İngiltere ve Fransa ile, çok sınırlı da olsa kurduğu ilişkiler üzerinden yardım alması bu türden örneklerdendir. Altı; Bir başka örnek de Türkiye’den… Gezi sürecine katılan, özellikle demokratik kitle örgütleri içinde ağırlıkları olan sol gruplar başta olmak üzere Türkiyeli sosyalistlerin önemli bir kısmının Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) üye olmasını üstü kapalı biçimde de olsa desteklediği ve AB ile ilişkilerin derinleştirilmesini istediği biliniyor. Kuşkusuz bunun çok anlaşılabilir nedenleri var. AB sadece emperyal bir ilişkiler ağı değil, aynı zamanda siyasal bir sistem ve kültürdür. O kültür 19. ve 20. yüzyıldaki sınıf savaşımları ardından ortaya çıktı. Avrupa’da bugün görece olarak özgürlük alanları genişlemişse ve emekçiler kısmen refah içinde yaşıyorsa bunu son iki yüzyılda verdikleri sınıf mücadeleleri sayesinde kazandılar. “Avrupa nasıl bugünkü Avrupa haline geldi?” sorusunun cevabı sınıf mücadeleleri tarihine bakarak anlaşılabilir. Sınıf mücadelelerinin kazanımı -görece de olsa- Avrupa’daki özgürlükleri yarattı. Dolayısıyla böyle bir sistemle ilişkilenmenin anlaşılabilir yanları var. Sadece bu da değil. Dünya bir bütün artık. Sınıf mücadeleleri de öyle… Dolayısıyla Türkiye dâhil dünyanın her yerindeki toplumsal muhalefet hareketleri esas gücünü iç dinamiklerden almakla birlikte dış dinamiklere de ihtiyaç duyuyor. Ekonomik-siyasal süreçlerin iç içe geçmesi, sınıf mücadelesinin birbirleriyle etkileşim içinde evrensel çapta yaygınlaşması dış dinamiklerle ilişki kurmanın imkanlarını artırıyor. İç ve dış dinamikler artık çok iç içe. Birindeki zayıflık, gerektiğinde diğerinden alınan güçle aşılıyor. Böylesi bir dünya konjonktüründe sol, AB ile ilişkilenmek isterken Kürtlerin de AB veya diğer dinamiklerle ilişkilenmek istemesi anlaşılabilir bir durum değil midir? Anlaşılamaz olan bu konuda sadece Kürtlerin eleştiriye tabi tutulmasıdır. Bir tutumu kendisine hak gören zihniyet, başkasının da aynı hakkı kendisi için hak görebileceğini kabul etmelidir. Yedi; Türkiye, Kürtlerin bölgedeki herhangi bir yerde kalıcı bir statü kazanmasını ve hak elde etmesini istemiyor. 1. Körfez Savaşı’nın (1991) ardından, Irak’ın kuzeyinde (36. paralelin kuzeyi) Kürtlerin tarihsel olarak kendilerine ait olan topraklarda bir statü elde etmesi Türk yönetenlerini çok rahatsız etti. Sonrasında bu statü Irak devleti tarafından “Kürt Bölgesel Yönetimi” olarak resmen tanındı ve anayasal güvencelere kavuşturuldu. Kürtler kuşkusuz onlarca yıl boyunca kendilerine ait olan o topraklarda bir statü kazanmak için mücadele etti. Hatta 1970’lerde, sınırlı dönemlerde olsa bile, özerk bir yönetim kurma imkânını elde etti. Ama bu pozisyonlarını uzun süre koruyamadı. Çünkü Türkiye, İran, Suriye dahil bütün bölge devletleri emsal olabileceği gerekçesiyle Kürtlerin bir statü elde etmesini istemiyordu. Bundan dolayı elbirliği ile özerk yönetimi hızla sonlandırdılar. Kürtler eski pozisyonlarından daha ileri bir statüyü tekrar 1. ve 2. Körfez Savaşları (1991 ve 2003) ardından elde etti. Bu kazanımın elde edilmesinde dış dinamiklerin belirleyici etkisi oldu. Şimdi bu duruma bakarak ne söylenebilir? Dış dinamiklerin bölgede bu düzeyde belirleyici bir konumda olmasının sorumlusu Kürtler mi yoksa onlara hiçbir hak tanımayan bölge devletleri midir?

Türkiye şu an Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ni resmen tanıyor ve hatta bölgesel yönetimle yoğun biçimde ticari ilişkiler yürütüyor. Ama Suriye’nin kuzeyinde üstelik daha sınırlı bir alanda, (2012 yılından itibaren) etkinlik kuran özerk Kürt yönetimini tanımıyor. Tanımadığı gibi bölgeye askeri operasyonlar yapıyor, özerk yapıyı yıkmaya çalışıyor. Fakat öte yandan Suriye rejim güçlerinin bölgede etkinlik kurmasını istemiyor ve bundan dolayı Esad rejimiyle ilişki de kurmuyor. Yani bölgede ne Kürtlerin özerk bir bölge inşa etmesini ne de Suriye yönetiminin yeniden egemenlik kurmasını istemiyor. Sadece bu da değil. Ayrıca bölgede Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde kalmak kaydıyla Kürtlerin Esat rejimiyle anlaşarak özerk bir bölge kurmasını da onaylamıyor. Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde yani Rojava Kürt Bölgesi’nde ne Suriye yönetimine rağmen bölgede tek başına egemenlik kurmak isteyen Kürtleri ne emperyal işgalin başladığı 2011 öncesinde olduğu gibi bölgede yeniden egemenliğini kurmak isteyen Suriye yönetimini ne de Kürtler ve Esad’ın anlaşmalı biçimde kuracakları federatif Suriye rejimini istemiyor. Her üç biçimde de gelişebilecek siyasal gelişmelerden çok rahatsız. Peki, ne istiyor? a) Baas Partisi politikalarının ve Esad yönetiminin yıkılmasını ve sonrasında Şam’daki, “Emevî Camisi’nde namaz kılma” hedefine ulaşmayı sağlayacak yeni bir rejimin kurulmasını istiyor. b) Olabiliyorsa, bunun bütün Suriye’de ihvan öncülüğünde Sünni ortodoks zihniyetle, eğer bunun imkânları yoksa Esad rejimini Şam-Lazkiye hattına sıkıştırarak Halep dahil geride kalan diğer bölgelerde kurulmasını istiyor. c) “Fırat Kalkanı” operasyonundan başlayarak askeri operasyonlarla ele geçirdiği Cerablus, Azez, Bab, Afrin, Tel-Abyad vd. yerleşimlerde ve koruması altındaki İdlib bölgesinde kurmuş olduğu statükonun, ileride ilhaka izin verecek biçimde derinleşerek devam etmesini istiyor. d) Fakat Kürtlerin Suriye’de resmi ve kalıcı hiçbir statü elde etmesini istemiyor. Hem Irak’taki hem de Suriye’deki Kürt özerk yönetimleri güçlü iç dinamiklere sahip olmakla birlikte ciddi bir dış destek alarak inşa edildi. ABD her iki bölgedeki yönetimleri, düzeyleri farklı olmakla birlikte aktif biçimde destekliyor. K. Irak’taki Barzani yönetimiyle kendi arasında düşünsel ve program itibariyle hiçbir farklılığın olmadığını ve KDP yönetiminin bütünüyle kendisine tabi olduğunu biliyor. Fakat bu düzeyde derinlemesine bir yakınlığı Suriye’deki Kürt özerk yönetimiyle kuramıyor. Her iki Kürt siyasetinin farklı programlara sahip olduğunun farkında. Bundan dolayı Suriye Kürtlerinin Türkiye’deki Kürt siyasetiyle arasındaki bağları koparmasını ve KDP’nin uzantısı partilerin bölgedeki etkinliğinin artmasını istiyor. Türkiye de bu ayrımın farkında. Öncelikli politikası Kürtlerin bölgede kazanım elde etmesini engellemek. Fakat bunu istediği biçimde ve hızda yapamadığından dolayı kısa vadeli bir hedef olarak KDP uzantısı partilerin bölgedeki etkinliğinin artmasını istiyor. Tıpkı ABD gibi…

Peki; düzeyleri farklı olmakla birlikte hem Türkiye hem ABD niye Türkiye ve Irak Kürtlerine farklı farklı yaklaşıyor? Her iki Kürt siyaseti arasında ne türden farklar görüyor? Bu soruların cevabı bizi yine sınıf ve kimlik siyasetine götürüyor. Evet; ABD ve Türkiye’nin yaklaşımlarından da görülebileceği gibi ortada iki ayrı siyasal yönelim, iki ayrı program, iki ayrı sınıf çizgisi var. Türkiye’deki Kürt hareketini isteyen eleştirebilir, ideolojik çizgisini revizyonist bulabilir; bunlar ayrı, ama sonuç olarak hareket sınıf siyaseti içindedir; programının temel çerçevesini sınıf siyaseti belirlemektedir. HDP programına bakılarak da bu durumun sınanabileceğini söylemiştik. Türkiyeli sosyalistler Yeşiller, sol liberaller ve emek yanlısı İslamcılar dahil olmak üzere birçok farklı eğilimi barındırmakla birlikte HDP’de Kürt siyasetinin ağırlığının büyük olduğu biliniyor. Bundan dolayı HDP programı Türkiye’deki Kürt siyasetinin zihin dünyasını göstermesi açısından önemlidir. O program, bütün eksikliklerine rağmen, ezilenlerin talepleri doğrultusunda sınıf siyaseti ekseninde oluşturulmuş bir programdır. Geniş anlamdaki Kürt siyasetinin paradigmasıyla örtüşmektedir.

Modern dönemlerdeki Kürt siyasetinin en eski partisi olan KDP, kimlik siyaseti ekseninde siyaset yapan Kürt milliyetçisi bir harekettir. Bazı yanlarıyla Batı tipi sağcı muhafazakâr bir partiye benzetilebilir. KDP 20. yüzyılda Kürtlerin tarihinde çok önemli roller oynadı. Kürt siyasetine uzun yıllar boyunca neredeyse tek başına yön verdi. Bu anlamda tarihsel geçmişiyle ve mücadele deneyleri itibariyle oldukça büyük bir birikime sahiptir. Fakat zihin dünyası geçmişten bugüne neredeyse hiç değişmedi. Kendini yenileyemedi. Bunun temel nedeni milliyetçi bir parti olmasıdır. Milliyetçiliğin dar ufku ve egemen sınıflara dayanan yapısı yenilenmenin önündeki temel engeldir. Bu problemli yanları bölgesel yönetim kurulduktan sonra daha da derinleşti. Belirli bir toprak parçası üzerinde egemen hale geldi; iktidar ve para ilişkileri, onu iyice tutucu hale getirdi. KDP bu haliyle milliyetçiliğin dar sınırlarına sıkışmış, ufku kimlik siyasetiyle kötürüm edilmiş milliyetçi bir partidir.

ABD emperyalizmi ve Türkiye egemenlerinin, Kürt siyasetinin iki ayrı eğilimine karşı takındığı iki farklı tavır o siyasetlerin zihin dünyalarını göstermesi açısından tek başına bir ölçü değildir ama önemlidir. Hem ABD hem de Türk egemen sınıfları KDP çizgisini kabul edilebilir sınırlarda görmekle birlikte Türkiye’deki Kürt siyasetini ise asla bu sınırlar içinde görmüyorlar. Bunun temel nedeni Türkiye’deki Kürt siyasetinin emekçi sınıflara dayanan yapısı ve izlediği sınıf siyasetidir.

Kürtlerden Uzak Durarak Sınıf Siyasetinin Önü Açılabilir mi?

Fakat bütün bunlara rağmen Gezi kitlesi ve Gezi’ye katılan sosyalistlerin önemli bir kesimi Kürt meselesinin somut bir görünümü olan Kobani sürecine uzak durdu. Araya koydukları mesafenin nedenleri başlıklar halinde şöyle özetlenebilir. Bir; milliyetçiliğin sol üzerindeki etkisi. İki; devlet baskısı. Üç; Kürtlerin “sınıf siyaseti” değil, “kimlik siyaseti” çizgisi ekseninde siyaset yaptığı düşüncesi. Bu gerekçeleri ayrıntılı olarak tartıştık. Bunların dışında açıkça dillendirilmeyen diğer görüş şu; Kürtlerle ilişkilenmek ve Kürt meselesine karşı duyarlı olmak Türk(iye) toplumu ve emekçi sınıflarla ilişkilenmenin önünde bir engeldir. Türk toplumu üzerindeki milliyetçiliğin güçlü etkisinden dolayı Kürtlere ne kadar uzak durursak Türk toplumu ve emekçi sınıflarıyla bağ kurmak o kadar kolaylaşır! Türk toplumu üzerinde milliyetçiliğin güçlü bir etkisinin olduğu doğru. Fakat acaba bu gerekçenin arkasına sığınarak bir kısım sol gruplar kendi üzerlerindeki milliyetçi etkilenmenin üzerini mi örtüyor? Toplum milliyetçi olduğu gerekçesiyle mi yoksa kendisi milliyetçi etkilenmelerin izlerini büsbütün üzerinden atamadığı için mi Kürtlerle ilişkilenmekten kaçınıyor? Bu soruların cevabı önemli. Türkiye toplumunun kırk yıldır süren savaşın etkisiyle giderek sağcılaştığını ve milliyetçileştiğini seçim sonuçlarına bakarak bile görmek mümkün. Hem toplum hem de solun önemli bir kısmı milliyetçi etkilenmeler nedeniyle Kürt meselesine uzak duruyor. Gelinen noktada sol, kitleler ve milliyetçilik arasındaki ilişki yumurta-tavuk tartışmasındaki döngüyle de izah edilebilir. Bir; sol, kendi üzerindeki milliyetçi eğilimlerin farkında değil. Bu eğilimleri sosyal şovenizm olarak değil, yurtseverlik olarak görüyor. Farkında olanlar ise bu durumdan rahatsız değil. Hatta bu durumu faydacı bir biçimde kitlelerle ilişki kurabilmenin bir imkânı olarak görüyor. İki; kitlelerdeki milliyetçi eğilimden yeterince rahatsız olmayan veya o geri eğilimlerle yan yana yürüyen sol gruplar, bu durumu kendi geri eğilimlerini meşrulaştırmayı ve gizlemenin bir örtüsü olarak kullanıyor. Üç; kitlelerde var olan geri milliyetçi eğilimleri verili bir durum olarak kabul etmek, onu olduğu haliyle sürdürmek ve o durumu meşrulaştırmak tehlikeli sonuçlar yaratır. Çünkü giderek tırmanan milliyetçiliğin nerede durabileceğini kestirmek mümkün değildir. Dört; kitlelerdeki milliyetçi eğilimlerle yan yana yaşamayı sorun etmemek veya tersinden söylersek, o geri eğilimlerle mücadele etmeyi gereksiz görmek, bir süre sonra soldaki milliyetçi eğilimlerin derinleşmesine neden olur. 2. Enternasyonal partilerinin savaş karşısında takındıkları tavır biliniyor. Geri eğilimleriyle mücadele etmeyen partilerin nasıl da sistem içi hale geldiğini ve üstelik milliyetçi eğilimlerin çoğu yerde giderek sosyal şoven politikalara dönüştüğünü gördük. Beş; soldaki ve kitlelerdeki bu geri yanlar, bir süre sonra birbirini besleyip büyüten gerici bir ilişkiye dönüşür. Bu durum artık yumurta tavuk ilişkisindeki döngü gibidir. Altı; kısırlaşan bu kör döngü Kürtlerle sol arasında kurulması gereken bağları kopartır, aradaki mesafeyi açar. Tıpkı Gezi ve Kobani süreçlerinde olduğu gibi.

Kitlelerde artan sağcılaşma ve milliyetçilik hem çatışmaların düşmanlaştırıcı etkisi hem de 12 Eylül cuntasının Türk-İslam sentezi politikalarıyla adım adım inşa ettiği zihin dünyasının bir sonucudur. 1984’ten bu yana süren çatışmalar boyunca en az on milyon insan çatışma bölgesinde askerlik yaptı ve Kürtlerle ilişkileri o gerilimin içinde şekillendi. Açık ki o dönemde gelişen Türk milliyetçiliği ne emperyalizme ne de küresel neoliberal politikalara karşıtlık temelinde bir programa dönüşmedi. Gelişen milliyetçilik kendini esas olarak Kürt karşıtlığı temelinde konumlandırdı. Üstelik tırmanan milliyetçilik, düzeyi farklı olmakla birlikte demokrat-sol kitleyi de etkiledi; o etkilenme “ulusalcılar” / “ulusal sol” siyasal formuyla kendini örgütleyerek görünür hale geldi. Bu noktadan sonra ne yapmak gerekir? Kitlelerin geri eğilimlerine boyun eğerek Kürtlere uzak mı durulacak? O geri eğilimleri “halının altına süpürmek” deyiminde olduğu gibi pragmatik/oportünist gerekçelerle görmezden gelerek mi yoksa o gerici popülist çizgi ile hesaplaşarak mı yol yürünecek? Solun büyük çoğunluğu açısından bu sorulara verilen cevaplar ne yazık ki oportünistçedir. Hem devlet baskısından kaçınma arzusu hem milliyetçiliğin sol üzerindeki gerici etkisi hem de kitlelerin geri eğilimleriyle hesaplaşacak bir gücün ve geniş bir ufkun yokluğu nedeniyle siyaset, Kürtleri görmezden gelen bir yerden kuruluyor.

Peki; kitlelerin milliyetçi-şoven yanlarını görmezden gelerek yürütülecek bir mücadele programı ile varılmak istenilen emek yanlısı toplumcu hedeflere ulaşmak mümkün olabilir mi? Cevap çok net: Olmaz! Çünkü birincisi, kitlelerdeki milliyetçi eğilimleri kırmak için mücadele edilmezse bu geri eğilimlerin kendisini sürekli olarak büyüteceği kesindir. Çoğu zaman ve özellikle Türkiye gibi yıllar boyunca çatışmaların devam ettiği ülkelerde milliyetçilik giderek şovenleşir/gericileşir; hatta son günlerde gördüğümüz gibi göçmen, Çerkes, Arap, Afgan vd. halklara karşı düşmanlık temelinde ırkçılaşır. Şurası açık ki, şiddetli çatışmaların ve can kayıplarının yaşandığı Türkiye’de milliyetçiliğin giderek gericileşmeyeceğini düşünmek kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. İkincisi; bilindiği gibi milliyetçilik kapitalizm çağına özgü bir burjuva ideolojisidir. Geliştiği her yerde, son tahlilde burjuvaziyi güçlendirir. Burjuvazi o sayede kitleleri kendi saflarına örgütler. Tamamıyla teorik bir bakışla geri milliyetçi eğilimlerine rağmen, bu kitlelerin burjuvaziye karşı yeni toplumcu bir düzen kurduklarını varsayalım. Kurulacak düzen kuşkusuz ki, milliyetçi bir sosyalizm olacaktır. Çin ve Arnavutluk örneklerinde daha netlikle görülebileceği gibi 20. yüzyıl sosyalizmlerinde ulus devletçi-milliyetçi eğilimler bütünüyle aşılamamıştır. Bunun sonuçları biliniyor, olumsuzdur. Çöküşün bir nedeni de milliyetçi sosyalizmlerdir. Mesela 70’lerin ilk yıllarındaki Çin’in zihin ve duygu dünyasında sosyalist dayanışma değil milliyetçilik ve bunun bir türevi olan ulus devletçi çıkarlar o denli belirleyicidir ki, bu ruh halinin etkisiyle emperyal kapitalizmin en büyük temsilcisi ABD ile stratejik iş birliği anlaşmaları imzalamayı bir sorun olarak görmemiştir. Aynı şekilde, bir biçimiyle bizdeki 27 Mayıs harekâtına benzeyen ama programatik olarak onu aşarak kurulan Afganistan’daki ilerici sol yönetimin çağrısıyla dayanışma için bu ülkeye giden Sovyet birliklerine karşı örgütlenen, ABD dâhil bütün dünya gerici güçlerine ve El Kaide türünden selefi gruplara destek vermekten de çekinmemiştir. Sovyet-Çin geriliminin esas nedeni, dereceleri farklı olmakla birlikte, iki tarafta da görülen milliyetçiliğin etkisi ve ulus devletin çıkarlarını başa alarak geliştirilen politikalardır. O dönemdeki bu politikalar son tahlilde emperyalist kapitalizmi güçlendirmiştir.

Tarihi tekrar etmek büyük bir cinayettir; eskisinden çok daha olumsuz trajik sonuçlar yaratır. Üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı sosyalist bir programa sahip olsa bile milliyetçiliği aşamamış bir sosyalizm, 20. yüzyıl deneylerinin gösterdiği gibi, problemdir. Tarih, eğer tekerrür değilse, ki değildir, bu zihniyetle inşa edilmiş ve 20. yüzyıl deneylerini aşmayan bir sosyalizm projesinin, eskisinden çok daha kısa bir zaman dilimi içinde yıkılmaya mahkûm olacağı da açıktır. 21. yüzyılda, milliyetçiliğin dar ufkunu aşamayan ve her ne pahasına olursa olsun sadece kendi ulus devletini yaşatmayı başa alan bir sosyalizm değil, ulusu-devleti sınırları-milliyetçiliği-sınıfları-mülkiyeti-ekonomizmi-türcülüğü aşan yeni bir toplumsal düzene ihtiyacımız var.

Yine tamamıyla teorik bir varsayım olarak Türkiyeli sosyalistlerin milliyetçi zihniyeti bütünüyle aşmış olduğunu düşünelim. Tabi ki, kitlelerin verili durumunu objektif bir gerçeklik olarak unutmamak kaydıyla… Peki; böylesi bir ufku sahip alan sol hareket milliyetçiliğin güçlü etkisi altındaki kitlelerle nasıl ilişkilenmeli? Toplumcu bir program etrafında örgütlenmeyi, kitlelerin geri yanlarını bir veri olarak alıp oldukları halleriyle kabul ederek mi yoksa bu hallerini kabullenmeyip, onlardaki milliyetçi etkilenmelerle hesaplaşarak adım adım o geri eğilimlerini aşmayı hedefleyerek mi örgütlenmek gerekir? Kuşkusuz ki, kitlelerin geri eğilimlerine yaslanarak veya onlarla hesaplaşmaktan kaçınarak örgütlenmek yanlıştır. Eski (kapitalist) düzeni, ekonomide-siyasette-kültürde-yaşam biçiminde-ideolojide… hayatın her alanında aşarak yeni bir düzen kurmayı hedefliyoruz. En çok da mülkiyetçi toplum düzeninin şekillendirdiği insan tipini aşmak gerekir. Eskinin zihin kalıplarıyla hareket eden insan/özne ile yeni bir düzen ve hayat kurulamaz. Sadece üretim alanında ve siyasal yönetim mekanizmalarında yapılacak değişikliklerle yetinilemez. İnsanı bütün karar alma süreçlerinin aktif bir öznesi haline getirmek ve onu yeni hayatın bütün veçheleriyle donatmak şarttır. Eski, insan halleri ve düşünüş biçimleri dahil olmak üzere, bir bütün olarak aşılamazsa yeni bir düzen kurulamaz. Eski düzen her biçimiyle aşılıp tarih dışı hale getirilerek geçmişe gömülmelidir.

İster soldaki milliyetçi etkilenmelerin bir sonucu olarak olsun, isterse kitlelerdeki geri eğilimlerle hesaplaşacak güce sahip olamamaktan kaynaklansın, nedenleri çok da fark etmiyor, sonuç olarak eğer Kürtlerle ilişkilenmekten/bağ kurmaktan kaçınılıyorsa bu durumda şu soruları sormak zorunlu hale gelmektedir: Milyonlarca Kürt kitlesinin haklı talepleri görmezden mi gelinecek? “Düşünmezsen sorun ortadan kalkar” kör zihniyetinde olduğu gibi Kürt meselesi yok mu farz edilecek? Sorunun çözümünü geleceğe erteleyerek belirsizliğe bırakan sosyalist bir programla mı yürünecek? Dünya çapında siyaset yapan Kürt siyasetiyle ilişkilenmemek hayatın olağan akışına göre gerçekçi bir durum mu? Sorular artırılabilir ama gerek yok. Sorunu tartışmadan evvel öncelikle şunu belirtmekte yarar var. Kürtler örgütlü bir halk ve Kürt siyaseti dünya çapında siyaset yapabilecek potansiyellere sahip. Dolayısıyla en azından belirli bir dönem ve sınırlı bir programı hayata geçirebilmek için kimseye ihtiyaçları yok. Daha ileri hedeflere ulaşabilmek içinse, tıpkı Türkiyeli sosyalistlerin Kürt siyasetiyle ilişkilenmeye ihtiyaç duyacağı gibi, Kürt siyasetinin de Türkiyeli sol-sosyalist güçlerle ve Türkiye toplumuyla ilişkilenmeye, birlikte yürümeye ihtiyaçları var. Türk ve Kürt halklarının ve siyasal hedeflere sahip olan Türk ve Kürt siyasi hareketlerinin birbirleriyle ilişki içinde, birbirlerini tamamlayarak yürümesi bir zorunluluktur. Tarihsel olarak uluslar ve ulus devletler aşılamadığı ve insanlık tarihi yeni bir toplumsal paradigmayla yeniden örgütlenemediği müddetçe bu durum değişmeyecek.

Türk ve Kürt Halkları Arasındaki Kader Birliği

Önceki yıllar ayrı ama son bin yıldır Kürtler Irak, İran ve Suriye devletlerinden ve Arap ve Fars halklarından çok daha fazlasıyla Türklerle ilişki içindedir. Üstelik bu tarihsel ilişki en kalabalık Kürt nüfusuna sahip, Kürt coğrafyasının en büyük parçasının üzerinde kuruldu. Bu ilişkinin tarihsel derinliği, güncel olarak, KDP ve YNK gibi Kürt siyasetinin çeşitli aktörlerinin, eğer bir tercih yapmak zorunluluğu hasıl olursa bu tercih hakkını mesela İran’dan değil Türkiye’den yana kullanmak istedikleri şeklindeki ifadelerine bakarak da görülebilir. Kürtlerin bu sonuca diğer halklar ve devletlerle, olası bir karşı karşıya gelme halinde onlarla daha sert çatışmalar yaşayabilecekleri kaygısı ardından vardıkları düşünülebilir. Türklerin pragmatik yapısı ve ortama hızla adapte olma becerisi de bu ilişkilenmeyi kolaylaştıran nedenlerden biri olarak görülebilir. Öte yandan Türkler açısından bölgenin yerli/otokton bir halkı olan Kürtlerle ilişkilenmek, ilk anda Anadolu’da Bizans’a karşı tutunabilmenin koşullarını kolaylaştırmıştır. Sonrasında bu katkı, Kürtlerin tarihsel ve kültürel birikimleriyle, Türk kültürüne yaptıkları zenginleştirici etkisiyle devam etmiştir. Kültürel katkı ciddi ve derinliklidir. Bütün bunların dışında Türkler, geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Kürtler üzerinden bu alanlarda hızla ilişkiler kurabilme imkanlarına da kavuşmuştur.

Görüleceği gibi bölgede hem Türklerin hem de Kürtlerin birbirlerine ihtiyacı çok. Fakat bu ilişkiyi şimdi olduğu gibi, Türklerin Kürtler üzerinde kurduğu hegemonyayı devam ettirerek sürdürmek doğru değil. Zaten bunun koşulları da adım adım ortadan kalkıyor. Birbirlerini tamamlayan ilişkilerde birinin diğerini yok sayması ve ilişkiyi hiyerarşik hale getirmesi hakkaniyetli değildir. Öte yandan eşit olmayan bu ilişki biçimini sonsuza dek devam ettirmek zaten mümkün değil. “Türkiye devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan her yurttaş, dinine, diline, etnik kökenine bakmaksızın Türk kabul edilir” söylemi Kürtler açısından kendi gerçekliklerini tarif etmeyen bir retorikten ibarettir (1924 Anayasası’nın 88. maddesi: “Türkiye ahalisine din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.” Anayasanın 66. maddesi; “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”). Çünkü; birincisi alt kimlik-üst kimlik vs. hangi kavramlarla ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın Kürtler kendisini Türk olarak tanımlamıyor. İkincisi, her ne kadar Türk uluslaşması kendini etnik köken/ırk/soy birliğine dayanarak inşa etmediğini, hukuksal normlara dayalı eşit yurttaşlık temeline dayanan kültürel ulusçulukla tanımladığını iddia etse de gerçeklik hiç de öyle olmadı. Basbayağı Türk uluslaşması, etnik köken/dil/tarih/soy birliğini esas alan Türk milliyetçiliği ekseninde inşa edildi. Bundan dolayı Türkler dışındaki diğer halklarla eşit yurttaşlık temelinde bir ilişki kurulamadı. Tam tersine hepsine gönüllü olmayan bir “Türklük Sözleşmesi” ekseninde asimilasyon ve Türklük içinde erimeleri dayatıldı. Bu doğrultuda 1926 ve 1934’te iskân kanunları çıkartıldı. Zorunlu göçlerle, diller yasaklanarak ve baskı politikalarıyla demografik yapı önemli ölçüde değiştirildi. Sonuçta demokratik yanı oldukça zayıf bir ulusçuluk inşa edilmiş oldu. Fakat bu politikalar en azından Kürtler açısından istenen sonuçları vermedi. Kürtler, Türklük içinde erimedi, kendi kimliklerini korumayı başardı.

Milliyetçilik, ulus ve ulus devletler kapitalizm dönemine özgü geçici kategoriler/olgulardır; tarihsel sınırlılıkları vardır ve kapitalizmle birlikte aşılacaktır. Yeni bir düzen ve o düzene denk düşen yeni bir paradigma inşa edilinceye dek bu olgular ve kavramlar hayatın/siyasetin yönünü belirlemeye devam edecek. Bundan dolayı bir dönem daha Türk ve Kürt halkları arasındaki ilişkiler dahil olmak üzere bütün uluslararası ilişkiler, içinde bulunduğumuz mevcut kategorilerle belirlenmeye devam edecek. Fakat bu belirlenme halinin Türkler ve Kürtler arasında 200 yıldır süren şekliyle yani Türklerin hegemonyasına dayanan tarzda devam ettirilemeyeceği açıktır. Hayat, iki halk arasındaki ilişkinin yeni bir statüye göre kurulmasını dayatıyor.

Kürtleri görmezden gelen bütün politikalar iflas etmeye mahkumdur. İster devlet olsun isterse sosyalistler olsun, her kim Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan Kürt meselesini ve Türkiye’nin en örgütlü öznelerinden biri olan Kürtleri görmezden gelirse yanlış yapar; stratejik ve programatik hedeflerine ulaşamaz. Devlet açısından bu yanlış yaklaşım hiç bitmeyen çatışmalar, Kürt meselesinin uluslararası bir sorun haline gelmesi, ekonomik ve siyasi krizler; sol-sosyalist güçler açısından ise ülkede giderek tırmanan milliyetçilik, toplumsal muhalefet üzerinde artan baskılar, milliyetçi sosyalizm ve 2. Enternasyonal’de yaşandığı gibi sosyalist güçlerin sosyal şoven partiler haline dönüşmesi türünden sonuçlar yaratır.

Kürt ve Türk halklarının eşit ve kardeşçe ilişkiler kurması her iki halkın da çıkarınadır. Yüzyıllara dayanan bu tarihsel ilişki devam ettirilmeli. Ulus devlet çatışmalarının ve emperyal müdahaleler nedeniyle topluluklar arasında hiç bitmeyecekmiş gibi sürüp giden gerilimlerin çok şiddetli biçimde yaşandığı Orta Doğu’da her iki halk da birbirinden vazgeçemez. Türkiye’nin imparatorluk geçmişinden getirdiği miras, Türklerin -neredeyse- sürekliliğini devam ettirdiği devletli olma halinin birikimleri ve Abbasiler ve Bizans gibi büyük imparatorluklarla kurduğu ilişkilerden edindiği tecrübeler ile Orta Doğu’nun en eski yerleşik-otokton halklarından biri olan Kürtlerin, uygarlık tarihinin ilk ortaya çıktığı Mezopotamya bölgesinin mirasçısı olması ve bölgesel aidiyeti, binlerce yılın ardından süzülerek gelen derin kültürü ve halihazırda bölgedeki en örgütlü bir halk gücü olmasının beraberinde getirdiği dinamizm, her iki halkın ortak mirası olarak birleştirilmelidir.

Tarihe uzun zaman aralıkları üzerinden bakmak gerekir. Kısa vadeli bir bakış derin bir tarih okuması anlamına gelmez. Tarihten eğer bir ders çıkarılacaksa ve bu dersler üzerinden gelecek tasarımı oluşturulacaksa uzun vadeli bir bakış açısı zorunludur. Böylesi bir tarih okuması bize şunu öğretiyor: Bir; tarihsel olarak Türkler bölgenin yerli halklarından değil dışarıdan gelen bir güçtür. İki; bölgeye gelişlerinin üzerinden henüz bin yıl geçti. Bin yıllık mazi uzun tarihsel süreçlerde çok da geçmişe ait bir tarih değildir. Tarihsel hafıza, uzun zaman aralıkları içinde, yaşanan tarihsel olgulardan elde edilen soyutlamalarla şekillenir. Hafıza, kimi zaman toplulukların veya devletlerin yönelimini/stratejisini de belirler. Tarihte bunun örnekleri çok. Mesela, Orta Doğu’nun en kadim halklarından biri olan Yahudilerin tarihsel hafızası çok güçlüdür ve o hafızanın yönlendiriciliği sayesinde, 2000 yıl önce Babiller ve Romalılar tarafından çıkartıldıkları (Kenan) bölgeye, 20. yüzyılın başında yeniden döndüler. Bir başka örnek Kudüs üzerinden verilebilir. 11. yüzyılda Selahattin Eyyubi Kudüs’ü Haçlılardan geri aldı. Kudüs’ün kaybı Hıristiyanların zihin dünyasında bir sorun olarak yer etti. Bundan dolayı 1. Dünya Savaşı esnasında Kudüs’ü yeniden ele geçiren İngilizler, Eyyubi’nin anıtının başında “yine biz geldik” diyerek tarihsel hafızaya gönderme yapmışlardır. Aynı şey İstanbul’un fethi için de geçerlidir. Ortodoks kilisesinin merkezi olan İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesi, tarihi “dinler savaşı” ekseninden okuyan Hıristiyan zihin dünyası açısından hep bir problem oldu. Gerçekte stratejik bir öneme sahip olan İstanbul (ve Çanakkale) boğazını ele geçirmek isteyen emperyal güçler, İstanbul’un fethini bir türlü kabul edemeyen bu zihin dünyasını, fırsatını buldukları her anda işgal için bir motivasyon kaynağı olarak kullandılar. 19. yüzyılın sonunda Ruslar ve 1. Dünya Savaşı esnasında İngilizler geçmişte kalmış gibi gözüken tarihsel hafızayı tam da bu nedenlerle yeniden canlandırarak İstanbul’u işgal etmek istedi. Son bir örnek de güncel zamana ait. 1990’ların ortasında emperyal güçler Yugoslavya’yı altı parçaya böldü. Yugoslavya’nın hangi güçler arasında nasıl paylaşılacağı meselesinde yine tarihsel kimlikler ve hafıza önemli bir rol oynadı. Roma’nın bölünmesi ardından ortaya çıkan Katolik Batı Roma ve Ortodoks Doğu Roma (Bizans) tarihsel kimliği Yugoslavya taksim edilirken yeniden canlandı; Yugoslavya o eski Batı-Doğu kutuplaşmasına göre bölündü. Katolik Hırvatistan Avrupa’yla, Ortodoks Sırbistan ise Ruslarla ilişkilendi.

Milliyetçilik, ulus ve ulus devletler hem maddi hem de zihinsel anlamda çağımızın bir gerçeği ve kapitalizm tarihsel olarak aşılamadığı için Orta Doğu başta olmak üzere bütün dünyada çatışmalar ve savaşlar eksik olmuyor. Bölgenin çatışmalı gerçekliği de göz önünde tutulursa Türklerin ve Kürtlerin ilişkisi/kardeşliği her iki halkın da çıkarınadır. Bu birliktelik bölgede onları güçlü kılıyor. Buna zarar verecek her girişim her iki halka da kaybettirir. Özellikle Türk egemen sınıflarının bu konuda daha dikkatli davranması gerekir. Çünkü Kürtleri yok sayan yaklaşımlarıyla her iki halkın da geleceğiyle oynuyorlar. Türk egemen sınıfları Kürtlere kıyasla modernleşme ve sanayileşme süreçlerine erken girmelerinin verdiği avantaja dayanarak Kürtler üzerinde kurdukları hegemonyayı sonsuza dek devam ettirebileceklerini düşünüyor. Hangi nedenle olursa olsun herhangi bir halk üzerinde egemenlik kurmak kabul edilemez. Ezilen bir halk nasıl özgür değilse onu ezen egemen halk da gerçek anlamda özgür değildir. Tarih bu gerçekliği defalarca kanıtlamıştır. Öte yandan Kürtlerin de eşitsiz biçimde kurulan bu hegemonik ilişkiyi kabul etmediği zaten biliniyor. Onlarca yıldan beri sürdürdükleri mücadele ile bunu dosta da düşmana da gösterdiler. Ayrıca önümüzdeki dönemde örgütlü ve dinamik yapısıyla Kürtlerin tarih içinde sıçramalı bir biçimde gelişme göstereceklerini şimdiden ön görmek için kâhin olmaya da gerek yok. Tarihte hiçbir devlet veya halk sonsuza kadar aynı hızlarda ileriye doğru gelişme göstermediği gibi süreklileşen bir gerileme halinde de değildir. Tam da İbni Haldun’un dediği gibi devletler de tıpkı insanlar gibi “doğar, büyür ve ölürler.” Bölgemizde Arap ulusunun durumu bunun en güzel örneğidir. Orta Çağ’da İslam uygarlığını ve çağının en güçlü devletini kuran Araplar 8. ve 12. yüzyıl arasında yaşadıkları “altın çağ”ın ardından adım adım eski dinamizmini, ilericiliğini ve gücünü yitirdi. Sonrasında, 19. yüzyıldan başlayarak emperyalizmin sömürgesi ve Lübnan Hizbullah’ının deyimiyle onların “oyun alanı” haline geldi. “Eşitsiz gelişim” tarihin en bilinen yasasıdır. İleri olan geriler, geri olan ilerler. Tarih bu diyalektik gelişmenin dinamiklerini içinde taşıyor. Bu değişimin hangi hızlarda ve nasıl gerçekleşeceği kuşkusuz bir sürü faktöre bağlı. Tarih, eşitsiz gelişmenin ve bir dönem çok güçlü olan uygarlıklar ve devletlerin nasıl da çöktüğünün örnekleriyle dolu. “Tarih Sümer’de başladı” sözünün öznesi olan Sümerler, sonrasında Babil, Hitit, Mısır, Roma, Bizans… bu türden çöküş örneklerindendir. Bütün bu örnekler bize şunu gösteriyor; Türkler kendini sonsuza kadar “üstte”, Kürtleri de hep “altta” kalacak diye düşünmemeli. Tarih ve uygarlıklar hareketlidir, ileriye doğru sıçramalar veya tersinden geriye doğru çöküşler tarihsel bir gerçekliktir ve hiçbir halk bu gerçeklikten azade değildir. Ancak güçlü bir tarih felsefesi ve bilincine sahip olan halklar ve devletler tarihsel devamlılıklarını sağlayabilir. Sadece kaba güçle ve “güçlü ordu” fetişizmiyle tarihsel devamlılık sağlanamaz. Tarihsel deneyler bunu bize hep hatırlatıyor. Türk egemenleri şu bilgiyi de hatırlarından çıkarmamalı. Kürtleri bu düzeyde sürekli baskılamak bir noktadan sonra, şu an böyle bir perspektifleri olmadığı halde, artan baskıların beraberinde getireceği bir tepkiyle ileride “ayrılma eksenli” bir programa ve sonrasında bu program hedeflerine ulaşarak maddi bir gerçekliğe dönüşürse bundan en fazla Türkler zarar görecektir. Küçülen sınırların, dar ekonomik çerçeveden bakıldığında bile Türkiye’yi yeraltı kaynaklarından, su ve dolayısıyla hidroelektrik enerji kaynaklarından ve “Batı ile Doğu” arasındaki jeostratejik coğrafi konumunun sağladığı avantajlarından yoksun bırakacağı görülecektir. Türkiye’nin su, enerji, fosil yakıtlar ve yeraltı kaynakları bakımından fakir olduğu unutulmamalı. “Fırat’ın doğusu” ile ilişkileri kesildiği anda Orta Doğu Kafkaslar ve İç Asya’ya kendi sınırları üzerinden ulaşma imkanını da yitirecek ve dolayısıyla Batı’yla Doğu arasındaki “köprü” olma avantajının sağladığı jeostratejik önemini kaybedecektir.

Öte yandan Kürtler açısından da şu gerçeklik unutulmamalı. Bölgedeki herhangi bir halk, bölge ülkeleriyle düşmanlaşarak, onlara rağmen sadece bölge dışı bir güçle, mesela ABD ile ilişkilenerek sonsuza dek ayakta kalamaz. İsrail’in durumu bu anlamıyla çok çarpıcı bir örnektir. İsrail Devleti 1948’de kuruldu ve o günden bugüne sürekli olarak varlığını devam ettirmek ve bölge ülkeleri tarafından tanınma kaygısı içinde. Hem kümülatif olarak İsrail Devleti’nin hem de birey olarak İsrail vatandaşlarının en temel yaşamsal kaygısı bölgede bir geleceklerinin olup olamayacağı meselesidir. Bölge halkları ve devletleriyle sürekli çatışma/savaş halinde olmak da onu çok yoruyor. 20. yüzyılın başlangıcından bu yana 1948, 1956, 1967, 1973 ve 2006 yıllarında neredeyse bütün Arap devletleriyle savaştı. 1967 savaşında Mısır’ın ve Suriye’nin bir kısmını, 1982’de Lübnan’ı işgal etti. İran, Suriye, Filistin ve Lübnan Hizbullah’ı ile sürekli çatışma halinde. Sürekli devam eden bu korku ve gerilim hali de onları giderek siyaseten sağcı, muhafazakâr ve şovenist hale getiriyor. Yahudilik artık kişilik/kimlik değişimine uğruyor. Devletli olmadıkları zamanların Yahudileri ile devletli oldukları 1948 sonrasındaki zamanların halleri arasında çok farklar var. Bu değişimi görebiliyoruz. Yüzyıllar boyunca ezilip horlanan ve en fazla soykırıma uğrayan halklardan biri olan Yahudilerin, İsrail Devleti’ni kurduktan hemen sonra, 70 yıl içinde hem devlet hem de tekil vatandaşlar olarak nasıl da zalim hale geldiklerini, özellikle Filistinlilere yaptıkları zulümler üzerinden yaşayarak gördük. Yalnızlık ve aşırı gelecek kaygısı ister birey isterse devlet düzeyinde olsun fark etmez, kişiyi veya kurumu birey olarak hastalıklı, siyaseten sağcı-ırkçı, devletler düzeyinde ise aşırı korunmacı ve saldırgan hale getiriyor. İsrail, bölge devletleri ve halkları arasında kabul görmezse uzun vadede yaşayamayacağının, varlığını devam ettiremeyeceğinin farkında. Sadece, bölge dışından bir güç olan ABD’ye yaslanarak Orta Doğu’da tutunamayacağını ve bu durumun sürdürülebilir olmadığını da biliyor. Bundan dolayı bölgede sürekli Arap devletleri arasında müttefikler arıyor, kendisine karşı örgütlenebilecek Arap Birliği’ni bozmaya çalışıyor, Arap devletleri ve halkları arasında resmi olarak kabul görmek/tanınmak istiyor.

Kürtler açısından benzer riskler az da olsa var. Şayet bölgedeki halkları ve devletleri tamamen görmezden gelerek sadece bölge dışı güçlerle ilişkilerini geliştirirse riskler ciddi biçimde artar. Bölgede tutunabilmek için sadece özgüç yetmez. Özgüç dışında bölge içi ve dışı dengeleri gözetmek ve esas olarak da bölge güçlerine dayanmak zorunda. Eğer bunu beceremezse sürekli biçimde Araplarla, Farslarla ve Türklerle bitip tükenmeyecek gerilim ve çatışmalar yaşamak zorunda kalabilirler. Kürtlerin bölgenin yerli halklarından biri olması onun bölge halkları ve devletleri ile ilişkilenmesini kolaylaştıracaktır. Tabii bu biraz da izlenecek programa bağlı. Milliyetçiliğin dar ufkuyla sınırlandırılmış bir program uzun yıllara yayılabilecek çatışmalı bir sürece neden olabilir. Bütün risklerine rağmen böyle bir yol da tercih edilebilir. Fakat Türkiye’deki Kürt siyaseti son birkaç yüzyılın artık tarih dışı olan bilindik yollarını tercih etmedi. Yeni bir paradigmayla yeni bir yol açmaya çalışıyor. Açmaya çalıştığı yol sadece Kürtlerin değil bölgedeki diğer halkların da zihnini önünü açacak.