Hikâyede Farklı, Mücadelede Ortak: Gezi-Kobani Kardeşliğini Yeniden Kurmak-4

El Yazmaları’nın notu: Ekim 2020’den beri Sincan 2 nolu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan, HDP MYK eski üyesi Bülent Parmaksız’ın Eylül 2022’de yazdığı yazının dördüncü ve son bölümünü okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Halkların Kardeşliği mi? Sınıf Kardeşliği mi?

Kuşkusuz yeni yollar açmanın riskleri de var. Çünkü son tahlilde ulus devletler çağı ve ondan kaynaklı gerilimler, hızı azalsa da hâlâ devam ediyor. Bir yandan yeni bir paradigmayı yaşama geçirmek için gerekli olan zamanı yaratmak ama öte yandan ise bu esnada ortaya çıkabilecek kimi riskleri olabildiğince azaltacak şekilde ilişkiler geliştirmek gerekir. Bu ilişkiler en genel anlamda “halkların kardeşliği”, somut anlamda ise Türk-Kürt kardeşliğinin derinleştirilmesi anlamına gelir. Şu an Türkiye’de -ne yazık ki- halkların kardeşliği duygusu ciddi anlamda zarar görmüş durumda (Halide Edip Adıvar “Mor Salkımlı Ev” kitabında anlattığı anılarında, halklar arasındaki olması gereken/olan ilişkiyi “milletler dostumuz, hükümetler düşmanımız” diye tarif ediyor). Bunu tamir etmek şart. Bunu tamir etmenin ve aradaki ilişkileri yeniden çok sağlam biçimde kurmanın yolu “sınıf kardeşliği” programını yaşama geçirmekten geçer. “Halkların kardeşliği” geçici kategorilerdir. Çünkü milliyetçilik, ulus devlet ve kapitalizm çağı aşılamadığı müddetçe halklar, burjuvazinin diğer halkları düşmanlaştıran manipülatif politikalarından etkilenir. Burjuvazi kendi çıkarları doğrultusunda kitlelerin milliyetçi duygularını istismar eder, ulus devleti kendi çıkarları doğrultusunda çatışmalı süreçlere sürükler. Halklar ve emekçi sınıflar örgütlü olmadığı müddetçe bu algı operasyonları ve düşmanlaştırıcı politikalar her zaman bir risk olarak varlığını devam ettireceği için halklar arasında kalıcı dostane ilişkiler kurulamaz. Bundan dolayı “halkların kardeşliği” tarihte çoğu zaman geçici kategoriler olarak kalır. Asıl olan ezilen sınıflar arasında kurulacak ilişkilerdir, “sınıf kardeşliği”dir. Ezilen sınıflar arasında sınıf kardeşliği üzerinden kurulacak ilişkiler sayesinde halklar arasında gerçek, dayanışmacı kalıcı ilişkiler kurulabilir. Halklar arasında kalıcı kardeşlik ilişkilerini inşa edebilmenin yolu sınıf kardeşliğini örgütleyebilmekten geçer. Dolayısıyla Türkler ve Kürtler arasında da gerçek anlamda kalıcı bir kardeşliğin inşa edilebilmesi ancak ezilen sınıfların emek eksenli bir program etrafında örgütlenebilmesi sayesinde kurulabilir.

Tam da bunun kurulabilmesi için Gezi ve Kobani’nin birbiri ile çok yönlü ve derinlemesine bir ilişki içinde olması gerekir. Aradaki mesafe açıldıkça, birbirleri ile ilişkilenmekten, birlikte bir program inşa etmekten, birlikte örgütlenmekten, birbirinden öğrenmekten ve birbirleri ile dayanışmaktan kaçındıkça bu ilişkisizlik halinin her iki tarafa da kaybettireceği açıktır. Fakat Gezi’nin bu ilişkideki sorumluluğu daha büyük. Çünkü Gezi -şematize ederek söylersek- esas olarak ezen-ezilen halklar ilişkisi, Türk ve Kürt halkları ilişkisi üzerinden düşünülürse, ezen halkın örgütlediği bir muhalefet hareketidir. Kobani ise ezilen halk hareketidir. Ezen halkın tarafında olmak sorumlulukları arttırır. Bu sorumluluk Kürt meselesinin hakkaniyetli bir biçimde çözülmesini savunmayı, Kürtlerin haklarının en az onlar kadar güçlü bir biçimde dile getirilmesini, çözüm için Türk egemen sınıfları üzerinde baskı kurmayı ve kitlelerdeki şovenist duyguların aşılmasını sağlayacak bir yaklaşımın örgütlenmesini gerektirir. Şayet Kobani emek eksenli siyasetten uzaklaşıp kendini giderek kimlik ekseninde siyasetle sınırlandırırsa ve iç dinamiklere değil daha fazlasıyla dış dinamiklere bel bağlarsa, bunun sorumluluğu aynı zamanda Gezi’nin sırtındadır. “Çözüm dışarıda değil, ABD ile ilişkilenmekte değil, içeridedir” deniliyorsa, Gezi bunun devamı olarak iki somut adım atmalıdır. Bir; Kürt meselesinin çözümü için Türk egemen sınıflarını baskılamak, çözüm doğrultusunda onları zorlamak. İki; Türk toplumunu Kürt meselesinin çözümü doğrultusundaki bir program etrafında ve şovenist etkilenmelere karşı dayanışma ekseninde örgütlemek. Bu iki yönlü müdahale örgütlenemediği müddetçe Kürtlere dair yapılacak eleştiriler çok da anlamlı olmayacaktır. İğneyi önce kendine batırmaksızın çuvaldızı başkasına batırmak hem dayanışmacı bir yaklaşım hem de çözüm arayışlarında sağlıklı bir yöntem değildir çünkü.

Sayıca ciddi orandaki katılımıyla “ulusalcılar”dan oluşan Gezi kitlesi, bütün o eylemlilik süreci boyunca Kürt karşıtı bir söylem geliştirmedi. Bu, önemli ve kıymetli bir durum. Fakat, neredeyse Türkiye’nin bütün illerinden milyonlarca insanın ve yine aynı şekilde hükümet yanlısı kitleler hariç her renkten bütün muhalif hareketlerin katıldığı Gezi eylemlerinde her türden konuyla ilgili söylem/slogan/talep dile getirilirken, Türkiye’nin en temel meselelerinden biri olan Kürtler konusuna özellikle değinilmemesi, bu konuda herhangi bir talebin dile getirilmemesi bir eksikliktir. Kuşkusuz her an ve her eylemde Kürt sorunu konuşulmayacak. Bu pratik olarak da mümkün değil, gerekli de değil. Ancak günlerce süren ve Türkiye’nin o dönemdeki her sorununun konuşulduğu, sloganlaştırıldığı bir süreçte, üstelik tam da “çözüm süreci” içinde olmanın beraberinde getirdiği rahatlık ortamında Kürt meselesine hiç değinilmemesi bilinçli bir uzak durma halidir ve eksikliktir. Bu yaklaşımın nedeni bir yanıyla devlet baskısından kaçınma haliyse diğer yanıyla da bu meseleyi tabulaştırmaktan kaynaklanmaktadır. Kürt meselesini tabu haline getiren yaklaşımları reddetmek gerekir. Egemenler Kürt sorununu bilerek tabu haline getiriyor. Böylece hem Kürtler üzerinde uyguladıkları baskıları görünmez kılıyor hem de sorunun çözümü doğrultusundaki tartışmaları engellemiş oluyor. Odanın ortasındaki fil örneğini herkes bilir. Odada kocaman bir fil olduğunu ve oda içindeki herkesin sanki fil yokmuş gibi günlük hayatını sürdürmeye çalıştığını düşünelim. Bu durum ne kadar devam ettirilebilir? Kuşkusuz uzun bir süre devam ettirilemez ve üstelik filin daralttığı alan günlük hayatı çok zorlaştıracaktır da.

Kürt meselesini tabu haline getirmekten kaçınmak gerekir. Türkiye’deki her sorun kadar toplumun gündemine gelebilmeli ve tartışılmalıdır. Üstelik tabu haline getirmek sorunun çözümünü devlete/egemenlere bırakmak anlamına da gelir. Kürt meselesinin çözümünü devlete bırakmanın ne türden sonuçlar yaratacağı ise bilinmez değil; tecrübelerle sabit, biliniyor. Kürtler üzerindeki baskılar artacak ve “En iyi çözüm, çözümsüzlüktür” zihniyeti varlığını sürdürmeye devam edecektir. Adaletli bir çözüm doğrultusunda zorlayıcı bir neden olmadığı müddetçe “devletli çözüm”, “Düşünmezsen sorun ortadan kalkar” zihniyetinden öteye geçmez.

Öte yandan, “Kürt sorununun çözümü Kürtleri ilgilendirir, biz sınıf mücadelesi ekseninde siyaset yürütüyoruz” zihniyeti de çok yanlıştır. Kuşkusuz her sorunun çözümü doğrultusundaki ilk adımı o sorundan en çok etkilenen olgunun öznesi atar. Bu durum hayatın olağan akışına uygundur. Kürt meselesinde de öyle oldu. Kürtler, önce Tanzimat sürecinde dayatılan merkezileşmeye karşı yerel özerkliklerini korumak için sonrasında ise Kürt milliyetçiliğinin geliştiği 20. yüzyıl başından itibaren milliyetçi bir motivasyonla kendi sorunlarını dile getirmeye başladılar. Bu durum zaman zaman kesintiye uğrasa da günümüze kadar devam etti. Kürtler talepleri doğrultusunda mücadele etmeyi sürdürüyor. Fakat bu durum Türkiyeli sosyalistlerin, Kürtlere karşı olan sorumluluklarını azaltmaz. Ezilen sınıflara karşı duyulan sorumluluk ile ezilen bir halk olan Kürtlere karşı duyulması gereken sorumluluk eşdeğerlidir. Bu eşdeğerliliğin nedeni sosyalizmin doğasında saklıdır. Sosyalizm veya sosyalist bilinç doğanın sömürülmesine ve toplumdaki her türden ezme ilişkisine karşı mücadele etme sorumluluğunu içinde taşır.

TKP’den TİP’e, 1971 devrimcilerinden günümüzün sosyalist hareketlerine kadar Türkiyeli sosyalistler, dereceleri farklı olmakla birlikte Kürt sorununun çözümü doğrultusunda kimi adımlar attı. Akademisyenlerin örgütlediği “barış için bir imza” kampanyası bu doğrultuda atılan son adımlardan biridir. Fakat sosyalistler sorunun giderek ağırlaşan boyutu, Kürt sorununun Türkiye’nin en temel meselesi haline gelmesi ve uluslararası düzeyde yaygınlaşması karşısında, sorunun artan ağırlığına denk düşecek düzeyde Kürt meselesiyle ilgilenmiyor. Sosyalistlerin çoğunluğu, Kürt sorununun çözümü konusunda kendilerini sorunun öznesi/sahibi olarak görmüyor. Görmediği ve bu doğrultuda adımlar atmadığı gibi aynı zamanda Kürt siyasetinin özneleri ile ilişkilenmekten de kaçınıyor. Kürt sorununa yaklaşımları odadaki file yaklaşımları gibi; görmüyorlar, görmezden geliyorlar, yeterince ilişkilenmiyorlar. Bunu en somut haliyle 2013 yılında Gezi ve 2014 yılında Kobani sürecinde, şimdilerde ise iktidarın yeniden direkt hedef haline getirdiği Gezi ve Kobani toplumsal olayları arasında sanki hiçbir ilişki yokmuşçasına sadece Gezi’yi öne çıkartıp, Kobani toplumsallığını görmezden gelen tavırlarında görmek mümkün. Gezi’nin toplumsallığı sürekli öne çıkartılırken Kobani’nin toplumsallığı görmezden geliniyor, dipsiz kuyuların sessizliğine terkediliyor. Kobani toplumsallığını terk etmenin, devlet şiddeti karşısında onu yalnız bırakmanın ne türden olumsuz sonuçlar yaratacağını tabi ki herkes biliyor.

İslamcıların Filistin ve Kürt Meselesine Yaklaşımlarındaki Çifte Standart

Kürt meselesini görmezden gelme ve sessizliğe terk etmenin en net halini İslamcıların tavrında görmek mümkün. İslami siyaset güya ulusçu/milliyetçi değil ümmetçi bir programa sahiptir. Ancak Türkiye’deki İslami grupların neredeyse hepsi milliyetçi çizgide bir siyaset yürütüyor. “Türk-İslam sentezi” sadece devletin gayri resmî ideolojisi değil, aynı zamanda İslami grupların da benimsediği ve onları tanımlayan bir kavramlaştırmadır.

Türkiye’de İslamcıların alametifarikası emperyalizme ve kapitalizme karşı olmak, bağımsızlıkçılık, emek yanlısı bir duruş ve ezilenlerden yana bir programa sahip olmak değil devletli olmak, devletin bir mekanizması gibi hareket etmek ve resmî ideolojiye göre pozisyon almaktır. İslamcılar yüzünü ezilenlere değil devlete ve egemenlere çevirmiştir. Oradan aldıkları işarete göre siyaset yaparlar. Diğer ayırt edici yanları ise Filistin meselesidir. Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin kendini örgütlediği ve yoğun çatışmaların ardından dünya siyasetinin gündemine oturduğu 1960’lar boyunca Filistin ulusal hareketine karşı hiç ilgi duymayan İslami hareket, sosyalist blokun 1989’da çöküşü sonrasında ABD eliyle Siyasal İslam’ın önünün açılması ve Filistin ulusal hareketinin laik karakterini yitirip İslimize olması ardından Filistin meselesini fetişleştirerek ilgilenmeye başladı. Ancak Türk devletinin, resmi olarak kurulduğu 1948’den bu yana İsrail’le sürdürdüğü sıcak ilişkileri ve aralarında imzaladıkları ikili anlaşmaların hiçbirini sorun yapmadı. Şayet sorun yapsaydı Türkiye’de devletle karşı karşıya gelecekti. Filistin meselesini gerçek anlamda sahiplenmek içeride devlet, dışarıda ise ABD politikalarıyla ciddi anlamda çatışmayı gerektirir.

İşin diğer bir boyutu şu: Türkiye’de devlet İslam dünyasıyla ilişkilerini gözeterek zaten her dönem söylem düzeyinde sınırlı bir İsrail karşıtlığını tolere edebiliyor. Özellikle bunun sınırları son 20 yıllık AKP döneminde iyice genişledi. Bundan dolayı, İsrail karşıtı çizgi pratik bir eyleme dönüşmediği, Türk devletinin İsrail’le ilişkilerine zarar vermediği ve İsrail’le kurduğu ilişkileri sorun haline getirip onunla bir çatışmaya girmediği müddetçe Filistin ulusal meselesine sahip çıkmanın hiçbir riski olmaz. Türkiye’de şu an isteyen herkes istediği her yerde Filistin meselesiyle ilgili olarak sokağa çıkabilir ve bu sorun etrafında örgütlenebilir. Bunun için herhangi bir bedel ödemesi de gerekmiyor. İşte tam da bundan dolayı Türkiye’deki İslami çevreler Filistin sorununu her fırsatta gündeme taşırken, hemen burunlarının dibindeki Kürt meselesine hiç ilgi göstermiyorlar. Aslında her iki sorunun da birbirine benzeyen yanları çok. Her iki halk da siyasal kimliklerinin tanınmasını ve bunun yasal bir statüye kavuşturulmasını istiyor. İslamcılar bu durumun gayet bilincinde olarak bilinçli bir tercihle Filistin meselesiyle olabildiğince ilişkilenirken Kürt meselesiyle arasına ise sürekli mesafe koyuyor. Üstelik her iki halk da Müslüman ve dolayısıyla “ümmet “in bir parçası. Peki İslamcılar niye her iki halka dair yaklaşımlarında çifte standart uyguluyorlar? Her ikisi de Müslüman olduğu halde birine yakın diğerine uzak duruyorlar? Nedenleri çok açık. Bir: Türkiye’deki İslamcı yapıların ezici çoğunluğunun milliyetçi şoven bir çizgiye sahip olması. İslamcılar hiç de söyledikleri gibi, ulusçuluğu aşan “ümmetçi” bir çizgiyi savunmuyor. Basbayağı Türk milliyetçiliğinin belirleyici olduğu siyasal bir eksende İslamcılık yapıyorlar. İki: Türkiye’deki İslamcılık devletlidir. Devletten bağımsız hareket edebilen örgütsel mekanizmaları ve devletin resmî ideolojisinden bağımsız düşünebilen zihinsel bir dünyası yoktur. Üç: Kürt meselesiyle ilişkilenmenin beraberinde getireceği devlet baskısından kaçınma isteği.

Kuşkusuz, toprakları İsrail tarafından işgal edilmiş Filistinliler mazlum bir millettir ve Filistin meselesine sahip çıkmak gerekir. Türkiyeli sosyalistlerin bu konudaki pratik duruşları da çok olumludur. Her dönem işgale karşı çıkmışlar ve kimi dönemlerde Filistinlilerle birlikte işgale karşı savaşmışlardır. Üstelik sosyalistlerin Filistinlilerin yanında çatışmalara katıldığı yıllarda Türkiye’deki İslamcıların Filistin diye bir gündemleri yoktu. Ne zaman ki Filistin ulusal hareketi devrimci dinamizmini yitirdi ve 80’lerin sonunda örgütlenen Hamas’ın Filistin hareketindeki rolü artmaya başladı, işte tam o dönemde Türkiyeli İslamcılar Filistin sorununa ilgi duymaya başladı. Nedenlerinden bağımsız olarak ve gecikmeli katılmış olsalar bile İslamcıların Filistin sorununu sahiplenmesi kıymetlidir. Ancak aynı İslamcıların hemen diplerindeki Kürt meselesine sahip çıkmaktan kaçınmaları da korkunç bir trajedi ve iki yüzlü bir politikadır.

Kürt meselesi yaşadığımız toprakların bir meselesidir. Çözülemediği müddetçe en çok bu topraklardaki insanların canını yakıyor/yakacak. Kuşkusuz yeryüzündeki ezilen tüm milletlere ve ezilen sınıflara karşı sorumluluklarımız var ve onlara göre hareket etmek zorundayız. Bu ayrı ama önceliklerimiz olmak zorunda. Çünkü aynı anda her yerde olmak mümkün değil ve bütün sorunları bir anda çözebilecek gücümüz de yok. Bundan dolayı Kürt meselesinin çözümü bu toprakların geleceği için öncelikli ele alınmak zorunda. Kürt meselesiyle ilişkilenmekten kaçınıp Filistin meselesiyle ilişkilenmek gerçekte hiçbir konuda ciddi olunmadığının ve sadece göstermelik bir biçimde siyaset yapıldığının göstergesidir. Kendi sorunlarımızı çözdüğümüz müddetçe Filistin dahil diğer halkların sorunlarına çözüm gücü olabileceğimiz bilinmelidir.

Şovenizme Karşı Olmanın Göstergesi Nedir?

Bugünün Türkiye’sinde antiemperyalist olmanın ve şovenist milliyetçiliği reddetmenin somut ölçüsü kabaca iki biçimde kendini gösterir. En başta ABD olmak üzere emperyalizme ve NATO’ya karşı çıkmadan, onlarla yürütülen ilişkileri reddetmeden antiemperyalist olunamaz. Bu, olmazsa olmaz başlangıç noktası birinci önceliği olan ilk ve en temel kriterdir. Güçlü bir antiemperyalist olmak için antikapitalist olmak gerekliliği meselesi ise atılması gereken ikincil adımdır. Anti şovenist olmanın en temel ölçütü de Kürtlerle kurulan ilişkinin düzeyidir. Kürt meselesine yaklaşım temel bir kriterdir. İster sosyalistler isterse İslamcılar açısından olsun fark etmez, Kürt meselesine yaklaşımdaki mesafeli her duruş problemdir. Açıktan ırkçılık ve Kürt düşmanlığı yapanlar ve kendilerini şovenist milliyetçi olarak tanımlayanlar üzerine konuşacak bir şey zaten yok. Onlar zaten kendilerini bu program üzerinden tanımlıyorlar. Asıl olarak sosyalizmin perspektifiyle hareket eden grupların programları üzerine konuşmak gerekir. Çünkü onlar her türden şovenizme ve milliyetçiliğe karşı oldukları ve enternasyonal dayanışma içinde hareket ettikleri iddiasındadır.

Programatik/teorik anlamda her türden milliyetçiliğe ve şovenizme karşı olma iddiasının pratikte bir karşılığı yoksa ve pratik hayatta bu politikalar sınanmamışsa tek başına yazıp çizilenlerin hiçbir anlamı olmaz. Sınanma ve pratik esastır. Mesela MHP türünden ırkçı faşist partilere karşı olmak tek başına anti şovenizmin bir kıstası değildir. Belirli sınırlılıklar dâhilinde bir karşı koyuştur bu. Her türden ırkçı şovenist parti ve politikalara karşı çıkmak kıymetlidir, anti şovenist programın bir parçasıdır ama bugünün Türkiye’sinde anti şovenist olmanın temel kriteri Kürt meselesinde ne söylediğin ve ne yaptığındır. Şayet Kürt sorununda somut bir adım atılmıyorsa derinlemesine bir anti şovenizmden bahsedilemez. Anti şovenizm, Kürt meselesinin adaletli çözümünü içeren bir çizgiyi programlaştırmaktan, o programa denk düşecek pratik bir faaliyet geliştirmekten ve Kürt siyaseti ile ilişkilenmekten geçer. Şovenist milliyetçiliğe karşı olmanın pratik anlamdaki somut karşılığı budur. Bunu, anti şovenizmin temel bir ayağı haline getirmedikçe şovenizm ve milliyetçilik karşıtlığı soyut kalacaktır. Nitekim bugün birçok sosyalist yapı MHP türünden ırkçı şovenizme hem programatik hem de pratik anlamda karşıdır ve tek başına bu karşı duruş sistemi çok da rahatsız etmez. Ama bu karşı duruş Kürt meselesinin çözümünden yana politikalarla ve Kürt siyaseti ile ilişkilenmeyle tamamlandığı anda egemenler bunu problem yapar ve o yapıyı şiddetle ezmeye çalışır. Türkiye’de bugün tek başına üretim tarzı anlamında kapitalizme ve ırkçı şovenist MHP türünden partilere karşı olmayı sistem tolere edebiliyor. Ama kapitalizm karşıtlığı devlet karşıtlığıyla ve şovenizm karşıtlığı Kürtlerden yana izlenen bir politikayla tamamlandığı anda egemenlerin tavrı hemen sertleşmekte ve o eğilimleri karşısına almaktadır. Egemenlerin bu tavrı bile gerçek bir anti şovenizm karşıtlığının ancak Kürt meselesiyle kurulacak güçlü bir bağla inşa edilebileceğini göstermektedir.

Gezi ve Kobani Arasındaki Bağları Sağlamlaştırmak

Gezi ve Kobani arasında gerçek anlamda bir ilişkilenmeye ihtiyaç var. Aradaki bağlar zayıfladı. 1980 öncesi sol hareket toplumsal muhalefetin ana doğrultusunu belirleyecek düzeyde güçlüydü. 12 Eylül cuntası ardından yaşanan ağır örgütsel yenilgi ve esas olarak da kitle ve sınıf hareketlerindeki geri çekilme nedeniyle sol hareket çok zayıfladı. Hemen sonrasında 1989’da sosyalist blokun çöküşü ardından sosyalist hareketin içerideki nedenlerden dolayı yaşadığı yenilgili durum dışarıdan gelen gerici dalgayla daha da büyüdü. Diğer yandan Kürt siyasi hareketi ise tam tersine 1980 sonrasında büyüdü ve dünya çapında uluslararası aktörlerin bile dikkate almak durumunda kaldığı bir büyüklüğe erişti. Bütün bu kırk yıl boyunca sosyalist hareket, sosyalist blokun dünya çapında yaşadığı yenilgi nedeniyle adım adım küçülürken Kürt Hareketi ise tersinden sürekli büyüdü. Her iki muhalif güç arasındaki makas iyice açıldı. Kürt Hareketi, neredeyse bütün Kürt halkını örgütlü hale getirdi ve parlamentoda temsil hakkı ve yerel yönetimlerde iktidarlaşma imkânı dâhil olmak üzere çok önemli kazanımlar elde etti. Kürt coğrafyasının diğer parçalarında yaygınlık kazandı. Fakat gelinen noktada büyüyerek devam eden mücadele ivmesi eski hızını kaybetmeye başladı. Kürt hareketi de bunun farkında ve bundan dolayı İmralı savunmaları ve Dolmabahçe Mutabakatı’nda çerçevesi çizilen stratejik yönelimle yeni bir yol açma gayretinde. Kürt hareketini son kırk yılda sürekli büyüten ve temel motivasyonunu sağlayan esas güç ulusal talepler olmuştur. Fakat bu ulusal talepler, sadece kimlik siyasetinin çerçevesini belirlediği bir program etrafında değil dolayımlı bir biçimde her daim sınıf siyasetiyle ilişki içinde kalarak kendini örgütledi.

Hayat, Kürt siyasal hareketine ve Türkiyeli sosyalistlere daha fazlasıyla birlikte davranmayı ve geleceğe dair yönelimleri alabildiğince ortaklaştırmayı; zaman zaman kopan ilişkilerini stratejik düzeyde yeniden kurmayı dayatıyor. Aynı şekilde hayat Türk ve Kürt halklarının mücadele birliğini ve iki halkın aralarındaki kader birliğini ama bu sefer emekçi sınıflar üzerinden kurulacak bir bağla yeniden inşa edilmesini de dayatıyor. Bu zorunlu durum her geçen gün daha da vazgeçilemez hale geldi. Kürtlerin metropollerdeki işçi sınıfı içinde giderek artan orandaki sayısı bile bu durumu zorunlu kılıyor. Abartarak söylersek işçi sınıfı Kürtleşiyor. Özellikle tekstil, inşaat, tarım işçiliği, hizmetler ve gıda sektöründe. Bundan dolayı gündelik hayatın dayattığı ilişkilerin kaçınılmazlığını görmek ve o doğrultuda Gezi ve Kobani arasındaki ilişkileri derinleştirmek olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Fakat bu esnada her iki tarafın bünyesini, tabiri caizse, belirli aşılarla güçlendirmek gerekiyor. Kobani’de içselleşmiş olarak var olan “sınıf siyaseti” çizgisi zaman zaman kimlik siyasetinin gölgesi altında görünmez hale gelebiliyor. Bundan dolayı Kobani sınıf siyaseti açısıyla aşılanarak bünyesinde var olan sınıf çizgisini güçlendirmek zorunda. Gezi ise bünyesini zayıflatan milliyetçilik hastalığını yenebilmek için Kürt meselesi ve Kürt siyasetiyle daha fazla ilişkilenmesini sağlayacak olan bir antikorla aşılanmalı. Kürt meselesi geçmişten bugüne çözülememiş bir sorun. Kürtler ayrı bir kimlik olarak varlıklarının tanınmasını talep ediyor. Ve bu talepleriyle tarihsel bir dinamik olarak sınıf siyasetinin bir dinamiği haline gelmiş durumdalar. Kürtlerin dışında ayrıca başka halklar, Aleviler ve gayrimüslimler var. Köylü ayaklanmaları, göçer Türkmen isyanları ve Kızılbaş ayaklanmalarının tarihsel birikimleri mücadele deneyleri var. Sınıf mücadeleleri “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabında yazıldığı gibi, “İşçi sınıfından mı yanasın? Burjuvaziden mi yanasın?” saflığında dillendirilen şekliyle, sadece iki sınıfın en yalın haliyle karşı karşıya geldiği bir biçimde sürdürülemeyeceğinden dolayı geçmişin çözümlenemeyen ağır yükleri tarihsel dinamikler olarak bugün sınıf siyasetinin bir bileşeni haline getirilmek zorundadır. Bundan dolayı tarihsel dinamikler ve kimlik eksenli kimi siyasal talepler sınıf siyasetine içerilmek zorunda. Sosyalist hareket/Gezi tam da bu dinamiklerle aşılanmalı. Kobani’nin daha fazla sınıf siyasetiyle, Gezi’nin tarihsel dinamiklerle ve kimlik siyasetinin çözümlenemeyen tarihsel sorunlarıyla aşılanması her iki toplumsallığı hem büyütecek hem de stratejik yönelimleri itibarıyla bir araya gelişlerini kolaylaştıracaktır. Bu durum Kürtlerin göstermelik değil kitlesel anlamda 1 Mayıs işçi bayramına, Gezicilerin de sınırlı düzeyde değil bütün güçleriyle Newroz’a katılmalarını gerektirir.  1 Mayıs ve Newroz’lar her iki halkın ve her iki ezilen sınıfın ayrı ayrı kutladığı simgesel anlamı olan günler olmaktan çıkarılmalı, tam tersine her iki halkın da mücadele günü ve bayramı olarak birlikte bir araya geldiği günler haline getirilmelidir.

Hem Türk hem de Kürt sosyalist güçlerinin tarihsel sorumlulukları giderek artıyor. Çünkü Türk ve Kürt halkları arasındaki -biraz da abartarak söylersek- gönüllü olarak kurulan tek duygusal bağ sol üzerinden kurulan bağlardır. Türkler ve Kürtler ne yazık ki giderek birbirlerinden uzaklaşıyor. Aradaki bağlar, deyim yerindeyse pamuk ipliğine bağlı denilebilecek düzeyde çok incelmiş durumda. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında aradaki bu bağlar kısmen gönüllü bir biçimde kurulmuş olsa da kuruluşun hemen ardından, ulus devletin zorunlu doğası nedeniyle dayattığı tek tipleştirici-homojenleştirici, Kürtler başta olmak üzere farklı bütün etnik kimlikleri Türklük içinde zorla eritme politikaları aradaki bu ilişkileri artık gönüllülük temelinden çıkartmış, zorbalıkla kurulan bir ilişki haline dönüştürmüştür. Ulus devlet, Türkler ve Kürtleri bir tehdit unsuru olarak kullandığı zor politikalarını sürekli hissettirerek bir arada tutmaya çalışıyor. Halbuki her iki halkı gönüllü olarak bir arada tutan tarihsel, toplumsal, geleneksel, kültürel, iktisadi görünen görünmeyen birçok bağ var. Bunları inkâr etmek mümkün değil. Peki; doğal ve gönüllü olarak kurulan bu ilişkiler hangi noktadan sonra zor yoluyla kurulan bir ilişkiye dönüştü? Bunun sebebi, ulus devletin doğasında gizli olan, farklı bütün kimlikleri reddederek hepsini Türklük potasında eritme çabasından kaynaklanıyor. Tam da bundan dolayı Kürtlere de asimilasyon ve Türklük içinde erimeleri dayatılmıştır. Kürtler kimliklerini yok sayan bu politikaları kabul etmedi. Ve o andan itibaren üzerindeki baskılar arttı, Kürt isyanları ve çatışmalar çıktı. Her ne kadar Kürt isyanları bastırılmış olsa da artık Türkler ve Kürtler arasındaki ilişkide ağır basan yan gönüllülükten çok zorla bir arada olma haline dönüştü. 1984’ten sonra başlayan çatışmaların etkisiyle de aradaki bağlar iyice zayıfladı (Kürtlere dayatılan asimilasyoncu yaptırımlara benzer politikalar diğer etnik topluluklara karşı da uygulandı. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları Türkiye’nin kimi bölgelerinde (Dersim, Sakarya, Antakya vb.) “Erken Cumhuriyet” döneminde sıklıkla görülebilecek uygulamalardır. Dayatılan bu zorlamaların bir süre sonra olumsuz sonuçları ortaya çıktı. Bir kısım topluluklar kendi kimliklerini ve dillerini önemli ölçüde yitirdi/unuttu. Bazı diller bu esnada yok oldu. Mesela 20 yıl önce, Kafkas dillerinden olan Ubıhça’yı konuşan son vatandaş -Balıkesir’de- hayatını kaybedince gazeteler, “son Ubıh öldü, dili de…” diye manşetler attılar. Çerkeslerse bugün yaşadıkları trajediyi, “Bu vatan için savaşırken Türkçe bilmiyorduk, bugün de Çerkezce!” diye ifade etmektedir).

Türkler ve Kürtler arasında egemenlerin kurmaya çalıştığı bağın gönüllülük değil de büyük ölçüde zor yoluyla devam ettirildiğinin diğer bir göstergesi de zor aygıtlarının konumlandırılmasında kendini gösterir. Bilindiği üzere TSK örgütlenmesinde kara kuvvetlerinin ve kara kuvvetleri içinde de ordu komutanlıklarının rolü belirleyicidir. Türkiye’de üç tane ordu komutanlığı bulunur. 1., 2. ve 3. Ordu Komutanlığı (İzmir’de konuşlu Ege Ordu Komutanlığı’nın rolü görece daha önemsizdir). 1. Ordu’nun merkezi İstanbul’dur. 2. ve 3. Ordu Komutanlığı’nın merkezi ise Erzincan ve Malatya’dır. Yani Türkiye’nin en büyük iki ordusu Doğu’da, Kürt bölgesindedir. Van’da Jandarma’ya bağlı olarak konumlanan “Asayiş Kolordu Komutanlığı”nı da bu ordulara eklemek gerekir. Ordu komutanlıklarının ağırlıklı bir kısmının Kürt bölgesinde üslenmesi tesadüf değildir. Kuşkusuz bu üslenmenin bir nedeni de 1989 öncesinde Sovyetler Birliği’ne karşı NATO kapsamında yerine getirilmesi gereken görevler olduğunu da belirtmek gerekiyor.

İslamcıların da Kürtlerle Türkler arasındaki gönüllülük temelinde kurulabilecek bir bağı inşa etme imkânı yok. Esasında ulusçu değil ümmetçi ideolojik referanslara sahip olan İslamcılar, bu referanslara uygun düşecek şekilde hareket etmiyor. Ulus devletçi zihniyetin kodlarıyla düşünüyorlar ve üzerlerinde Türk milliyetçiliğinin izleri çok derin. Türk-İslam sentezi ekseninde kurulmuş zihinsel bir dünyaları var. Bu da onları Kürt meselesinde devlet gibi düşünmeye ve hareket etmeye zorluyor. Bu hareket tarzıyla Kürtlerle Türkler arasında gönüllü temelde bir bağ kurabilmeleri imkânsız. Kürtlerin ayrı bir halk olarak varlığını ve bundan dolayı sahip olmaları gereken kolektif haklarını tanımadığı müddetçe Türkiye’deki İslamcıların her iki halk arasında bir gönül bağı kurabilmesi mümkün değildir.

Egemen sınıflar yani burjuvazi zaten iki halk arasında eşit bir ilişkiyi kabul etmiyor. Kürt coğrafyasının hem yeraltı hem de yerüstü maddi zenginliklerine zorla el koyan egemenlerin Kürtlerle aramızda gönüllü bir bağ inşa etmek istemeyeceği açıktır. Çünkü egemenler el koydukları zenginliklere gönüllülük temelinde kurulacak bir ilişki üzerinden ulaşamayacaklarını, bunun ancak zor yoluyla mümkün olabileceğini bilirler. Dolayısıyla her iki halk arasındaki bağların devamlılığını egemenler de zor araçlarıyla sağlamanın dışında gönüllülük temelinde sürdüremezler.

Ne ulus devlet zihniyeti ne devlet ne burjuvazi ne İslamcılar ne milliyetçiler ne de burjuvazi siyasetinin farklı eğilimleri Kürtlerle Türkler arasındaki çok zayıflayan duygusal bağları, zor aygıtlarıyla devam ettirebilmek dışında, gönüllülük temeline dayanan bir ilişki tarzında yeniden inşa edemezler. Gelinen noktada gönüllü ve sürdürülebilir bir ilişki ancak ezilen sınıflar ve onların siyasal temsilcileri yani toplumcu, emek yanlısı sol-sosyalist güçler üzerinden kurulabilir. Kürtlerle Türkler arasındaki gönüllülük temelinde kurulan tek bağ şu an sadece bu güçler üzerinden kuruluyor. Bunun siyaseten en somutlaşmış, ete kemiğe bürünmüş hallerinden biri de HDP’dir. İsteyen HDP’yi birçok yanıyla eleştirebilir, eleştirilebilecek yanları kuşkusuz var, ama bütün eksikliklerine rağmen HDP şu an tarihsel bir rol oynuyor. Üstelik bu rol hayati denilebilecek düzeyde önemlidir. İki halkın kimi siyasal temsilcileri hiçbir çıkar ilişkisi taşımaksızın gönüllü bir biçimde bir araya geliyorlar. HDP’deki Türkiyeli sol, sosyalist, aydın, demokrat güçler Kürt meselesinin adaletli bir biçimde çözülmesini ve Kürtlerin kolektif haklarının tanınmasını savunuyor. Türkiye toplumunda çok kitlesel bir hareket olmamakla birlikte HDP’nin oynadığı rol iki halk arasında gönüllülük temelinde kurulacak ilişkilerin prototipi olması itibariyle çok kıymetlidir.

HDP iki halk arasında kurulan ilişkilerin somut bir biçimidir dedik. Fakat bu ilişkinin daha da yaygınlaşması ve derinleşmesi gerekir. Bunu sağlamanın somut diğer biçimi de yine simgesel önemleri olan toplumsallıklar üzerinden tanımlarsak, Gezi ve Kobani arasında kurulacak ilişkilerden geçmektedir. Derinleşecek Gezi ve Kobani ilişkisi, HDP formu dışında kurulacak ilişkilerin kitleler düzeyinde yaygınlaşması anlamına gelir. Bu yaygınlaşma ezilen halklar arasında kurulacak bir ilişki anlamına gelir, aynı zamanda. Halkların ve emekçi sınıfların tarih sahnesine çıktığı endüstrileşme ve devrimler çağında artık kalıcı ve gönüllü ilişkiler kurmanın tek yolu ezilen sınıflar arasında kurulacak ilişki ile sağlanabilir. Kürtlerle Türkler arasında Tanzimat’a kadar kurulan ilişkiler esas olarak iki halkın egemen sınıfları arasında kurulan ittifak ilişkisiydi. Cumhuriyet sonrasında ise bu durum, isyan dönemleri haricinde, 1960’lara dek değişmedi. 60’lar sonrasında ise artık iki halk arasındaki ilişkiler esas olarak ezilen sınıf ve onların siyasal temsilcileri öncülüğünde kurulmaya başladı. Kürt siyaseti bu süreçte ikiye yarıldı. Kürt egemenleri Türk egemen sınıfları ve siyasetine entegre olarak sistem içinde siyaset yapmaya devam ederken 1960’lar sonrasında ise ilk kez Kürt emekçi sınıfları siyasal özneler haline gelmeye başladı. Kurulan hareketlere de artık egemen (toprak sahipleri, şeyhler, aristokrat aileler) değil emekçi sınıflar içinden çıkmış özneler önderlik ediyordu. Bu özneler bir yanıyla Kürtlerin kimliklerinin tanınması mücadelesini programlaştırırken öte yandan da ezilen Kürt emekçi sınıflarının sınıfsal taleplerini dile getirmeye başladılar. Bugün Kürt siyasetine esas olarak emekçi sınıflar içinden çıkıp gelen bu gruplar ve onların toplumcu siyasal bilinçleri yön vermektedir. Kürt egemenleri ise ezici bir biçimde sistem içi siyasetin bir parçası haline gelmiş, Türkiye’deki egemen sermaye düzenine entegre olmuşlardır. Kürt burjuvaları ile Kürt emekçi sınıfları iki ayrı dünyanın insanlarıdır.

Gezi ve Kobani’nin ortak noktaları farklılıklarından defalarca fazladır. Her ikisi de emekçi sınıflara dayanan halk hareketleridir. Her ikisine öncülük eden gruplar ve onların siyasal programları yine emekçi sınıfların çıkarlarını dillendirmektedir. Aralarında kimi farklılıklar olsa da her ikisi de mevcut düzeni aşmak ve yeni bir düzen kurmak istiyor. Her ikisi de doğayla uyumlu yaşamı, ekolojist bir üretim tarzını, kadınların eşit bir birey olarak toplumsal yaşama katılmasını savunuyor. Tersinden düşünme yöntemi kullanılarak da başkaca ortak yanlar gösterilebilir. İlk saptanacak olgu şu; egemen düzen her iki toplumsal hareketten çok rahatsız. Bu yüzden her ikisine de benzeri dozda şiddet uyguluyor. Aynı düzeyde şiddete maruz kalmak tersinden düşünürsek iki toplumsallığın bir başka biçimde ortak noktalarının çokluğuna işaret eder. Her iki toplumsal kesimin bir araya gelmesi de egemenleri çok korkutuyor. Tek tek hareket ettikleri anlarda bile yarattıkları korku iki toplumsal hareketin bir araya geldiği durumda yapabileceklerinin ne kadar da ciddi politik sonuçlar doğurabileceğinin göstergesidir. Kimi dönemlerde karşıtına bakarak kendini/yanındakini tariflemenin veya gücünü ölçebilmenin imkanları doğar. Egemenlerin hem Gezi hem de Kobani toplumsallığı karşısında takındığı benzeri tavır her iki kesimin niçin birlikte yürümesi gerektiğinin cevaplarını dolaylı olarak bize sunmaktadır.

Gezi ve Kobani arasında kesinlikle kopmaz bağlar vardır. Bu bağlar çok yönlü, derinlikli, tarihsel ve günceldir. Hem Gezi’nin hem de Kobani’nin toplumsal tabanı hem Gezi’ye hem de Kobani’ye yön veren siyasal hareketler arasındadır bu bağlar. Hem kitleler hem de onların siyasal uzantıları arasındaki bu bağlar her iki halkın kader birliğidir aynı zamanda. Egemenler, halklar arasındaki bu bağı ne yazık ki artık daha çok zor aygıtları üzerinden kuruyor; her iki halkın siyasal güçleri arasında gelişebilecek bağları ise yine zor aygıtlarıyla ama bu sefer tersten, bağların kurulması için değil kurulmaması için, kurulmasını engellemek için kullanıyor. İster devlet ister düzen içi siyaset ister İslamcılar isterse sol güçler her kim olursa olsun, halklar ve onların siyasal hareketleri arasındaki bağları gönüllü biçimde kurmuyorsa, kurmak için emek vermiyorsa yanlış yapar.

Gezi ve Kobani birbirinden ayrılamaz. Arada “yüzük kardeşliği” bağı var. Kardeşlik bağları nasıl birbirini beslemeyi, büyütmeyi, gerektiğinde birbirini korumayı gerektiriyorsa; Gezi ve Kobani de ilişki içinde birbirini büyütmeli, birbirini tamamlamalıdır. Aradaki bu kardeşlik bağlarının kurulmasını, sürekliliğinin sağlanmasını her kim engelliyorsa buna izin verilmemelidir.

Gezi ve Kobani arasında siyaseten kurulacak ilişki emek ister, cesaret ister, tarihsel bilinç ister, başka halkları ve hiç tanımadığı insanları sevebilecek genişlikte bir yürek ister. Bu ilişkiyi inşa edecek, inşa edilmesinin zorunlu olduğunu kavrayacak bilinç ve emek zorunlu olarak örgütlü pratik bir faaliyeti gerekli kılar. Niyet, tarihsel bilinç, emek ve örgütlülük olmadan bu bağ inşa edilemez. Eğer bu bağ inşa edilemezse tek tek kaldıkları müddetçe güç kaybederler, birlikte davrandıklarında ortaya çıkabilecek sinerjiyi yitirirler, egemenler karşısında dayanıklılıkları azalır, siyaseten kimi yanlış yollara sapma ihtimali artar, birbirlerinden güç alamadıkları için dış dinamiklerden destek almak zorunda kalabilirler, güçlü bir mücadele cephesi öremezler, emek güçleri tarihsel dinamiklerden ve kimlik siyasetinin dinamizminden mahrum kalır; kimliklerinin tanınmasını ve kolektif haklara kavuşturulmasını isteyenler emek güçlerinden beslenemez, daralan ufukların yanlışa sapma olasılığı artar, bu birliktelik şimdiden kurulamazsa iki halkın arasındaki kader birliği bozulur, var olan mesafeler artar, her halkın ihtiyaçları farklılaşır, farklılaşan ihtiyaçlar apayrı örgütlenmeleri, programları, eylemleri, dış dinamiklerle ilişkilenmeyi gerektirir; iki halkın birlikte kuracakları gelecek hayalleri sönümlenir, her iki halk kendi zamanlarını yaşar, zamanlar farklılaşır, herkes kendi zamanını yaşamaya başladığında aradaki uzaklıklar iyice artar, bu durum halklar arasındaki bağları zayıflatır, zayıflayan bağlar her iki tarafta da var olan milliyetçiliği derinleştirir, artan milliyetçilik boğazlaşma tehlikesini artırır, bu çatışma her türden sınıf-emek mücadelesinin üzerini örter, ezen ve ezilenler arasındaki mücadele yerini halklar arasındaki çatışmaya bırakır, sınıf mücadelesinin üzerini örten her şey sadece egemenleri sevindirir, onların çıkarınadır çünkü.

Egemenler Gezi ve Kobani’yi zor aygıtlarıyla veya “devletin ideolojik aygıtları”nın manipülasyonuyla birbirinden tamamıyla kopartmayı becerirse, her iki toplumsallık da tek başına kalacak ve güçsüzleşecektir. Yönetenlerin bu konudaki yeteneği oldukça güçlü, deneyimleri çok. Şimdiye dek Gezi ve Kobani’nin yakınlaşmasını karşılıklı ilişkiler kurmasını, birlikte hareket etmesini tam anlamıyla engelleyemeseler de önemli ölçüde bunu başardıkları kesin. Kritik zamanlardayız. Aradaki mesafe giderek açılıyor, bağlar zayıflıyor, her halkın ihtiyaçları giderek farklılaşıyor. Kürtler Irak ve Suriye’de belirli statüler elde etti. Bu statülerin kazanılmasında dış dinamiklerin yadsınamayacak düzeyde büyük bir desteği oldu. Fakat elde edilen statülerin korunması ve verilen desteklerin karşılığı/maliyeti her gün dış dinamiklere olan bağımlılığı artıyor. Sadece bu da değil. Kürtlerdeki milliyetçi eğilimleri de giderek güçlendiriyor. Bu da eşyanın doğasına, siyasetin akış yönüne uygun bir durum. Çünkü milliyetçilik bir kez siyasetin ana akışı haline geldi mi giderek derinleşir, bir süre sonra gericileşir, varılmak istenen diğer bütün ileri hedeflerin hepsinin üzerini örter. Derinleşen milliyetçilik bölgede yalnızlığı artırır. Artan yalnızlık da mesela ABD ile hep daha fazla ilişki kurmayı zorunlu hale getirir. Karşıtını da karşıtı milliyetçiliği de büyütür. Zaten “soğuk savaş milliyetçiliği”yle iyice gericileşmiş olan Türk milliyetçiliği giderek daha fazla saldırganlaşır, kitleler nezdindeki yaygınlığı daha da artar ve muhalif olan her türden ilerici programı zorla bastırır.

Kürtlerin kimliklerinin tanınmasını, kolektif haklarının verilmesini ve bunların anayasal güvencelerle bir statüye kavuşturulmasını istemesi çok doğaldır, insanidir, hakkıdır. Eşit ilişkilerin kurulması ve doğal hakların verilmesi bir zorunluluktur. Kürtler bu doğal haklarını elde etmek için çok meşakkatli bir mücadele veriyorlar. Türkler başta olmak üzere bölgedeki her halkın bu mücadeleyi desteklemesi ve kendi egemen sınıflarını bu doğrultuda adım atmasını sağlayacak şekilde baskılaması gerekir. Eğer bölgede, içeride halklar kendi arasında bu sorunu çözemezse, dış dinamiklerin bölgeye müdahale edebilmesinin imkanları doğar. Aynı şekilde Kürtlerin de dış dinamiklere yaslanma ihtiyacı artar. Her iki durumu da yani hem emperyal güçlerin bölgeye müdahil olmasını engellemek hem de Kürtlerin o güçlere yaslanmak ihtiyacını ortaya çıkaran nedenleri ortadan kaldırmak gerekir. Bu görev, yani her iki olasılığın ortaya çıkaracağı sakıncaları gidermenin sorumluluğu en fazla ezen topluma, onun siyasal temsilcilerine, Gezicilere düşer. Bu yüzden Kürt sorununu içeride, iç dinamiklerle çözmek bir zorunluluktur. Bu zorunluluk Gezi ve Kobani arasındaki ilişkilerin, dayanışmanın artırılmasını gerektiriyor, dayatıyor. Eğer bu sorumlulukların gerektirdiği biçimde davranılmazsa sonrasında kimse şu durumdan şikayetçi olmasın: “Emperyal güçlerin bölgeye müdahalesi, Kürtlerin de dış dinamiklerle ilişkisi giderek artıyor.”

Gezi ve Kobani ilişkisini siyasette, programda, taktikte, stratejide, gönüllerde yeniden kurmalıyız. Kopan, zayıflayan ilişkileri onarmak gerekir. Hem her iki halk nezdinde hem de siyasal hareketler nezdinde bu ilişkiler yeniden kurulmalı. Bunun başlangıç noktalarından biri hukuki süreçleri hala devam eden Gezi ve Kobani davaları olabilir. Gezi ve Kobani davaları egemen rejimin her iki toplumsallığa karşı açtığı intikam davalarıdır. Tamamıyla siyasal iktidarın ihtiyaçları doğrultusunda açılmıştır. Hukuksal dayanakları hiç olmadığı gibi mevcut kanunlara göre bile ortada işlenen bir “suç” yoktur. Siyasal nedenlerle taleplerle ortaya çıkan büyük kitlesel eylemler kanuni olarak ceza yargılamalarının ve “suçlamalar”ın konusu olamaz. “Suç”a temel teşkil edecek bireysel eylem/fiil/fail yoktur, çünkü orta yerde. Her iki davada da kitleler belirli siyasal taleplerini dile getirmişlerdir.

Her iki davayı birbirinden ayırt etmeksizin kitlelerin gündemine sokmak, hukuki gerekçelere dayanarak değil tamamıyla siyasal kaygılarla açıldığını deşifre etmek, iktidarın yargıyı, toplumsal muhalefeti ve Kürtleri susturmak maksadıyla araçsallaştırdığını teşhir etmek, resmî ideolojinin zor yoluyla mahkemelerde adım adım inşâ edildiğini göstermek gerekir. Bunların dışında her iki davaya gösterilecek ilgi üzerinden “barış ve demokrasi” mücadelesi örgütlenebilir. Kürt meselesinin çözümünün dışarıda değil içeride olduğu ve bunun da ancak egemenler üzerinde bir basınç oluşturarak sağlanabileceği gerçeğinden hareketle bu doğrultuda bir çözüm ve mücadele programı oluşturulabilir. Gezi ve Kobani süreçleri ve mahkemelerinin aynı toplumsallığın bir parçası olduğu vurgusu öne çıkartılarak bu durum her iki halkın kader birliğini/halkların kardeşliğini bir de buradan kuran bir motivasyon kaynağı haline getirilebilir. Böylesine kritik bir süreçte Türk ve Kürt halkları arasında açılan mesafenin kapanmasına hizmet edebilmek için bunu bir fırsata çevirmek, karşılıklı güvenin ancak güçlü pratiklerle inşa edilebileceği gerçeğinden hareketle, Gezi ve Kobani hukuksal süreçlerine dair ortaklaşa kampanyalar örgütlenebilir. Vurgular ve pratikler aynı hedefe odaklanmalıdır. Gezi ve Kobani birbirini tamamlayan toplumsal muhalefet hareketleridir. Gezi ve Kobani arasında tarihsel ve güncel bir kader birliği vardır. Gezi ve Kobani kardeştir.

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya da hiçbirimiz!