Hikâyede Farklı, Mücadelede Ortak: Gezi-Kobani Kardeşliğini Yeniden Kurmak-1

ElYazmaları’nın notu: Ekim 2020’den beri Sincan 2 nolu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan, HDP MYK eski üyesi Bülent Parmaksız’ın* Eylül 2022’de yazdığı bu yazıyı, Sebahat Tuncel’in önsözüyle birlikte dört bölüm halinde yayımlayacağız. Yazının ilk bölümünü okuyucularımızın ilgisine sunarız.

Önsöz

“Geriye doğru akmaz geçmişte oyalanmaz hayat çünkü”

Hayat akıp gidiyor.

Evet; Halil Cibran’ın dediği gibi hayat doğru akmaz ve bizi beklemez, akıp gider. Evet, ama akarken toplumsal, ekonomik, kültürel vb. birçok deneyimi kendine katarak akar. Bu akış geçmişte kalmaz; geçmişin deneyimleri an’ımızı ve geleceğimizi belirler. O nedenle tarihsel ve toplumsal gelişme ve değişimlere neden olmuş denemeleri her zaman hatırlamak, onlardan ders çıkarmak önemlidir. Bülent Parmaksız arkadaşımız da bunu yapıyor. Türkiye’de eş zamanlı gelişen iki toplumsal direnişin birbirine değen-değmeyen yönlerini eleştirel bir perspektiften kaleme almış. Hem bir hafıza tazeleme hem de demokrasi, eşitlik ve özgürlük güçlerinin önümüzdeki süreci birlikte örebilmeleri açısından önemli dersler çıkarmamız gerektiğini tespit ediyor.

Aslında geçmişten değil halen devam eden bir süreçten bahsediyoruz. Gezi ve Kobani direnişleri. Her iki direniş ve dayanışma faaliyeti bugün iktidar tarafından yargılanma konusu yapılıyor. Aynı zaman diliminde ama farklı mekanlarda gelişen ve ciddi tarihsel-toplumsal sonuçlara yol açan bu iki toplumsal hareketin talepleri eşitlik, özgürlük, adalet, demokrasi ve barıştı. Bu talepler yakıcılığını eskisinden daha yakıcı hissettiriyor. Gezi direnişi Türkiye toplumları açısından bir ilkti. Kendiliğinden gelişen ve tüm Türkiye halkını etkileyen milyonların katılımını sağlayan böylesi bir direnişin örneğine Türkiye siyasal tarihinde az rastlanmıştır. Türkiye halkı belki de ilk kez devlet şiddetinin ne demek olduğunu, hak aramanın, hak talebinin devlet tarafından nasıl karşılandığını bire bir deneyimlemiş oldu. Bu durum “Batı”nın “Doğu”yla, Türk’ün Kürt’le empati kurması için bir fırsat oldu aslında. O süreçte Kürt sorununun barışçıl çözümü için mücadele eden ve çözüm ve diyalog süreci devam ederken “kalekol” yapımlarının bu sürece engel olacağını düşünen Kürt halkı kalekolları protesto ederken Lice’de Medeni Yıldırım asker kurşunuyla yaşamını yitirdi. Gezi direnişçileri bunu “Gezi’den Lice’ye selam” diyerek karşıladı. Bu önemli bir dönemeçti aslında.

Kürt-Türk ilişkilerinin, Kürt-Türk ittifakının tarihsel ve toplumsal bir geçmişi var elbette. Ancak ulus devlet inşa sürecinde farklı kimlik ve kültürlerin inkâr, imha ve asimilasyon politikaları ile karşı karşıya kalmaları devletin uyguladığı politikalar nedeniyle bu ilişki ve ittifak büyük bir yara almıştır. Gezi ve Kobani süreçleri halklar şahsında bu ittifakı yeniden kurmak ve güçlendirmek için önemli bir zemindi. Bu zemin demokrasi ve özgürlük güçleri açısından iyi değerlendirildi mi, ayrı bir tartışma konusu.

Türkiye halkları için yeni bir durum olan kendiliğinden gelişen halk serhıldanları Kürtler açısından pek yeni sayılmazdı. Özellikle 1990’lı yıllarda savaş ve çatışmanın yoğun yaşandığı süreçte bölgedeki halk direnişleri halkın eşitlik, özgürlük ve barış mücadelesinde önemli bir yer tutar. Cizre, Nusaybin, Amed serhıldanları hâlâ hafızalarımızdaki tazeliğini korumaktadır. Bu serhıldan geleneğine 2014 yılında yeni bir serhıldan eklenmiş oldu. Her ne kadar iktidar HDP’nin attığı tvit sonucu halkın sokağa çıktığını ve yaşananlardan HDP’nin sorumlu olduğunu iddia etse de Kürt halkı ve dostları IŞİD çetelerinin Kobanê’ye saldırdığı Temmuz ayından itibaren ayaktaydı ve Suruç sınırında nöbet tutuyordu. Kobanê halkının direnişi ve Kobanê dayanışması IŞİD için sonun başlangıcı oldu. Arin Mirkan ve daha nice Kürt kadınlarının öncülüğünde insanlığa Rojava Devrimi armağan edildi. Bugün Kuzey-Doğu Suriye halkları kadın özgürlükçü, demokratik ve ekolojik bir yaşamı inşa ediyorlar. Hem de savaş koşulları devam ederken.

Gezi direnişi komünal ve ekolojik bir yaşam özlemi, eşitlik, adalet ve demokrasi talepleri etrafında toplanan kitlelerin değişim istedikleri ve daha adil ve özgürlükçü bir sistemi inşa için hazır olduklarını gösterdi. Gezi Parkı’nda ve Türkiye’nin neredeyse tüm illerinde sokağa çıkan insanlarda antikapitalist, dayanışmayı esas alan bir duruş gözlemleniyordu. Gezi direnişine çok farklı kesimler dahil olmuştu. Herkesin orada olma nedeni farklı olsa da talepleri benzerlik gösteriyordu. Herkes kendi isyanını alıp gelmişti. Belki de o yüzden bu kadar güçlü ve değişim talep eden bir sosyal, toplumsal hareketin beklediği değişim ve dönüşüm yeterince gerçekleşmedi. Ancak gerçekleşen ve umudu diri tutan ise başka bir yaşamın mümkün olduğu fikriydi. Halkın beklentisi ve talepleri doğru örgütlenirse değişim de kaçınılmaz olacaktır.

Hem Gezi hem de Kobanê direnişi iktidarın tekçi, otoriter, antidemokratik savaş politikalarına karşı güçlü bir halk serhıldanıydı ve bu iki direniş AKP’nin politikalarında istediği sonucu almasını engelledi. İttifak kurduğu güçlerin yenilgisine neden oldu. O nedenle Osman Kavala şahsında Gezi’yi, HDP MYK’sı şahsında da Kobanê direnişi ve halklar arası dayanışmayı cezalandırmaya çalışıyor. Direnişin aynı zamana denk gelmesi tesadüf olmadığı gibi yargılamaların da aynı zaman dilimine denk gelmesi tesadüf değil. Kumpas davalarla Silivri Cezaevi Kampüsü’nde “Gezi dayanışması”, Sincan Cezaevi Kampüsü’nde ise “Kobanê dayanışması” cezalandırılmaya çalışılıyor. İşte Kobanê davasında “yargılanan” Bülent Parmaksız’ın devam etmekte olan her iki direnişin ve dayanışmanın neden aynı nehre akmadığını sorgulayan ve eğer bunu başarabilirsek nelerin olabileceğini anlatan çalışması oldukça önemli. Çalışma; herkesin kendisini göreceği, yaptıklarımız ve yapamadıklarımız ve yapmamız gerekenleri tekrardan hatırlamamıza ve hafızamızı tazelememize vesile oldu. Hayatı ileri taşımak, ortak bir gelecek kurmak ve kadınların, halkların, inançların özgürlük, eşitlik, demokrasi ve barış taleplerini örgütleyerek onlarla yeni bir yaşamı inşa etmek başta örgütlü güçlerin sorumluluğundadır. Türkiye’de rejim krizinin derinleştiği ve demokratik cumhuriyetin inşasının zorunlu hale geldiği bir süreçte, emek ve özgürlük ittifakının güçlenmesi ve başarıya ulaşması için tarihsel ve toplumsal gelişmeleri yeniden ele alması ve bu sürece özeleştirel yaklaşması, öncülük görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için gerekli. “Bu daha başlangıç” diyordu Gezi’de direnenler. “Başlangıç” yapıldı.

Şimdi bu başlangıcı sonuca ulaştırmanın zamanı. Bu çalışmanın buna katkı sunacağına inanıyorum.

Sebahat Tuncel, 15 Ekim 2022

* * * * *

Haziran direnişinin kök nedeni Gezi Parkı ile IŞİD’in ilerleyişini ilk kez durduran Kobani şehri birer simge isim olarak bir madalyonun iki yüzü gibidir. Biri dar anlamda bir parkın savunulması, diğeri ise bir şehrin savunulmasıdır. Biri kent talanına karşı, diğeri ise tarih dışı bir örgüt olan IŞİD barbarlığına karşı bir savunmadır. Geniş anlamda ise Gezi Direnişi hayat tarzına müdahaleye karşı kendi benliğini/var oluşunu, artan baskılara karşı özgürlük alanlarını, kent talanına karşı şehrin tarihsel kimliğini/dokusunu, betona ve AVM’lere karşı yeşili/doğayı, gericiliğe karşı modernleşmenin ve aydınlanmanın tarihsel birikimini, artan yoksulluk ve işsizliğe karşı “orta” ve “alt” sınıfların eşitlik ve adaleti savunma mücadelesidir. Tarihin kötü bir tekrarı olacak Topçu Kışlası’na ve üstelik o taklit hali bir de bayağılaştıracak şekilde AVM’ye dönüştürülmek istenen Gezi Parkı’nı savunma amacıyla başlayan direniş giderek geniş anlamda tarihsel bir kimliğin savunulmasına ve kısmen de olsa sınıf tepkisine dönüşmüştür. IŞİD tarafından işgal edilmek istenen Kobani şehir savunması da dar anlamda bir kent savunmasının sınırlarını aşmış, tarih dışı olana karşı yeni bir yaşamın ve barbarlığa karşı özgürlüğün, tecavüze uğrama ve köle gibi alınıp satılma riskine karşı kadınların direnişine, IŞİD gericiliği ve barbarlığının Irak’tan başlayıp Suriye’ye ve oradan tüm Orta Doğu’ya yayılma stratejisine karşı ilk kez bir barajın inşa edildiği bir mücadeleye dönüşmüştür. Gezi ve Kobani görüntüde biri “içeride” diğeri de “dışarıda” iki ayrı mekândır. Ve her ikisi de mekânın, o mekâna içerilmiş, o mekânda yaşanmakta olan yaşayış biçimlerinin savunulması mücadelesidir.       

Mekân, dar anlamda tekil veya toplumsal olarak yaşamın sürdürüldüğü bir alan, daha geniş anlamıyla bir “habitat”tır. Ama ondan da öte yaşamın kurulduğu bir “hayat” alanıdır. Kimi zamanlarda ise mekân aynı zamanda bir fikrin/siyasal programın/gelecek ütopyasının cisimleştiği/inşa edildiği bir alandır. Tıpkı Moore’un “Ütopya”sındaki ada, Campenalla’nın “Güneş Ülkesi”, Bacon’un “Nova Atlantis”i gibi.

O tür durumlarda mekânın savunulması aynı zamanda bir fikrin, bir yaşam biçiminin savunulması anlamına da gelir. Mesela Hendek Savaşı’yla Medine’de, Komün günlerinde Paris’te, faşist Franco’ya karşı Cumhuriyet’i savunurken Madrid’de, Hitler faşizmine karşı sosyalizmi savunurken Stalingrad’da sadece bir kent bir mekân savunulmamış aynı zamanda bir fikir, bir yaşam biçimi savunulmuştur. Her 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda olma çabası da bu bilinç ve ortak hafıza durumuyla ilgilidir. 1977 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın görkemi ve sonrasında yaşanan katliam nedeniyle Taksim Meydanı da herhangi bir mekân olmaktan çıkmış, içerdiği değerler nedeniyle özelleşerek savunulması gereken bir alan/mekân haline gelmiştir. Mekânlar, yaşanmışlıkları ve tarihsel geçmişleriyle içinde gerçek hikâyeler barındırır. Gezi ve Kobani mekânının da bir anlatısı/hikayesi vardır. O anlatıya göre orada da sadece bir yerleşke olarak “mekân” değil bir fikir, bir yaşam biçimi, ortak hafıza ve tarihsel kimlik savunulmuş, şehir, bir hikâyenin konusu haline gelmiştir.

Gezi Direnişi 2013 yılının Mayıs-Haziran aylarında; Kobani kent savunması ise 2014 yılında kuşatmanın başladığı 15 Eylül ile kuşatmanın yarıldığı Ocak 2015 arasında yaşandı. Kobani kuşatması sürerken 80’e yakın ülke, 11 Eylül 2014’te “IŞİD Karşıtı Uluslararası Koalisyonu” kurdu. Çünkü bütün dünya kamuoyu daha öncesinde IŞİD’in Şengal’de Ezidilere, Tuz Hurmatu ve Telafer’de Türkmenlere; Kakailer, Keldaniler, Süryaniler, Ermeniler ve Sünni olmayan diğer mezheplere karşı nasıl vahşice davrandığını görmüştü. Türkiye de göstermelik bile olsa bu koalisyona katıldı. Kobani’deki IŞİD kuşatması derinleşince uluslararası destek arttı. Bu destek Türkiye sınırlarının Kobani’den göç etmek zorunda kalan halka açılması, gıda yardımlarının ulaştırılması ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne bağlı Kürt peşmergelerin geçişine izin verilmesi talepleriyle giderek büyüdü. 26 Eylül’de başlayan destek gösterileri, IŞİD kuşatması derinleştikçe yaygınlığını giderek arttırdı ve 6-8 Ekim günlerinde güvenlik güçlerinin müdahalesiyle sert çatışmalara dönüştü. Kamuoyunda “6-8 Ekim Kobani olayları” diye bilinen süreç böylesi bir arka plana sahiptir. IŞİD kuşatmasına karşı Kobanili Kürtlerin kendilerini savunduğu kent savunması ile Kobani’ye destek için yapılan eylemler iki farklı kategori olarak birbirinden ayrılamaz. Aralarında neden–sonuç ilişkisi vardır. Bu destekler bir yandan uluslararası bir yandan da bizzat Türkiye sınırları içinden verilmiştir. Verilen desteklerdeki amaç bellidir. Kobani’deki IŞİD saldırılarını durdurmak, işgali önlemek ve bölgeye uygulanan ambargoyu kaldırmaktır. Başkaca bir hedefi yoktur.

Gezi Parkı’nı kışla ve AVM’ye dönüştürme projesine karşı gösterilen direniş bir süre sonra geniş bir toplumsal kesimin birikmiş sorunlarını da dile getirdiği bir direniş platformuna dönüştü. Gezi’nin bu düzeyde yaygın ve derin bir direniş eylemi haline gelebilmesinin en büyük nedenlerinden biri de o dönemde yaşanan “çözüm/barış süreci”dir. Onlarca yıldan beri bir türlü çözülemeyen “Kürt meselesi”nden kaynaklı olarak devam eden savaş o süreçte yerini “çözüm” arayışlarına bırakmıştı. 1984’’ten beri devam eden yoğun savaşın yarattığı baskı ortamı ve şovenizme dönüşen Türk milliyetçiliğinin etkisi hayatın her alanını kalın bir örtüyle örtmüştü. Türk(iye) toplumunun önemli bir kesimi çok derin bir biçimde şovenist milliyetçiliğin etkisi altındaydı. Bütün o yıllar boyunca kitlelerin duygularını istismar eden egemen sınıflar milliyetçiliği kullanarak, var olan ekonomik ve siyasi sorunların ve sınıfsal adaletsizliklerin üzerini örttü ve sanki sınıfsız-imtiyazsız tek bir insan topluluğuymuşuz gibi ortak bir “yanlış bilinç” üretti. Hem dini duyguların hem de milliyetçiliğin etkisi altındaki emekçi sınıflar kendi gündemlerinden koptu. Egemen sınıflar “Türk-İslam sentezi” üzerinden emekçi sınıfları kendi çevrelerinde konumlandırmayı ve onların “rızalarını” almayı başardı. Toplumsal rızanın sağlanamadığı koşullarda ise baskı aygıtlarını en şiddetli biçimde kullandılar. Bundan dolayı bu arka plan düşünüldüğünde 2013 yılı Newroz’unda başlayan çözüm sürecinin ne kadar da kritik bir eşik olduğu anlaşılabilir. Uzun yılların ardından Türkiye’de ilk kez savaş atmosferinden çıkılması hem devlet baskısını kısmen hafifletti hem de kitleler kendi sorunları etrafında örgütlenmeye ve düşünmeye başladılar. Kuşkusuz Gezi direnişinin nedenleri kendine özgüdür; yılların birikmiş sorunlarına bir tepki hareketidir ve esas gücünü de kendi iç dinamiklerinden almıştır ama çözüm sürecinin sağladığı “yumuşama ortamı”nın Türkiye’deki toplumsal muhalefetin kendini daha rahat biçimde ifade edebilmesinin koşullarını yarattığı da bir gerçekliktir. Şayet çözüm süreci olmasaydı Gezi direnişi bu düzeyde derinleşebilir, yaygınlaşabilir ve günlerce sürecek şekilde devamlılığını sağlayabilir miydi bu tartışılabilir. Muhtemelen çatışma ortamı devam etseydi Gezi bu yaygınlıkta ve geniş zaman aralığına yayılacak şekilde sürdürülemezdi.

Egemen düzen Gezi direnişini ve Kobani’de yaşanabilecek IŞİD vahşetine karşı geliştirilen kent savunmasına Kürtler başta olmak üzere Türkiye kamuoyunun içeriden verdiği destek eylemlerini, hukuki anlamda cezalandırmak istiyor. Bundan dolayı hem Gezi hem de Kobani olaylarını gerekçe göstererek geniş tutuklamalar yaptı. “Yargılamalar” hâlâ devam ediyor.

Gezi ve Kobani hukuk davaları simgesel öneme sahip davalardır ve içerdikleri anlamlar derindir. Sınırlı sayıda insan tutuklu olarak yargılanıyor ama gerçekte milyonlarca insanın toplumsal talepleri ve yapıp ettikleri cezalandırılmak isteniyor. Her iki dava da tamamı ile siyasidir; iktidarın siyasi hesapları nedeniyle ceza davasının konusu haline getirilmiştir. Her iki davaya konu olan toplumsal olaylara; belirli hedeflere ulaşmak üzere milyonlarca insan katılmıştır. 1960-1980 arası yıllar hariç, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi dâhil, son 300 yıl içinde bu denli yaygın olarak ve iktidarın herhangi bir kanadına yaslanmaksızın kitleler ilk kez sokağa çıkmıştır. Gezi’nin böyle tarihsel bir anlamı da vardır. Bundan dolayı yaygın toplumsal olaylar ve talepler ceza davasının konusu olamaz, olmamalıdır. Çünkü siyasal ve toplumsal nedenlerle ortaya çıkan sorunların çözüm yeri de siyasal alandır. Fakat mevcut “Saray” rejimi milyonlarca insanın taleplerini görmezden geldiği gibi onları olabildiğince cezalandırmak da istiyor. Bu cezalandırmayı bir yanıyla milyonların gözünde ideolojik olarak bir yanıyla da ceza davası haline getirerek yapmak istiyor. Hem Gezi’yi hem de Kobani’yi kitlelerin bilincinde mahkûm etmek için demagojik bir söylem üretiyor, yalanlar uyduruyor. Gezi direnişine katılanları “Camileri yaktılar, orada içki içtiler, Kabataş’ta çocuklu bir anneye saldırdılar” diyerek; Kobani kent savunmasını destekleyenleri ise “memleketi bölmek istiyorlar” demagojisiyle siyaseten mahkûm etmek istiyor. Tabi ki bununla da yetinmiyorlar hem Gezi hem de Kobani destekçilerinden sınırlı sayıda insanı ağır cezalara mahkûm etmek için ceza davaları açıyorlar. Amaç belli: O davalar üzerinden toplumu terörize etmek, muhalefeti susturmak, her söyleneni olduğu gibi kabullenen insan tipi yaratmak.

Kitlelerin siyasal taleplerle sokağa çıktığı Gezi ve Kobani eylemleri siyasal ve toplumsal eylemlerdir; talepleri haklı ve meşrudur. Sokağa çıkan bu kitleleri şematize ederek tariflersek şunlar söylenebilir: Gezi, ağırlıklı olarak birçok farklı siyasal eğilime sahip Türkiye’nin batısındaki kitleleri; Kobani’deki kent savunmasına içeriden verilen destek eylemleri ise Türkiye’nin doğusundaki Kürt kitlelerini harekete geçirmiştir. Her iki coğrafyadaki toplumsal kesimlerin siyasal talepleri farklı olmakla birlikte birbirini bütünleyen; birbirinden koparılması imkânsız taleplerdir. IŞİD barbarlığının durdurulması bütün Orta Doğu başta olmak üzere Türkiye’nin her bölgesindeki insanları ilgilendiriyor.

IŞİD ilk etapta Irak ve Suriye’de etkinlik kurmuştu ama başkenti İstanbul olan ve bir vilayeti olarak tanımladığı Türkiye’yi de kapsayacak şekilde geniş bir coğrafyada “İslam Devleti” kurmayı hedefliyordu. Bu amaca ulaşmak isterken ne tür yöntemler kullandığı ve işgal ettiği bölgelerde nasıl bir yaşam kurduğu ise Irak ve Suriye’de görüldü. Sünni Müslümanlar dışındaki her dini ve mezhebi düşman olarak gördüğünü, kendisine biat etmeyen her bireyi alınıp satılabilir birer köle haline getirdiğini, tüm özgürlük alanlarını kısıtladığını, kadınları eve kapattığını ve insanların kafasını kestiğini yaşayarak gördük. IŞİD tarih dışı, anti-hümanist, insanlığın bütün birikimlerine düşman vahşi bir harekettir. Dolayısıyla IŞİD’e karşı çıkmak ve onun siyasal çizgisini reddetmek hayati bir gerekliliktir. IŞİD’in yayılmasının Kobani’de ve sonrasında Irak ve Suriye başta olmak üzere birçok bölgede durdurulması tüm insanlığın çıkarına olmuştur. IŞİD Irak ve Suriye’de emperyalist işgale karşı haklı bir tepki hareketi olarak ortaya çıktı ama bu durum onun yönetimlerini, çizgisini, yapıp ettiklerini onaylamayı gerektirmez. Onun tarih dışı barbar bir örgüt olduğu gerçeğini değiştirmez. Bundan dolayı Kobani’nin IŞİD tarafından kuşatılmasına karşı çıkmak, bölge halkını desteklemek, bölgeye yardım gönderilmesini talep etmek meşru bir haktır. İşgal girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması IŞİD’in yayılmasının engellenmesi Gezi kitlesinin de çıkarınadır. Gezi kitlesi hiçbir şekilde IŞİD’e yakınlık duymaz; onun çizgisine, kültürüne ve dünya görüşüne tamamıyla karşıdır. IŞİD ise Gezi kitlesini düşman olarak görür ve fırsatını bulduğu ilk anda da o kitlenin yaşam hakkını sonlandırmak ister.

IŞİD bugün etki gücü giderek azalmakla birlikte Türkiye’de de örgütlü ve onun nasıl bir örgüt olduğu yakın zamanda Irak ve Suriye’de görüldü. Aslında selefi örgütlerin neler yapabileceklerini kısa bir süre öncesinde Kürt illerinde yaşayarak görmüştük zaten. Halk arasında “Hizbul-Kontra” adıyla anılan “Kürt Hizbullahı”nın 90’lı yıllarda Kürt yurtseverleri domuz bağıyla işkence ederek veya insanların arkasından sinsice yaklaşıp satırla kafalarını yararak öldürdüğü biliniyor. “Kürt Hizbullahı”nın kullandığı vahşi yöntemlerle IŞİD’in kullandığı yöntemler ve siyasi çizgi arasında fark yoktur. Üstelik “Kürt Hizbullahı”nın adım adım vahşi terörünü Türkiye’nin batısına taşıdığını da Konya’da domuz bağı ile öldürülen İslamcı-Feminist Gonca Kuriş ve İstanbul’da Kartal vd. semtlerdeki “mezar evlerde” işlenen cinayetlerden biliyoruz. Hem IŞİD hem “Kürt Hizbullahı” hem de diğer selefi örgütlerin tamamı ağırlıklı olarak Kürt yurtseverlerine ve Gezi kitlesine düşmandır. Dolayısıyla Kobani’de IŞİD’in mağlup edilmesi siyaseten Gezi kitlesinin de yararına olmuştur. IŞİD Kobani’de yenildiğinde sadece Kürtler değil Geziciler de kazandı.

Öte yandan Gezi’de dillendirilen kent talanının durdurulması, doğanın savunulması, özgürlük alanlarının genişletilmesi, yaşam biçimine müdahalelerin reddedilmesi ve kimliklere saygı türünden talepler, Kobani’deki kent savunmasıyla Türkiye içinden dayanışma içinde davranan, ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan kitlenin de savunduğu taleplerdir. Gezi’nin siyasal çizgisi ve talepleri, Kobani ile dayanışma içinde olan Kürt kitlesinin talepleri ile çelişmez; örtüşür.  Gezi kitlesinin ortak siyasal çizgisi bir yanıyla cumhuriyetin birikimlerini korumayı bir yanıyla da onu daha da demokratikleştirmeyi esas alır. Ve bu çizgi, Kobani ile dayanışma içinde olan Kürt kitlesinin de hedefidir. Güncelde ve öncelikli olarak Kürtlerin temel talebi çözüm/barış sürecinin ilanıyla birlikte çatışmaların sonlandırılması ve sonrasında kolektif haklarının tanınmasıdır. 2013 Newroz’u tam da bu talebin ilk adımının atıldığı çözüm ve barış sürecinin başlangıç yılıydı. Kürtler o dönemi silahların sustuğu “barış süreci” olarak tanımladı. Gezi ise indirgeyerek söylersek, “demokrasi mücadelesi” talepli bir toplumsal hareket olarak tariflenebilir. Günümüz Türkiye’sinin somut koşullarında “barış” ve “demokrasi” mücadelesi ve talepleri birbiriyle çelişmez, tam tersine birbirini besler. Barış süreci demokratik ortamı güçlendirir; demokrasinin sınırlarının genişlemesi ise Kürt meselesinin hakkaniyetli ve barış içinde çözülebilmesinin imkanlarını arttırır. Barış ve demokrasi mücadelesi arasındaki pozitif yönlü bu güçlü korelasyon, 2013 Newroz’unda ilan edilen barış ve çözüm sürecinin, 2013 Haziran ayında Gezi’de dillendirilen toplumsal ve siyasal taleplerin örgütlenebilmesinin imkânlarını arttırarak kendini göstermiştir. Barış ve demokrasi mücadelesi arasındaki ilişki bir kimyasal tepkime olan bileşik kaplarda olduğu gibi kaplardan birinin inip diğerinin çıkması biçiminde değil biyolojide olduğu türden simbiyotik ilişki olarak birbirini besleyerek gelişir. Gezi ve Kobani bu anlamda bir madalyonun iki yüzü gibidir.

Mevcut rejimin birbirinden ayırt etmeksizin hem Gezi’ye hem de Kobani sürecine karşı aldığı ortak hasmane tavır tersinden düşünüldüğünde iki olgunun nasıl da dolaysız biçimde birbiriyle ilişkili olduğunu göstermektedir. Saray rejiminin Gezi ve Kobani süreçleri ve hukuk yargılamalarına yaklaşımı -neredeyse- birebir aynıdır. Her iki toplumsal olguyu ve onun taleplerini görmezden geldiği ve onlara düşmanca yaklaştığı gibi Gezi’nin ve Kobani’nin toplumsallığını reddedip onları ceza davasının konusu haline getirirken, o davaların simge isimleri olan Kavala ve Demirtaş’ı da düşman ilan etmiştir. Bu hasmane tutum ve Kavala-Demirtaş’ı her fırsatta kitlelerin karşısında küçük düşürme çabası, Gezi ve Kobani arasındaki stratejik ilişkinin ve aynı tarafın bir parçası olduklarının bir diğer göstergesidir.

Gezi ve Kobani’ye katılan kitlelerin sınıfsal ve toplumsal çıkarları biçimsel olarak farklı kategoriler ve programlarla ifade edilse de son tahlilde bu kitleler aynı saflardadır, programlar ve kitleler arasında stratejik bağlar vardır ve çıkarları birdir. Fakat mevcut yönetim sürekli olarak bunların arasındaki ilişkiyi koparmaya ve birbirlerinin karşıtıymış gibi göstermeye çalışıyor. Yüzeysel olarak bakıldığında “Saray rejimi” hem Gezi hem de Kobani toplumsal olaylarını aynı düzeyde düşmanlaştırarak bir ve aynı olduklarını göstermek istiyor ama öte yandan bu iki toplumsallık arasında kurulabilecek gerçek ve sağlam bir bağdan da çok korkuyor. Her iki sürecin siyasallığını, kitleselliğini ve toplumsal meşruiyetini görünmez kılıp onları bir ceza davasının konusu haline getirerek aynılaştırsa da bunun kendi kontrolündeki söylem düzeyinin ötesinde gerçek bir bağa dönüşmesini asla istemiyor. Yeterince programatik/pratik/güncel ifadesini bulamasa da gerçekten de bu bağ stratejik anlamda var ve egemen sınıflar bu ilişkinin pratikleşmesini engellemek için her yolu deniyorlar.

Egemenlerin kurulabilecek/kurulması gereken bu bağı engellemek istediklerini biliyoruz. Peki; kurulması gerekli hatta zorunlu olarak inşa edilmesi gereken bu bağ hangi düzeyde yaşama geçirilebildi? Gezi ve Kobani arasında kurulması gereken bu stratejik bağ kitlelerin toplumsal taleplerle sokağa çıktıkları 2013 ve 2014 yıllarında yaşama geçirilebildi mi? Ne yazık ki hayır. Gezi ve Kobani toplumsal eylemliliklerinde pratik olarak inşa edilebilecek bu bağ güçlü biçimde kurulamadı. Aradaki sınırlı ilişkiler o süreçte güçlü bir sıçrama kaydedemedi. Kuşkusuz her iki toplumsallık arasında geçişkenlikler oldu. En somut ifadesini HDP’de bulan iki toplumsallık arasındaki bağlar, sınırlı düzeyde zaten her zaman vardı. Fakat bunu aşan ve geniş kitleler nezdinde giderek büyüyen bir bağ kurulamadı. Ama kurulmak zorunda. Çünkü hem toplumsal çıkarları/hedefleri bir hem de toplumsal muhalefetin iki ana damarı olarak ayrı ayrı yürümeleri her iki tarafa da güç kaybettiriyor. Bu parçalılık, birbirine değmeyen, birbirinden güç almayan parçalı muhalefet tersinden sistemi güçlendiriyor.

Gezi ve Kobani Süreçlerinde Kim Nasıl Davrandı? Gezi Sürecinde Kürtler Ne Yaptı?

Şematize ederek veya indirgeyerek söylersek Gezi kitlesi esas olarak Türkiye’nin batısındaki kitleleri harekete geçirdi. Bu kitle güçlü bir siyasal önderlikten yoksundu ve daha çok kendiliğinden denebilecek şekilde hareket etti. Çok farklı siyasal eğilimleri içinde barındırsa da kitlelerin çoğunluk eğilimini “ulusalcılar” ve liberal bir çizgiye karşılık gelebilecek, gündelik yaşama müdahaleye itiraz edenlerin şekilsiz itirazını içinde taşıyan siyasal eğilimler oluşturuyordu. Gezi’de ayrıca sayıca daha az olmakla birlikte sosyalistler, Alevi örgütleri, Yeşiller, “merkez sağ” eğilime mensup siyasal eğilimler de vardı. Tek bir siyasal çizginin yönlendiriciliğinden bahsetmek mümkün değil, Gezi bu yanıyla siyaseten şekilsiz, çok sınırlı düzeyde örgütlü bir halk hareketiydi. Sayısal güçleri çok zayıf olmakla birlikte sosyalistlerin Gezi sürecindeki ağırlıkları ve kitle hareketini zaman zaman kararlı biçimde yönlendirmeleri önemlidir. Sosyalistler bu düzeyde parçalı olmasa ve toplu biçimde davranmayı becerebilseydi sayısal olarak bütün zayıflıklarına rağmen ağırlıkları daha fazla olabilir ve kitleyi yönlendirebilirlerdi. Sosyalistlerin toplu davranmayı becerememeleri dışında ikinci en büyük zaafları Gezi kitlesinin kendi iç dinamiklerini örgütleyebilecek öz örgütlenmelerinin ortaya çıkmasına yeterince destek olmamalarıdır. Çok sınırlı da olsa, forumlar biçiminde ortaya çıkan öz örgütlenmeler ancak güvenlik güçlerinin saldırısından bir gün önce örgütlenmeye başladı. Öz örgütlenmelerin kurulamaması Gezi’nin en büyük eksiğidir. Öncesinde hiçbir siyasal grubun milyonlarca insanı örgütleyemediği ve toplumun örgütsüz olduğu koşullarda kendiliğinden ortaya çıkan eylem süreçlerinde öz örgütlenmelerin rolü çok hayatidir. Üstelik kitleler tek bir eylemle siyasallaşamayacağı ve bütün yaşamlarını örgütlü kılmaya kendiliğinden çıkan bir eylem esnasında karar veremeyeceği için kitlelerin öz örgütlenmesi doğrultusunda uygun koşullar yaratmak elzemdir. Öte yandan örgütsüz kitlelerin karar alma süreçlerine katılabilmesi ancak öz örgütlülükleri vasıtasıyla olabileceği için de forum örgütlenmeleri önemliydi. Ama Gezi günleri boyunca hem dar ufuklu bakışlarını aşamamaları hem de grupçu, mülkiyetçi ve ben merkezci yaklaşımları nedeniyle sosyalistler, kitlelerin öz örgütlenmesini sağlayamadı.

Gezi’de kadınların ve gençlerin katılımı çok fazlaydı. Bu katılım gelecek açısından oldukça umut veren bir gelişme. Sınıfsal anlamda ise Gezi, “alt” ve “eğitimli alt-orta/orta” sınıfların katıldığı bir hareketti denilebilir. Ama bu eylemlikler “üretim” alanlarını etkilemedi. Bu nokta da Gezi’nin zayıf yanlarından biridir. Fakat öte yandan Gezi’nin üretim süreçlerini sekteye uğratmaması da egemenlerin Gezi’ye olan tahammülünü artırdı. Aynı şekilde “dağıtım” ağlarında da bir aksama olmadı. Üretim ve dağıtım (ulaşım) alanına değmeyen eylemlerin yaptırım gücü kuşkusuz sınırlı oluyor. Gezi’de de bunu bir kez daha görmüş olduk.

Gezi’ye örgütlü Kürt siyasal katılımı oldukça zayıftı. Ne Kürt illerinde ne de metropol şehirlerinde Kürt siyasal hareketinin güçlü bir katılımı olmadı. Kürtler, dar milliyetçi bir grup olmadıkları ve sadece Kürt eksenli bir programla siyaset yapmadıkları için yıllardır “Türkiyelileşme” hedefli bir çizgi geliştirmeye çalışıyor. HDP’nin kuruluş sürecinin arka planında da bu siyasal hedef var. Kürtler çok özetle Cumhuriyet’in demokratikleşmesini ve yerinden yönetim dahil kolektif haklarının anayasal güvenceye kavuşturulmasını istiyorlar. “İmralı savunmaları” ve Şubat 2015’te “Dolmabahçe Mutabakatı”yla da bu programlarını birkaç kez ilan ettiler. Gezi, Kürtler için “Türkiyelileşme” ekseninde savundukları bu politikaları yaşama geçirmek için önemli bir fırsat olabilirdi. Ama bunu yeterince değerlendiremediler. O süreçte hükümetle yürütülen “barış sürecine” zarar vereceği kaygısıyla hareket ettiler ve Gezi’de yükselen “demokrasi mücadelesi”ne aktif katılmadılar. Halbuki “barış süreci” ve “demokrasi mücadelesi” birbirini dışlayan değil birbirini büyüten süreçler olarak görülmeliydi.

“Türkiyelileşme” hedefi doğrultusunda siyasal çizgilerini biraz daha büyütme fırsatı “17-25 Aralık (2013) süreci”nde bir kez daha açığa çıktı. Fakat o dönemde ortaya çıkan karanlık para ilişkileri deşifre edilerek demokratik siyasetin geliştirilebilmesi ve yeni bir hükümetin kurulabilmesine imkân vermek için bu durum bir fırsat olarak kullanılmadı. Hâlbuki kısa bir süre önce, Ekim 2012’de “Türkiyelileşme” siyasetinin daha aktif bir öznesi olmak için HDP kurulmuştu. Ama buna rağmen uzun yılların ardından 2013 yılında Gezi ve “17-25 Aralık süreci”yle birlikte ortaya çıkan toplumsal muhalefetle bütünleşme fırsatı değerlendirilmedi. Sadece bu da değil. Benzer bir yanlış yaklaşım Orta Doğu’da ortaya çıkan siyasal gelişmeler karşısında da tekrarlandı. Kürt siyasal hareketi yıllar boyunca Ortadoğu siyasetine yeni bir vizyon getirme perspektifiyle hareket etti. Orta Doğu’daki gerici yönetimler, din-mezhep eksenli kutuplaşmadan kaynaklı çatışmalar, kendi gücüne dayanmayan bölgedeki diğer Kürt grupları ve petro-dolara dayanarak üretmeden sadece tüketen Orta Doğu siyaseti ve toplumları eleştirildi. Orta Doğu’da halklar ve İslam tarihi çözümlemeleri ile bölgenin tarihsel-güncel çelişkilerinin nasıl aşılabileceğine dair derinlikli analizler yapıldı. Makro ölçekte “Türkiyelileşme” siyaseti kadar “Orta Doğululaşma” siyaseti de stratejik bir hedef olarak belirlendi. Fakat ne yazık ki bu politikaların sınanabileceği ve kendini pratikleştirebileceği “Arap Baharı” süreci karşısında da ilgisiz kaldı Kürt siyaseti. “Arap Baharı”nın ortaya çıkışında dış dinamiklerin kimi rolleri olabilir. İç dinamikleri dış dinamikler tetiklemiş de olabilir. Bunlar önemli değil. Önemli olan şu: Birkaç ülkede sınırlı zaman aralıkları hariç Arap halkları sürekli olarak gerici yönetimlerin baskısı altında yaşadı. Egemenlerin çıkarları doğrultusunda din ve mezhep savaşlarına girdi. Fakat onlarca yıl sonra Mısır’dan başlayarak kendileri için ve süreci kendi inisiyatifleriyle örgütledikleri “Arap Baharı”nı başlattılar. Milyonlarca insan yoksulluğa, işsizliğe, diktatörlere karşı sokağa çıktı. 90’lı yıllarda “küreselleşme karşıtı hareketler”in, 2000’li yılların ilk döneminde Arjantin’de “Picatoras”, Brezilya’da “Topraksızlar Hareketi”, Venezüella’da Chavez’in Bolivarcı millileştirme hamlesi, Ekvator, Peru, Bolivya ve Meksika’da yerli hareketleri başta olmak üzere Güney Amerika’daki kitle hareketlerinin ardından geniş Orta Doğu bölgesinde ortaya çıkan “Arap Baharı” bir zincirin devamı olarak oldukça önemliydi. Fakat Kürt siyasal hareketi “Arap Baharı”na karşı ilgisiz kaldı, Arap halklarıyla dayanışma içinde olduğunu göstermedi. Halbuki o dönemde Diyarbakır ve Süleymaniye başta olmak üzere kimi Kürt illerinde “Arap Baharı”nı destekleyen gösteriler yapılabilirdi. Hem bu durum Irak’taki 1. ve 2. Körfez Savaşı ardından giderek derinleşen Arap-Kürt gerginliğini hafifletebilirdi. ABD’nin Irak’ı işgali ardından Kürtlerin ABD ile kurduğu pragmatik ilişkiler Arapları rahatsız ediyordu. Bundan dolayı “Arap Baharı”, Arap halklarıyla bir gönül bağı kurabilmek için oldukça önemliydi. Ama bu imkân değerlendirilemedi. Sonrasında “Arap Baharı” emperyal müdahalelerle rayından çıkartıldı. Arap halkının kendiliğinden başlayan demokratik muhalefeti ilerici özelliğini yitirdi. Önce Libya, sonrasında Suriye’de hareket emperyalistlerin yönlendirmesiyle gerici selefi örgütlerin kontrolüne girdi. Bölgede istisna denebilecek ABD ve İsrail karşıtı iki rejimden biri olan Libya’da hem Kaddafi yönetimi devrildi hem de ülke parçalandı. Suriye’de ise rejim değiştirilemedi ama Suriye parçalandı. İlerici bir atılımla başlayan hareket IŞİD bağnazlığını da ortaya çıkartan karmaşaya, “Arap Kışı”na çevrildi.

Kürt siyasal hareketi, halk arasında derin bir örgütlülüğe, ilerici ve dönüştürücü bir dinamizme, tarihsel süreçlerden bugüne miras kalan her türden gericiliğe karşı savaş açan cesarete ve Orta Doğu’daki yönetim biçimlerini aşmaya imkân verebilen yeni ve öncü bir paradigmaya sahiptir. Fakat “Arap Baharı” ve Gezi süreçlerine yaklaşımlarındaki darlık ve ufuk kaymasında da görüleceği gibi, zaman zaman bu paradigmadan sapmaktadır. Bu sapma, hareketin her daim çokça eleştirdiği dar grupçuluk ve milliyetçilik ufkuyla sınırlandırılmış bir perspektiften kaynaklanmaktadır. Sadece Kürt eksenli bir siyaset yapmak kuşkusuz ki Kürt hareketinin hakkıdır, tıpkı KDP gibi. Ancak kendini bu eksenle sınırlandırarak tarif etmeyen, hatta o çizgiyi geç kalmış ilkel bir milliyetçilik olarak tanımlayarak reddeden, kapitalist modernite ve sanayi uygarlığının ufkunu aşan bir paradigma ekseninde yeni bir yaşam kurma perspektifiyle kendini tanımlayan bir hareket için bu durum bir tutarsızlıktır.

Kürtler bugün tarih sahnesine çıkmıştır. Kürtleri yok sayan yüzyıllık politikalar artık çöktü. Varlıkları hem içeride hem de uluslararası camiada kabul görüyor. Artık bundan sonrasında önlerinde iki yol var. Bir: Kürt milliyetçiliği merkezli bir programla kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmek ve devletleşmek. Bu politikanın günümüzde cisimleşmiş karşılığı KDP’dir. Bu program, yıllardan bu yana onlarca halkın/ulusun izlediği bir çizgidir ve böyle bir perspektif doğrultusunda hareket etmek her halk gibi Kürtlerin de en doğal ve vazgeçilmez hakkıdır. Kimse onları böylesi bir programa sahip oldukları için eleştiremez. Milliyetçiliğin ve ulus devletlerin tarih sahnesine çıktığı (Westfalya Antlaşması’ndan) 400 yıl öncesinden bu yana onlarca halk bu eksendeki bir programla hareket etti. Kürtler de edebilir. İki: Tarihsel olarak aşılmış ve ufku daraltan bir çizgi olduğu gerekçesiyle milliyetçiliğe eleştirel yaklaşmak ve çağın gereklerine göre yeni bir paradigmayla örgütlenen bir programla hareket etmek. Türkiye’deki Kürt siyasal hareketi bu perspektifle hareket ediyor. Başlangıçtaki çıkış çizgisinden oldukça farklı bir program olan bu yeni paradigma da (Türkiye’deki) Kürtlerin bir tercihidir. Kuşkusuz ki yeni paradigmanın ufku oldukça geniştir. Milliyetçilik dışında kapitalist moderniteyi, sanayi uygarlığını, bir baskı aygıtı olarak devleti ve ulus devleti, yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin bürokratik uygulamalarını eleştiren, bunun karşısında ise doğrudan radikal demokrasiyi, kitle inisiyatifini açığa çıkartan yerinden yönetimi, üretim alanında kooperatif ve komünler etrafında örgütlenen küçük üretimi, adaletli bir bölüşüm düzeni ve ulusal sınırları aşan konfederal geçirgen bir yönetim biçimini öneriyor.

Tarih düz bir çizgide doğrusal biçimde hareket etmez. İnişli-çıkışlı, kesikli ve kimi tarihsel eşiklerde de sıçramalı hareket eder. Eşitsiz gelişme yasası en çok tarihte ve toplumsal yaşamda kendini gösterir. Geriden gelen ileriye sıçrayabilir, ileride olan gerileyebilir. Tarihteki sıçrama anları dar anlamda bilimde ve teknolojide, geniş anlamda ise üretici güçlerdeki gelişmeyi ve o gelişmenin dönüştürücülüğünde ortaya çıkan yeni üretim ilişkilerini yeni bir paradigmayla kurmayı gerektirir. Hayatın yeniden örgütlenmesi anlamındaki bu kuruluş tabi ki aynı zamanda öznel bir müdahaleye ve var olanı aşan siyasal-toplumsal bir programa da ihtiyaç duyar. Mevcut olanı tekrar ederek var olmak ile yeni bir yol açarak yürümek farklıdır. Yol açmak yeni bir bakışı ve programı gerektirir. Modern dönemde 1789-1871 yılları arasında yüzyıl boyunca Fransızlar insanlığın önüne yeni bir programla çıktılar ve onun önünü açtılar. Aynı şekilde 1917’de Rusların öncülüğünde kurulan Sovyetler Birliği de insanlık tarihinde yepyeni bir aşamayı/zihniyeti temsil etmektedir.

Gelinen noktada Kürtlerin önünde iki yol olduğunu belirttik. Milliyetçilik ve ulus devlet çağının başlamasından bugüne dek devam eden bir programı, ulus-devlet çizgisini yaşama geçirmek. Ki bu çizgi aynı zamanda sadece kendini kurtarmak anlamına gelmektedir. Diğer çizgi ise tıpkı modern tarihte Fransızların ve Rusların yaptığı biçimde yeni bir paradigma ile yol açarak ilerlemek. Kürtlerin tarihsel birikimi bu düzeyde büyük devasa bir dönüşüme öncülük edebilir mi, bu tartışılabilir. Ama eğer bu çizgide ısrarcı olurlarsa Orta Doğu’da güçlü bir alt-üst oluşa/dönüşüme öncülük edebilecekleri söylenebilir. Küçücük bir ada devleti olan Küba’daki devrimci mücadele yöntemlerinin ve sonrasında kurulan Küba sosyalizminin ayırt edici yanlarının Güney Amerika’yı ve hatta dünya devrim ve sosyalizm tarihini nasıl etkilediği/dönüştürdüğü biliniyor. Bu anlamda Kürtlerin de birbirini tetikleyerek büyüyecek bölgesel dönüşümlere öncülük edebilecek, başlatıcısı olabilecek büyük bir potansiyelleri var. Üstelik Kürtler Orta Doğu coğrafyasının en kadim halklarından biri. Oldukça geniş bir coğrafyada Arap, Türk, Fars, Ermeni, Azeri, Beluci ve Orta Asya Türki halkları başta olmak üzere birçok halkla da çok yönlü bir ilişki içindeler. Bu ilişki, kendisinden başlayacak bir dönüşümün birbirini tetikleyerek diğer halkları da değiştirebileceği anlamına gelir.

Hikmet Kıvılcımlı, barbar toplumların veya İbni Haldun’un asabiyet teoremine kısmen benzeterek söylemek gerekirse, asabiyetini yitirmemiş toplumların, kendi iç gelişme dinamiklerini yitirerek uygarlaşmış (siz onu günümüzde ulus devletini kurmuş diye anlayın) toplumlarla karşılaştıklarında ister onlarla kaynaşmak biçiminde olsun isterse onların düzenlerini yıkıp yeni bir düzen kurmak biçiminde olsun, bu karşılaşmanın bir aşı vazifesi göreceğini söyler. Karikatürize edilerek bir benzetme yapılırsa Türkiye’deki Kürtler de programlaştırdıkları yeni paradigmaları ile Orta Doğu’nun iç dinamiklerini yitirmiş toplumları için bir aşı vazifesi görebilir ve bambaşka bir düzenin inşa edilmesini sağlayabilirler.

1960’lar sonrasında örgütlenen Türkiye’de Kürt siyaseti önceki Kürt hareketlerinden oldukça farklıdır. Geçmişte örgütlenen Kürt hareketleri kurucu unsurları itibariyle esas olarak egemen sınıflara dayanıyor ve Kürt milliyetçiliği sınırları içinde kalan bir programla hareket ediyordu. Kürt mirleri/beyleri ve sonrasında dini önderlikler hareketlere öncülük etti. Bu durum Türkiye dışında kalan bütün Kürt coğrafyasında da geçerliydi. Fakat 1960’lar sonrasında bu durum değişti. O günden bugüne Kürt siyaseti artık egemen sınıfların kontrolünde değil. Hareketin kurucu unsurları emekçi sınıf kadrolarından oluşmuş, siyasal programları da Kürt milliyetçiliğinin taleplerini içerip aşacak şekilde emekçi sınıfların sınıfsal taleplerini içererek belirlenmiştir. Önderlikler, programlar ve dayandıkları sınıfsal kesimler geçmiş yıllardakilerden oldukça farklıdır. Bu farklılık kendini en fazla emekçi kitleleri özne kılan yaklaşımında, onları hayatın her alanında örgütleyerek karar alma süreçlerinin bir parçası haline getirme çabasında, ilerici-modern-laik-aydınlanmadan yana çizgisinde, özgürlükçü perspektifinde ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı kadın dinamizmini açığa çıkartan devrimci cesaretinde gösterir.

Türkiye’deki Kürt hareketi 1960’larda “doğu”dan “batı”ya Türkiye’nin her yerinden hızla boy veren sosyalist hareketten etkilenerek, sosyalist hareketin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Kürt hareketi ilk referanslarını soldan/sosyalizmin içinden almıştır. Bu yanıyla, yıllar boyunca bütün Kürt coğrafyalarında Kürt siyasetinin ana eksenini oluşturan KDP’den oldukça farklıdır. Türkiye’deki Kürt siyaseti ile Irak ve İran’daki Kürt siyaseti arasındaki ortak noktalar çok sınırlıdır. Farklılıklar; Türkiye’deki Kürt siyasetinin uzun yıllar boyunca kesintisiz bir biçimde devam eden bir mücadele hattı örebilmesinin ve ideolojik, teorik, zihinsel kapasitesini derinleştirebilmesinin koşullarını yaratmıştır. Kürt hareketi, 1970’lerden bu yana giderek kendini büyüten bir mücadele hattı örebilme ve tıkanıklığın yaşandığı her durumda yeni yollar açarak yürüyebilme gücünü esas alarak solun ideolojik, politik derinliğinden almaktadır. Şayet kurucu unsurları ve önderliği sol/sosyalist değerler dünyasının içinden gelmeseydi şimdiye dek birden fazla kez bölünebilir ve kesintisiz bir mücadele çizgisi oluşturamayabilirdi. 1970’lere dek yaşanan pratikler, bütün Kürt hareketlerinin tarihi bu durumu doğrulamaktadır. Bir anda parlayıp sönen, devamlılığı olmayan ve her seferinde yeniden başlayan kesintili bir tarihsel geçmişleri vardır. Benzeri bir durum İran ve Irak’taki KDP ve diğer Kürt siyasal hareketleri için de geçerlidir.

Milliyetçiliğin dar ufkuyla kendini sınırlandırmaması ve gelecek zamanların kurucu unsuru olan sosyalizmin perspektifinden beslenerek kendini inşa etmesi Türkiye’deki Kürt siyasetinin en güçlü yanıdır. Bu güçlü yanını kaybederse milliyetçiliğin dar ufku onun bakış açısını daraltacak ve karşılaşabileceği riskleri artıracaktır. Dış güçlerle daha fazla ilişkilenme ihtiyacı, Kürt egemen sınıflarıyla uzlaşma arayışlarının artması, bölgedeki diğer halklar ve devletlerle onlarca yıl sürecek gerilimli yıllar, hareketin önderliğinin ilerici ve emek yanlısı perspektiflerini yitirmesinin beraberinde getireceği en başta kadın devriminin kesintiye uğraması ve günlük çıkarların peşinde sürüklenen bir hareket haline gelmesi türünden risklerle karşılaşabilir.

Kürtlerin elli yıldır kesintisiz biçimde sürdürdükleri mücadele tarihinden öğrenebileceği dersler çok fazla. Zaten bu kendi tarihleri ve içinden çıkarılabilecek derslerle dolu. O tarih sosyalizmin referanslarıyla inşa edildi. Oradan aldığı tarihsel bilinç, perspektif derinliği, emekçi sınıfların çıkarlarına, ruh dünyasına ve kültürüne olan bağlılık onları büyüttü. Bu gücün kaynağının zihinlerde içselleştirilmesi ve geçmişte edinilen sol-sosyalist-emek yanlısı bilincin kendini sürekli yenileyerek devamlılığını sağlaması, tıkanıklık yaşadıkları her durumda onların yollarını açacaktır.

Bugün o bilinç kimi yanlarıyla bulanıklaşıyor. Günlük çıkarlar, farklılaşan kimi ihtiyaçlar, kurulan kimi ilişkiler ve o ilişkileri sürdürebilmenin beraberinde getirdiği maliyetler ve esas olarak da Kürt milliyetçiliğinin artan etkisi bulanıklığın temel nedenidir. Artık Kürt kitlesi sınıf siyasetinin saikleriyle daha az ama esas olarak milliyetçiliğin artan motivasyonuyla siyasal hayata daha fazla katılım sağlıyor. Bu durum kısa vadede kazandırıcı olabilir ama uzun vadede sorunlar yaratır.

1970’lerden bu yana Türkiye’deki Kürt hareketi sadece Kürt milliyetçiliğini ana ekseni haline getirerek örgütlenmedi. Kürt milliyetçiliği temel motivasyon kaynaklarından biri olmakla birlikte onun ufkunu aşan sınıf eksenli bir siyaseti referans alarak kuruldu. Kuşkusuz ezilen bir halkın milliyetçiliği ve ulusal talepleri, belirli sınırlılıklar dahilinde, devrimci bir rol oynar. Kürtlerde de oynadı ve Kürtler siyaseten bu çizgiyi merkeze alarak ilerleyebilirdi de… Yani salt kendi ulusal talepleri doğrultusunda siyasal bir mücadele yürütebilirlerdi. Buna hakları var fakat kendileri bu yolu tercih etmedi. Neredeyse her dönem ulusal taleplerini sınıf siyasetinin bir bileşeni haline getirerek yürüdüler. En son 2015 yılında “Dolmabahçe Mutabakatı” ile ilan edilen siyasal çizgi de bunun göstergesi. Dolayısıyla kendilerini milliyetçilikle sınırlandırmayan, sınırlandırmak istemediğini beyan eden bir hareketten bahsediyoruz. Tartışmayı da bu beyan üzerinden, bu beyana denk düşen bir mücadele hattı izlenip izlenmediği üzerinden yürütmek gerekiyor.

Bir burjuva ideolojisi olan milliyetçilik tarih sahnesine kapitalizmle birlikte çıktı. Burjuvazi bir değişim değeri olarak ürettiği malları sınırları belirlenmiş bir pazar alanında satmak/realize etmek için, aslında tamamen kendine ait bir pazar alanı olarak gördüğü belirli bir toprak parçasını, tarih, dil, soy ve iktisadi birlik motivasyonuyla “çitledi”, çevirdi. Pazar için çevirdiği bu alanın toplumsal anlamda bütünleştirici motivasyonunun üst belirleyeni milliyetçilik, o verili pazar/toprak alanındaki hükümranlığının adı da ulus devlet oldu. Kendi dar sınıf çıkarlarının bir ihtiyacı olan pazarı, bütün ulusun genel çıkarı ve ihtiyacıymış gibi gösterebilmek ve bütün ulusu kendi özel çıkarları etrafında bir araya getirebilmek için toplumun ihtiyaç duyduğu bütünleştirici motivasyonu milliyetçilik ile sağladı. Milliyetçilik bu anlamda tamamıyla burjuvazinin maddi çıkarlarının bir ihtiyacı ve kendi özel sınıf çıkarlarını bütün toplumun genel çıkarıymış gibi göstermenin bir aracı olarak ortaya çıktı. İmparatorluktan ulus devlete, tarım toplumundan sanayi toplumuna, ümmetçilikten milliyetçiliğe geçiş çağının temel motivasyonudur.

Milliyetçilik, tarihsel anlamda bir dönem burjuvazi için dinamik bir rol oynadı. O motivasyonun yarattığı etki gücüyle kendine ait bir pazar alanı yarattı ve bu durum pazarı korunaklı hale getirdi. Gümrük duvarlarının koruyuculuğu altında “bebek sanayilerini” ve ilk sermaye birikimini bu korunaklı alanda büyüttü. Ne zaman ki sermaye birikimi arttı, kendi ulusal pazarında satabileceğinden daha fazla meta üretmeye başladı, işte o zaman hem sermaye hem de mal ihraç etme ihtiyacı onu yeni arayışlara itti. Milliyetçilik ve ulus devlet artık onun için eski yararlılığını yitirmişti. Yavaş yavaş bütün dünyayı pazar alanı haline getirmeye başladı. Mal ve sermaye akışı önündeki ulus devlete ait engellerin, gümrüklerin, kotaların kaldırılmasını, ticaretin serbest bırakılmasını savundu. Uluslararası düzeyde üretim ve ticaret yapmaya başlayan burjuvazi için artık temel motivasyon gücü milliyetçilik değil, küreselleşme idi.

Ezilen halklar açısından ise milliyetçilik onların sınıf çıkarlarına hizmet etmedi. Kapitalizm ve kapitalizm çağının ideolojisi olan milliyetçilik ezilen halklar açısından sadece sınıf sömürüsünün biçimlerini değiştirdi. Hatta kapitalizmle birlikte emekçilerin sırtından elde edilen artık değer sömürüsü teknolojinin yardımıyla daha da arttı. Emekçi halklar ve sınıflar açısından milliyetçilik hem onların sınıfsal çıkarlarına hizmet etmedi hem de onlar açısından ilerici/bütünleştirici/evrensel kapsayıcı bir rol oynamadı. Tam tersine en kanlı ve devasa rakamlara ulaşacak sayıda can kayıpları en çok da milliyetçilik çağında yaşandı/hâlâ da bu gerçek değişmiş değil.

Milliyetçilik gelinen noktada, onu kendi çıkarlarının temel taşıyıcısı haline getiren burjuvazi için bile büyük ölçüde aşılmıştır. Emekçi sınıflar açısından ise durum çok daha sarihtir. Sosyalizm ve devrimler çağı ile birlikte milliyetçilik çoktan tarih dışı hale geldi. Milliyetçilik tıpkı kapitalizm ve ulus devlet gibi anakroniktir/tarih dışıdır ve aşılmıştır. Kuşkusuz bunun bütünüyle bilince çıkması, milliyetçi programların reddedilmesi ve bütünleştirici/kapsayıcı/evrensel programların siyasetin merkezine oturması, biraz daha zaman alacaktır. Ama bu zaman “gelecek uzun sürer” anlamında belirsiz bir geleceği imleyen bir zaman değildir. Çünkü 1648 ve 1789 burjuva devrimleri çağı, 1871 ve 1917 devrimleriyle kapandığından beri tarih hızlandı. Daha da hızlanacak…

Milliyetçiliğin cisimleşmiş hali ulus devlettir. Ulus devlet eğer soy-dil-tarih birliği motivasyonuyla kurulmuşsa -ki çoğu zaman öyle kurulur-, o soy-dil-tarih birliğinin dışında kalan her millet asimilasyona ve baskılara maruz kalabilir. Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulusun milliyetçiliği tam da burada ayrışır. Ayrışma bir süre sonra iyice derinleşir. Ulus devletin kurucu ideolojisi olan milliyetçilik, önce ezen ulus milliyetçiliğine, bir süre sonra da -çoğu zaman- ırkçı/şoven milliyetçiliğe dönüşür. Ezilen ulus milliyetçiliği ise ezen ulus milliyetçiliğine tepkiyle örgütlenmeye ve ayrılma hakkı dahil olmak üzere ulusal taleplerini bir program haline getirerek mücadele etmeye başlar. Ezen ulus milliyetçiliği giderek sağcı/muhafazakâr/şoven bir hale gelirken ezilen ulus milliyetçiliği ise çoğu zaman devrimci bir rol oynar. Devrimciliğin nedeni asimilasyona, baskılara, statükoya ve sağcılaşmaya karşı özgürlükçü bir programı savunmasından kaynaklanır. Ancak ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici/dönüştürücü gücü sınırlıdır. Çünkü kapitalizmi sosyalizmle aşmayan, onun sınırları içinde kalan her mücadele, isterse ezilen ulus milliyetçiliğinin ulusal talepler ekseninde yürüttüğü bir mücadele olsun fark etmez, son tahlilde sistem içi bir mücadeledir. Bu mücadelenin yaratacağı kazanımların sonuçları ise sınırlıdır. Bu kazanımlar ya ezilen ulusun bağımsızlaşarak kendi ulus devletini kurmasıyla ya da ulus devletin sınırları içinde kalmakla birlikte kolektif haklarını elde etmesiyle sonuçlanabilir.   Her iki durumda da sadece ezilen ulusun kazanımlarıyla sınırlandırılmış bir başarıdan söz edilebilir. Kuşkusuz bu durum azımsanamaz ve ezilen ulus açısından bu kazanımların kıymeti büyüktür. Hatta bu doğrultudaki bir mücadele ezen ulusun dünyasını da olumlu anlamda değiştirebilir; daha özgürlükçü ve demokratik bir rejimin kurulmasına vesile de olabilir. Bütün bu sonuçlar önemlidir ama belirli sınırlıklar dahilinde. Ancak ezilen ulus milliyetçiliğinin mücadelesi aynı zamanda kapitalizmi aşan bir düzen değişikliğine de zorluyorsa, bu durumda sınırların aşıldığından bahsetmek mümkün olabilir. Mevcut olanı ya da var olan sistemi aşmak ve onun yerine emek yanlısı toplumcu bir düzen kurmak, sınırların gerçek anlamda aşılması anlamına gelir. Dolayısıyla milliyetçiliğin dar ufku ile sınırlandırılmış bir program ile onu içerip aşan yeni bir düzen kurma arayışı içindeki bir mücadele programı kategorik olarak birbirinden ayrıdır (Sosyalistler ezilen ulusun mücadelesini her koşulda destekler; desteklemelidir ama aynı zamanda kapitalizmi aşmayı da hedefleyen bir programın tarihsel anlamının da daha büyük olduğunun farkındadırlar).

1970’lerden itibaren örgütlenen Kürt hareketinin ufku hiçbir zaman sadece milliyetçilikle sınırlı kalmadı. Her dönem onu içerip aşan ve sınıf perspektifinden beslenen bir ufka sahip oldu. “Kimlik siyasetini”, “sınıf siyasetinin” bir bileşeni haline getirdi. Fakat aradaki bu ilişki hali ve kopmaz bağlar zaman zaman aşınıyor ve bozuluyor. Milliyetçilik eksenli siyaset, siyasetin merkezi haline gelebiliyor. Şu anda kısmen bu durum yaşanıyor ve bu çizginin derinleşme riski de artıyor. Şartlar, ihtiyaçlar, dış dinamiklerle kurulan ilişkiler, ilişkilerin talep ettiği değişiklikler, elde edilen kazanımlar, statüler, onları koruma kaygısı, devletin inkarcı yaklaşımları, çözümden ısrarla kaçınması, artan baskılar, şiddetin çok yönlü olarak derinleşmesi, kitlelerin artan tepkisel basıncı, 40 yıldır süren çatışmaların yorgunluğu, artık ne pahasına olursa olsun bir an önce sonuca ulaşma arzusu, yaygınlaşan Türk milliyetçiliğe artan tepkiler… Sadece bunlar da değil, belki de bunlar kadar ya da bunlardan daha fazla dinamizm ve motivasyon yaratan diğer bir neden de Kuzey Irak’ta kurulan Kürt Bölgesel Yönetimi ile Suriye’nin kuzey doğusunda kurulan özerk yönetim ve oradaki statüyü koruma kaygısı olabilir. Bütün bu nedenler Kürt eksenli bir siyaseti sürekli olacak bir biçimde siyasetin merkezine taşıyor. Kürt kitlesinde ve dolayısıyla siyasetinde de milliyetçi eğilimler giderek güçleniyor. Kürtlerde yükselen ve yer yer tepkisel nedenlerle ortaya çıkan bu duygunun en temel nedenlerinden biri hiç kuşku yok ki devletin uyguladığı ayrımcı politikalardır.

Kuşkusuz öfke baldan tatlıdır! Ancak siyaseti duygular ve tepkilerle yürütmek, kısa erimli çıkarların peşinden gitmek uzun vadede kaybettirir. Milliyetçiliğin dar ufkuyla yetinmek istemeyen ve bunun için onu çok aşan derinlikli bir program öneren Kürt siyaseti için duygular/tepkiler ve dış dinamiklerin etkisiyle derinleştirilebilecek bir milliyetçilik, son yıllarda önerdiği yeni paradigmanın gerekçeleriyle çelişir. Önerilen paradigmaya temel oluşturan tezler ve gerekçeler çok önemli. Bir; milliyetçiliğin ve hele ki geç milliyetçiliğin vizyonu artık önümüzü açamaz. Milliyetçiliğin ufku çoktan aşılmıştır. Bundan dolayı böylesi bir politikada ve ulus devlet eksenli siyasette ısrarlı olmanın çok da büyük bir anlamı kalmamıştır. Üstelik böylesi bir politikada ısrarcı olmanın maliyeti çok ağırdır. Bu politika bölgede onlarca yıl sürecek çatışmaların önünü açar. Eski anlam ve önemini yitiren politikalar için gerilimi bu düzeyde tırmandırmak artık gereksizdir. İki; Kürtlerin kimliğinin tanınması ve kolektif haklarının teslim edilmesinin tek gerçekleşme biçimi “ayrılma hakkı”nı kullanmak ve ulus devlet formu değildir. Kürtler kolektif haklarının tanınmasını ve bunun anayasal güvencelere kavuşturulmasını istiyor. Bu taleplerin pratikte yaşama geçirilmesi için illaki bir ulus devlet formuyla örgütlenmek gerekmiyor. Kürtler yüzyıllar boyunca devlet dışı alanlarda örgütlenerek günümüze kadar varlıklarını devam ettirdi. Bundan sonra da devam ettirebilirler. Üretim ve siyaset devlet dışı alanlarda örgütlenebilir. Üç; örgütlü toplum, toplumun üretimde/siyasette/kültürde… hayatın her alanında örgütlü hale getirilmesi devletin varlığını gereksizleştirir. “Örgütlü topluma evet, devletli topluma hayır” kabulüne dayalı bir çizgi esas alınmalıdır. Dört; ancak bütün bunların yaşama geçirilebilmesi, içinde bulunulan ulus devletin değişimi ve dönüşümü ön koşuluyla gerçekleştirilebilir. Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi, soy birliğine dayanan tekçi katı ulus devlet modelinin aşılması, yerinden yönetimin kabulü ve sınırların korunduğu ama geçirgenliğin arttığı konfederal bir sistemin kurulması yaşamı birlikte devam ettirebilmenin imkanlarını sağlayacaktır. Beş; kapitalist modernite, sanayi uygarlığı, ulus devlet, milliyetçilik, katı merkeziyetçi idari uygulamalar tarihsel olarak aşılmıştır. Ekolojik toplum, komünal üretim, kadın devrimi gelecek toplumu inşa edecek temel argümanlardır.

Kürt siyaseti çok özetle ifade edilen bu temel tezlerin ardından yeni bir program oluşturdu. Kuşku yok ki, bu perspektif milliyetçiliğin dar ufkunu çok aşan oldukça derin yeni bir bakış açısıdır. Milliyetçiliği siyasetin merkezine koyan bir program bu bakışla çelişir. Bir yanıyla bu yeni paradigma, bir yanıyla da siyaset yapma tarzında milliyetçiliğin artan etkisi uzun süre yan yana devam ettirilemez. Milliyetçilik eksenli siyasetin artan ağırlığı eğik düzlem üzerinde yürümeye benzer. Bu düzlem üzerinde kalındığı müddetçe hız artar. Siyasette milliyetçiliğin artan etkisi de kitlesel tarafgirliği hızla arttırır, kitleler herhangi bir siyasal bilince ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden taraf olur. Fakat bu hızlı büyüme, şayet murat edilen politikalar, bu eksende büyümek ve sonrasında ayrılma eksenli bir siyaset değilse, ileride sorun yaratır. Bunu bir tür yapay/sağlıksız büyümeye benzetebiliriz. Kürt siyaseti ve halkı üzerinde devam eden devlet baskısı ve dış dinamiklerin artan desteği kolaycı büyüme yollarını cazip hale getiriyor. Eğik düzlemde yürürken artan hızın heyecanı aldatıcıdır. Çünkü hız arttıkça kontrol güçleşir ve artık kişiye/siyasete siyasal bilinç, program ve akıl değil, duygular ve heyecan yön vermektedir.

 

Bülent Parmaksız 2014-16 yılları arasında HDP’de MYK üyesi olarak çalıştı. Birbirinin devamı olan Kitle, İlke, Genç Sosyalist, Hedef, Türkiye Gerçeği dergilerinin siyasal perspektifleri doğrultusunda siyasal çalışmalar yürüttü. “Hayatı Yeniden Kurmak” isimli bir kitabı yayınlandı. Kamuoyunda, “6-8 Ekim Kobani Olayları” olarak bilinen gösteriler nedeniyle yeniden tutuklandı. O dönemde HDP MYK üyesi olarak görev yapıyordu. Ekim 2020 yılından bu yana Sincan 2 no’lu F Tipi Hapishanesi’nde kalıyor.