Hikâyede Farklı Mücadelede Ortak:Gezi Kobani Kardeşliği-2

El Yazmaları’nın notu: Ekim 2020’den beri Sincan 2 no’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan, HDP MYK eski üyesi Bülent Parmaksız’ın* Eylül 2022’de yazdığı yazının ikinci bölümünü okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Kobani Sürecinde Geziciler Ne Yaptı?

Şematize ederek söylersek Kobani veya Kobani süreci denilince kabaca iki olgudan söz ettiğimiz anlaşılmalı. Bir; IŞİD’in işgal etmek için kuşattığı Kobani’nin ve şehirde yaşayan Kürtlerin kendilerini ve yaşadıkları toprakları savunmak için yaptıkları kent savunması. İki; eğer işgal edebilirse IŞİD’in Kobani’de yapacağı vahşetten çok tedirgin olan, bundan dolayı da kentteki savunmayı desteklemek ve Türkiye’deki yönetimin şehir üzerinde uyguladığı ambargoyu kaldırmasını sağlayabilmek için destek eylemleri yapan Kobanili Kürtlerin, Türkiye’de yaşayan soydaşları ve akrabaları. Yani kısacası Kürtler (Bilmeyenler için belirtmekte yarar var. Kobani ile Urfa’nın Suruç ilçesini sadece bir tel örgü ayırıyor. Sınırın her iki yanındaki Kürtler hem soydaş hem de bir kısmı akrabadır).

Daha önce de belirtildiği gibi, IŞİD kuşatmasının yarılması için Kobani kent savunmasına verilen destek sadece Türkiye’deki Kürtlerle sınırlı kalmadı. Çok istekli olmasa da Türkiye’nin de katıldığı ve içinde ABD ve Rusya’nın olduğu seksene yakın ülke kurdukları “IŞİD karşıtı uluslararası koalisyon” ile kent savunmasına destek verdiler. Türkiye o dönemde Kobani’deki çatışmalarda yaralanan Kürtlerin bir kısmını Urfa ve Suruç’taki hastanelerde tedavi etti. Ekim (2014) ayının sonunda Kürt Bölgesel Yönetimi’ne bağlı peşmergelerin Kobani’deki çatışmalara katılabilmeleri için Türkiye sınırından geçişine ve birkaç yüz kilometre içeride ilerledikten sonra Kobani’ye giriş yapmalarına izin verdi. Aynı şekilde ABD uçaklarının IŞİD mevzilerini bombalamak için İncirlik hava üssünü kullanabilmeleri de Türkiye’nin izin vermesi sayesinde mümkün oldu. Fakat bütün bu dış desteklere rağmen Kobani’deki IŞİD kuşatmasının esas olarak Kürtlerin içeride ve dışarıda geliştirdikleri direnişin ardından yarıldığını belirtmekte yarar var.

Yazıda, Gezi ve Kobani toplumsal hareketlerinin birbirleriyle ilişkisini tartışabilmeyi kolaylaştırabilmek için biraz da şematize ederek, “Gezi kavramı” ile daha çok Türkiye’nin batısındaki kitlelerin ve sosyalistlerin; “Kobani kavramlaştırması” ile de bir kent ismini adlandırmaktan çok Kobani kent savunmasına destek veren Türkiye’deki Kürtlerin ve Kürt siyasal hareketinin kastedildiğini bir kez daha belirtmekte yarar var.

Suriye’nin kuzeyindeki özerk Rojava kantonunun bir kenti olan Kobani şehri 15 Eylül 2014’te IŞİD tarafından işgal edilmek için kuşatıldı. Kuşatma 2015 Ocak ayı ortasına dek devam etti ve sonrasında IŞİD büyük kayıplar vererek bölgeden çekildi. IŞİD 2013 yılından itibaren birkaç yıl içinde önce Irak, sonra da Suriye’de çok hızlı yayıldı. Bu yayılmanın hızı ilk kez Kobani’de kesildi. Sonrasında bölge ülkeleri ve uluslararası koalisyonun etkisiyle IŞİD, toprağa dayalı egemenliğini adım adım kaybetti ve hızla zayıfladı.

IŞİD’in nasıl bir örgüt olduğunu Irak ve Suriye’nin belirli bölgelerinde egemenlik kurduğu alanlardaki uygulamalarına bakarak anlamak mümkün. Aslında IŞİD’in yönetim tarzı ve zihniyetinin pratikleşmiş ilk örneği Afganistan’daki Taliban yönetimidir. Taliban, Afganistan’ı 1990’ların ikinci yarısında beş yıl yönetti ve sonrasında 2021 yılından itibaren iktidarı yeniden tek başına ele geçirdi. Bırakın geçmişteki uygulamaları, son bir yıllık pratiği bile ülkeyi nasıl yöneteceğini gösteriyor. Afganistan’ı bu haliyle siyasal İslam’ın zihniyetinin görünen yüzü ve devletleştiğinde nasıl bir yönetim kuracağının modellemesi olarak görmek mümkün. Dünya kamuoyu için “bir inanç biçimi olarak İslam” denilince hemen akla gelen negatif bir örnek olarak olumsuz bir algının ortaya çıkmasına neden oluyor.

IŞİD, Taliban zihniyetini ve önerdiği yönetim biçimini yeterince İslamize ve şeri hükümlere uygun bir yönetim olarak görmüyor. IŞİD bir dünya sistemi kurmak istiyor. Taliban ise Afganistan’la sınırlı bir yönetim. Taliban, IŞİD’in Afganistan’daki kolu olan “IŞİD-Horasan” grubunu bu nedenle yasadışı olarak ilan etti.

IŞİD, ABD’nin Irak işgaline bir tepki hareketi olarak ortaya çıktı. İşgale direnmek/karşı çıkmak kuşkusuz ki bir hak. Ama bunun IŞİD zihniyetindeki bir örgütle kendini örgütlemesi büyük bir olumsuzluk. IŞİD türünden arkaik hareketlerin ABD’nin direkt veya indirekt etkisiyle ortaya çıktığı biliniyor. ABD, bağımsızlıkçı-toplumcu-kamucu Arap Baas milliyetçi hareketlerinin önünü keserken siyasal İslam’ın ve selefi-cihatçı grupların örgütlenmesini teşvik etti, destekledi. O süreçte sadece Arap Baasçılığının önü kesilmedi. Aynı zamanda İslam dünyası içindeki fikri tartışmalara da müdahale edildi. 19. yy.’ın sonu 20. yy.’ın ilk yıllarında başlayan akıl-bilim-felsefeyle uzlaşma arayışı içindeki İslam’da modernleşme çabalarının önü özellikle “Soğuk Savaş”ın başlangıç yıllarında kesildi ve antikomünizme indirgenmiş selefi-vahhabi ekseninde örgütlenen siyasal İslam’ın önü açıldı. Hem emperyalizmin Orta Doğu’da izlediği talancı zihniyete duyulan tepki hem de İslam’ın siyasallaşması ve selefi cihatçı grupların önünün açılması, toplumsal muhalefetin IŞİD türünden örgütlerin arkasında toplanmasına neden oldu.

IŞİD böylesi tarihsel arka plana sahip koşulların bir ürünü olarak ortaya çıktı. IŞİD tarih dışı, anti hümanist, yaşadığı çağla hiçbir zihinsel bağı olmayan, eşitlik ve özgürlüğü reddeden, kadınları ikinci sınıf olarak kodlayan ve İslam’ın Sünni mezhebine mensup olmayan herkese düşman bir harekettir. El Kaide türünden, belirli bir bölgede toprak egemenliği kurarak örgütlenmeyi değil, dünya çağında bir sistem kurmayı ve birbirinden bağımsız olarak hareket eden örgütlenmeyi esas alan örgütlerin tersine Orta Doğu’da bölge çapında toprak egemenliğini ve devletleşmeyi temel hedef haline getiren bir örgüttür. İşte böylesi zihinsel kodları olan ve kafa kesmeyi pornografik bir gösteriye dönüştürüp korku salarak örgütlenmeyi esas alan bir örgüt olan IŞİD, Kobani’yi işgal etmek istedi. Kobani’de Kürtler uluslararası destek de alarak, işgal girişimine ve IŞİD’e karşı direndi. Sonrasında IŞİD’i püskürttü ve şehir işgalden kurtarıldı. Kazanan taraf sadece Kobani’deki Kürtler olmadı. Aynı zamanda selefi İslami rejimin baskısı altında yaşamak istemeyen Orta Doğu halkları ve Türkiye’deki toplumsal muhalefet de kazandı. Hiç kuşkusuz ki Türkiye’deki muhalefet de kazananların tarafındadır. Çünkü IŞİD’in neler yapabileceğini Kobani’deki çocuklara yardım götürmek isteyen sosyalist gençlere Suruç’ta, düğün esnasında Antep’te, Alman turistlere Sultanahmet’te, sendikalar ve kitle örgütlerinin 10 Ekim mitinginde Ankara Garı’nda vahşice gerçekleştirdiği saldırılar esnasında gördük. Fakat IŞİD, Türkiye’yi sadece toprakları üzerinde saldırılar yapabileceği “dar-ül harp” sahası olarak görmüyor. Fethedilecek, rejimi tamamen kendi kontrolünde İslamize edilecek ve sonrasında başkenti İstanbul olan İslam devletine katılacak bir vilayeti olarak görüyor. Tam da bu nedenlerden dolayı Türkiye’ye ve bölgeye ilişkin olarak böylesine büyük stratejik planları olan bir hareketin Kobani’de yenilmesi aynı zamanda Türkiye’deki halkların ve toplumsal muhalefetin de bir kazanımı olarak görülmelidir.

Kobani direnişi ardından sadece Kürtlerin değil Türkiye’deki geniş toplumsal kesimlerin de kazançlı çıktığı bu kadar açık bir gerçeklikken şu soruyu sormanın tam yeridir. Peki; Gezi kitlesinin ana gövdesi o tarihlerde Kobani (direniş) sürecine, Kürtler dışında niye Türkiye’den destek vermedi? Gezi niye Kobani’yi kendi direnişinin bir parçası olarak görmüyor? Niye bugün hâlâ ona uzak duruyor?

Gezi kitlesini ve Gezi’nin önemli bir parçası olan Türkiyeli sosyalistleri iki ayrı kategoriye ayırarak konuyu tartışmakta yarar var. Gezi’ye, iktidarın herhangi bir kanadından açıkça destek almaksızın milyonlarca insan katıldı. Hem milyonlarla ifade edilen sayıda insanın Gezi’ye katılması hem de bunların iktidarın herhangi bir kanadına yaslanmaksızın katılım göstermesi öne çıkarılması gereken iki temel özelliktir. Ulusalcı eğilimler baskın olmakla birlikte neredeyse her görüşten insan Gezi’ye katıldı. Gezi bu anlamıyla birçok farklı fikrin kimi temel taleplerde bir arada durmayı başardıkları “alttan bir kardeşleşme” hareketi oldu. Ama milyonlarla ifade edilebilecek aynı kitle sırf Kobani sürecini Kürtlerle ilişkilendirdiği ve sadece onların bir sorunuymuş gibi algıladığı için Kobani’deki kent savunmasına destek vermedi. Halbuki Gezi kitlesinin ana gövdesinin laiklik duyarlılığı çok yüksek. Ve en fazla da laikliğin aşındırılmasına duydukları tepkiden dolayı sokağa çıktılar. Gündelik hayatın giderek daha fazla İslamize olmasından ve mevcut rejimin insanların yaşam tarzlarına müdahalesinden çok rahatsızlar. Üstelik IŞİD türünden selefi İslami gruplara duydukları tepki, Kobanili Kürtlerin duyduğu tepkiden hiç de az değil.

Kitleler ne yazık ki çoğu zaman üzerinde çokça düşünülmüş, taleplerde/fikirlerde ortaklaşılmış ve örgütlü bir biçimde sokağa çıkmıyor. Gezi’de olduğu gibi kendiliğinden, tepkisel ve sorunların temel nedenlerine kafa yormadan, kısmen de duygularıyla hareket ederek sokağa çıkıyor. Düşünsel dünyalarını ise algı yönetimlerinin zihinlerde oluşturduğu önyargılar ve yüzeysel fikirler şekillendiriyor. Kürt meselesine yaklaşımları tam da bu yüzeysellikle belirlenmiş durumda. Kürtlere karşı oluşturulan ve sabah-akşam tekrar eden beylik sözler bir süre sonra onların da fikri haline geliyor. Algı yönetimlerince oluşturulan bu yüzeysel fikirler ise en fazla Türk milliyetçiliğinden besleniyor. İslamcılardan liberallere, ulusalcılardan kendini merkez sağda konumlandıranlara dek fark etmez, Türkiye’deki fikir akımlarının neredeyse hepsi, dereceleri farklı olmakla birlikte milliyetçilikten etkilenmektedir. Milliyetçilik ve yurtseverlik arasında çok ince bir çizgi var. Ekonomik ve siyasi anlamda bağımsızlıkçı, ideolojik olarak ise doğup büyüdüğü topraklara, halklara, tarihsel geçmişine ve kendi kültürüne bağlılık demek olan yurtseverlik bilincinin sınırları içinde kalmak ancak emekten yana güçlü bir tarih bilincine sahip olmakla mümkün olabilir. Eğer ortada böyle sağlam, tarihsel ve sınıfsal bir bilinç yoksa kitleleri hamasi nutuklar, göçmen karşıtlığı ve kendi dışındaki halkları “ötekileştirmek” anlamına gelen milliyetçilik söylemi güçlü bir biçimde etkiler. Kimi zamanlarda da milliyetçilik bilinci şovenleşebilir, ırkçılaşabilir, ülkemiz somutunda olduğu gibi Kürt karşıtlığına dönüşebilir.

Milyonlarca insanın katıldığı Gezi’de Kürtlere karşı olumsuz olarak değerlendirilebilecek bir pratik görülmedi. Onlarca yıl süren çatışmalı süreçlere rağmen böyle bir gerilimin yaşanmaması vurgulanması gereken kıymetli bir durumdur. Fakat bu durum Gezi’den bir yıl sonra yaşanan Kobani sürecine Gezi kitlesinden verilebilecek bir desteğe dönüşmedi. Gezi, Kobani’de IŞİD’in işgal girişimine karşı geliştirilen kent savunmasına Türkiye’den destek vermedi. Laiklik duyarlılığını ve IŞİD karşıtlığını her iki toplumsallık da aynı düzeyde hissetmesine rağmen Gezi, Kobani’ye mesafeli durdu, onu kendinin bir parçası olarak görmedi. Bunun birinci nedeni Türk toplumundaki milliyetçi söylemin etkisi. Gezi kitlesinin zihin dünyasını belirleyen milliyetçi söylem, Kobani’de sürdürülen IŞİD karşıtı mücadelenin aynı zamanda kendi toplumsal çıkarlarının savunulması anlamına geldiğini kavramasını engelledi. Çünkü milliyetçilik kendisi dışındaki öteki bütün bilinç ve duygulanım hallerinin üzerini örtüyor. Sonuç olarak Gezi kitlesi bir yandan milliyetçiliğin ağır basması nedeniyle Kobani’de olup bitenleri sadece Kürtlerin sorunuymuş gibi algıladığı bir yandan da laiklik duyarlılığının ve IŞİD karşıtlığının her iki toplumsallığın ortak talebi olduğunu kavrayamadığı için kent savunmasına destek vermedi. İkinci bir neden ise tabii ki kendini baskı altında hissetmesi ve devletten duyduğu korku. Kitleler devletin hak arayışlarına ve muhalif seslere karşı tahammülsüzlüğünü ve onlara karşı ne kadar da acımasızca davrandığını defalarca deneyimlemişlerdir. Kürt meselesine yaklaşımında ise bu acımasızlığın çok daha fazla artacağını ve nadir denilebilecek kimi dönemlerde muhalif seslere karşı kısmen toleranslı yaklaşılsa bile Kürt meselesinde bu toleransın hiçbir zaman gösterilmeyeceğini çok iyi bilir. Kürt meselesini konuşmak Türkiye’de bir tabudur ve “dokunan yanar!” bilinci herkesin zihnine kazınmıştır. Modern dönemlerin en güçlü ideolojisi olan milliyetçilik ve hele ki Türkiye gibi milliyetçiliğin geç ortaya çıktığı gecikmiş milliyetçiliklerde kendi milleti dışındaki diğer halklara karşı tahammülsüzlük had safhadadır. Gecikmiş Türk milliyetçiliği de bu tahammülsüzlüğünü en fazla Kürtlere karşı gösterir. Türk toplumunun zihin dünyası da devlet tarafından empoze edilmiş bu “yanlış bilinç”in etkisi altındadır.

Gezi’ye katılan kitlelerin Kobani sürecine olan ilgisizliği hem olgular arasındaki ilişkiyi kurmaktaki bilinç yetersizliğiyle hem milliyetçilikten kaynaklı etkilenmeyle hem de devletten gelebilecek baskıları göğüslemek istememesiyle iniltilidir. Peki, Türkiye’deki sosyalistler bu süreçte nasıl davrandı? Sosyalistlerin hepsi o dönemde Gezi’ye katıldı. Hatta sayısal zayıflıklarıyla kıyaslanamayacak düzeyde bir ağırlıkları da oldu Gezi’de. Sınırlı zamanlarda olsa bile yer yer Gezi’ye yön vermeyi de becerdiler. Fakat Gezi’ye katılan sosyalistlerin çok az bir kesimi Kobani sürecini destekledi. Sosyalistlerin çoğunluğu sürece destek vermedi, kendisinin bir parçası olarak görmedi, orada süren kent savunmasıyla arasında bir gönül bağı kurmadı. O gün yaşanan bu ilgisizlik ve hatta bundan da öte arasına özenle bir mesafe koyma çabası bugün de Gezi ve Kobani “ceza yargılamaları”na da yansıyor. İki davaya yaklaşım, iki davayla kurulan gönül bağı ve dayanışma düzeyi birbirinden çok farklı. Zeytinyağı ve suyun birbiriyle ilişkisizliği türünden bir yaklaşım sergileniyor. Kurulu düzenin tam da istediği gibi biri görmezden geliniyor, sessizliğe mahkûm ediliyor, kendi kaderine terk ediliyor. Diğerinin ise görünür kılınması için her ortam değerlendiriliyor. Adını koyarak söylersek Gezi davasına bütün sosyalistler olabildiğince sahip çıkıyor, güçleri oranında destekliyor. Kuşkusuz bu durumun çok gerekli ve kıymetli bir dayanışma olduğunu da belirtmek gerekiyor. Çünkü Gezi hepimizin ortak eylemi ve hepimizi birleştiren ortak bir duygudur. Dolayısıyla dayanışmanın örgütlenmesi eşyanın doğasına uygundur. Ama aynı duyarlılık ve ilgi, içinde sınırlı sayıda Türkiyeli sosyalistlerin de yer aldığı Kobani davasına gösterilmiyor. Özenli denilebilecek bir şekilde hem sosyalistlerin hem de aydınların ağırlıklı bir kesimi Kobani davasına bilinçli bir biçimde uzak duruyor, hiçbir destek vermiyor. Peki niye?

İki noktayı tekrar vurgulamakta fayda var. Birincisi, çok az sayıda sosyalistin dışında, Türkiyeli sosyalistlerin ve aydınların ana gövdesi 2014 yılında IŞİD tarafından işgal edilmek istenen Kobani kent savunmasına Türkiye’den hiçbir destek vermedi, onunla dayanışma içinde olmadı. İkincisi, o tarihte Kobani ile dayanışma içinde olduğu ve Türkiye’nin kuşatma esnasında kente uyguladığı ambargonun kaldırılmasını talep ettiği için, 2020 yılında açılan ve hala devam eden Kobani destekçilerine yönelik cezalandırma davasıyla dayanışma içine girmiyor. Bu iki problemli durumun net bir biçimde görülmesi önemli.

Türkiye sol ve aydın kamuoyu 1936-39 arasında süren Madrid ve 1942’de yaklaşık bir yıl süren Stalingrad kent savunmalarını çok iyi bilir ve o direnişlere karşı hissettiği gönül bağı çok güçlüdür. Madrid’de Cumhuriyetçiler Franco faşizmine, Stalingrad’da Sovyet sosyalistleri ise Hitler faşizmine karşı direndiler, yaşadıkları kenti ve topraklarını savundular. Madrid’de yükselen “No Pasaran” (Faşizme Geçit Yok) haykırışı ile Şostokoviç’in Stalingrad direnişi için savaş esnasında bestelediği “Kahramanlık Senfonisi” herkesin dilindedir. Kobani’de IŞİD faşizmine karşı daha minimal düzeyde geliştirilen mücadele de Madrid ve Stalingrad kent savunmalarına benzer. Franco, Hitler ve IŞİD zihniyeti arasında sınırlı düzeyde fark var. Üçü de halklar ve özgürlükler düşmanıdır.

Devlete Değmeden Kapitalizm Karşıtlığı Olabilir mi?

Gezi’ye bütün güçleriyle aktif olarak katılan Türkiyeli sosyalistlerin Kobani süreci karşısındaki mesafeli ve ilgisiz tavırlarının nedeni tıpkı Gezi kitlesinin uzak ve ilgisiz duruşundaki nedenlere benzer. Bu nedenlere eklenecekler ve o sebepleri ayrıntılandırmakta fayda var.

Türkiye’de kapitalist düzen ve onun sahibi olan egemen sınıflar her dönem sola düşmanca yaklaştı, sosyalist hareket biraz güçlendiğinde polisiye tedbirler, o da yetmezse askeri darbelerle onu bastırmaya çalıştı. Özellikle sol hareketin kitleselleştiği 1960-80 arasında bu saldırıların düzeyi çok arttı. Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girişi, saldırıların ABD desteğiyle daha da sistemli hale gelmesine neden oldu. Bir yandan solun kitleselleşmesi bir yandan da Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist blokun varlığı egemen sınıfları çok tedirgin ediyor, sol hareketi “yakın tehlike” olarak görüyorlardı. Şematize ederek söylersek hem devlet hem de kapitalizm beka kaygısıyla büyük bir tedirginlik içindeydi. Fakat 1980 askeri darbesinin ardından solun yaşadığı yenilgi ve 1989’da Sovyet sosyalizminin çöküşü egemen sınıfları çok rahatlattı. Artık solu “yakın tehlike” olarak görmekten vazgeçtiler. Sol hareket 12 Eylül darbesi ardından kitleselliğini, 1989 çöküşüyle de önemli ölçüde ideolojik motivasyonunu yitirdi. Sonraki yıllarda devletle dolaysız biçimde karşı karşıya gelmesine neden olacak mücadele biçimlerini özenle kullanmaktan kaçındığı için giderek reformizmin etkisi altına girdi. İşçi sınıfını merkeze aldığını ilan eden bir mücadele programı çizgisi gerçekte sınıfın geri yanlarına yaslanarak “sağ” bir siyasi program izlemenin gerekçesi haline getirildi. “İşçicilik” ve “sınıfa gidiş” her türden sağcı eğilimin üzerini örten bir şal gibi kullanıldı. Sol hareket “sınıf çalışması” gerekçesinin arkasına sığınarak devrimci dinamizmini yitirdi. Söylemde en keskin kapitalizm karşıtlığı, kapitalizmin devamlılığını sağlayan devlet karşısında ise reformcu bir programa dönüştü. Kapitalizm karşıtı mücadeleyi, sanki devletsiz kapitalizm olabilirmiş gibi gündelik hayatta devletle karşı karşıya gelmekten kaçınarak yürütmeye çalıştı. Kabul edilmese de gerçekte bu durumun adı sistem içi bir sınıf siyaseti ve devrimciliğini yitirmiş bir “burjuva sosyalizmi”dir.

Devlet ve kapitalizm kuşkusuz ki birbirinden ayrılamaz ama özdeş olmayan iki ayrı kategori olarak değerlendirilebilir. Kapitalizm kendini olabildiğince görünmez kılmak ister. Yakın bir tehlike olmadığı için solun kapitalizm karşıtlığı sistemi rahatsız etmiyor. Hatta belirli sınırlar dahilinde solun gelişmesini tolere edebiliyor. Bu sınırları ise solun mücadele biçimi belirler. İster genel kitle şiddetini, isterse özelleşmiş şiddet biçimini kullansın fark etmez, devletle dolaysız biçimde karşı karşıya geldiği her anda sola olan tolerans ortadan kalkar, baskılar artar. Bundan dolayı uzun bir süreden beri solun ana gövdesi sözde keskin bir programmış gibi görünen kapitalizm karşıtlığıyla sınrlandırılmış bir programla kendisini tanımlıyor ama öte yandan devletle karşı karşıya gelmesine neden olabilecek mücadele biçimlerinden de olabildiğince kaçınıyor. Kaçınmanın bir yolunun da genelde Kürt meselesine özelde ise Kobani sürecine mesafe koymaktan geçtiğinin farkında. Gezi ve solun Kobani sürecine/yargılanmalarına bu kadar uzak durmasının bir nedeni de işte bu farkındalıktır. Soyut bir kapitalizm karşıtlığında keskinlik (aslında pratik mücadelede daha çok neoliberalizm karşıtlığıyla sınırlı bir muhalefet), devletle karşı karşıya gelmeye neden olabilecek politika ve mücadele biçimlerinden özenle kaçınmak… Şurası açık ki, kitlelerin gözünde kendini görünmez kılmayı becerebilen, sadece kapitalizm karşıtlığı üzerine inşa edilmiş bir program soyuttur ve devrimcileşemez. Somut anlamda bugün devrimci kalabilmek sadece kapitalizm karşıtlığıyla sağlanamaz. Devletsiz bir kapitalizm yok orta yerde. Böyle saf bir kapitalizm varmış gibi davranmak kendini kandırmak, hayatın maddi gerçeklerinden kaçmak anlamına gelir. Devlete değmeden, onun etrafını dolaşarak kapitalizme karşı mücadele verilemez. Devrimci kalabilmek devletli kapitalizmle, kapitalist devletle, devletin, kapitalizmin devamlılığını sağlamak için kullandığı ideolojik aygıtlarla, kendini görünür kıldığı baskı aygıtlarıyla gerilimi ve çatışmaları göze alabilmeyi gerektirir. Şu da unutulmamalı; sol hareket bu gerilimli politika yapma halinden kaçındığı için Kobani süreciyle arasına mesafe koymak istiyor.

Sınıf Siyaseti, Kimlik Siyaseti

Bir yandan da Gezi (Gezi kavramıyla özdeşleştirdiğimiz Türkiyeli sosyalistler), Kobani süreciyle ve ona içerilmiş olan Kürt meselesiyle arasına koyduğu mesafeyi “sınıf siyaseti” eksenli siyasal bir programa sahip olduğu gerekçesiyle teorize ediyor. İndirgeyerek söylersek, Kobani’yi “kimlik siyaseti”, Gezi’yi ise “sınıf siyaseti” ile tanımlıyor. Kobani’nin kendini nasıl tanımladığı veya konumlandırdığını hiç dikkate almaksızın indirgemeci bir biçimde onu salt kimlik eksenli siyaset alanıyla sınırlandırılmış bir çerçevede faaliyet yürüten siyasal bir hareket olarak tanımlamakta bir beis görmüyor. Kobani sürecini kimlik siyaseti alanına indirgeyerek, onunla arasına koymuş olduğu mesafeyi gerekçelendirmiş/teorize etmiş oluyor. Böylece, Kürt meselesiyle arasına mesafe koymasının esas nedenlerinden biri olan Türk milliyetçiliğinin üzerindeki etkisini ve devletten gelebilecek baskılanmayı göğüslemek istemediği gerçeğinin üzerini de örtmüş oluyor.

Gerçekten de Türkiye’deki Kürt siyaseti sadece kimlik siyaseti mi yapıyor? Sadece kimlik siyaseti eksenli bir program doğrultusunda mı hareket ediyor? Bu tartışmayı yürütmek için önce kısaca “sınıf” ve “kimlik siyaseti” kavramlarını tarif etmek gerekir. Sınıf siyaseti, “sınıfa karşı sınıf” perspektifidir; egemenlere karşı işçi sınıfı başta olmak üzere ezilenlerin yürüttükleri mücadele hattının çizgisidir ve Marksizm’in de temel amentüsüdür.

Sınıf siyaseti, “işçi sınıfı eksenli çalışmaya” veya “işçi faaliyeti” çalışmasına indirgenemez. Sınıf siyaseti ile işçi sınıfı içinde çalışmak/işçi sınıfını esas almak siyaseten bazen örtüşebilir, bazen de örtüşmeyebilir. İşçi sınıfının temel üretici sınıf olmadığı kapitalizm öncesi dönemlerde bile, egemen sınıflara karşı ezilenlerden yana sınıf perspektifli mücadelelerin yürütüldüğü biliniyor. Sınıf mücadeleleri ve sınıf perspektifli bakış, çerçevesi çok net çizilemese de Marx’tan önce de var ve Marx, sınıf mücadelesi kavramını kendisinin hazır bulduğunu söyler. Üstelik geçmişte yürütülen halk hareketlerinin bir kısmı kendiliğinden bir bilinçle değil, basbayağı bir sınıf bilinci ile yürütülmüştür.

Türkiye’nin somut gerçekliği üzerinden konuşursak, sınıf siyaseti çizgisinin cisimleşmiş hali işçi sınıfını başa alarak yürütülen mücadele ile örtüşür. Ancak sınıf siyasetini/perspektifini sadece işçi sınıfı içindeki çalışmaya indirgemeksizin, onu da içerip aşacak şekilde, ezilen tüm sınıf ve katmanları içine alacak şekilde yürütmek esastır.

Sınıf siyasetinin görünümleri, her çağda ve her coğrafyada farklı biçimlerde ortaya çıkar. Orta Çağ Avrupası’nda veya bizde Babailer ve Bedrettin ayaklanmasında olduğu gibi, din/mezhep eksenliymiş gibi görünen bütün çatışmalar, aslında sınıf savaşının farklı biçimlerinden başka bir şey değildir. Sanayi devrimi sonrasında sınıf savaşımları ise daha çok işçi sınıfı ve burjuvazinin sınıf düşmanları olarak karşı karşıya geldikleri çatışmalar biçiminde kendini gösterdi. Marx 19. yüzyılda sınıf siyasetini bilimsel ve felsefi bir temele oturttu. 20. yüzyılda, ezen ve ezilenler biçiminde indirgeyebileceğimiz sınıf savaşlarının görünümü daha da karmaşıklaştı/zenginleşti. Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı ezilen halkların mücadelesi bu görünümlerden biridir.

“Kimlik siyaseti” ise kişilerin veya toplulukların doğuştan getirdiği veya sonradan edindiği kimi ayırt edici yanlarıyla kendilerini tanımladığı siyaset felsefesi ve o ayırt edici yanları ekseninde örgütlendiği siyasal programdır. Sınıf siyasetinden kopartılmış bir kimlik siyaseti felsefi dayanağını esas alarak postmodern felsefeden alır. Sınıfsal bölünmeleri görmezden gelir, toplumların sınıflara göre değil kimliklere göre ayrıştıklarını söyler. Toplumsal çelişkilerin, sınıfsal çıkarların farklılaşmasından dolayı değil kimlik ve kültür eksenli ayrışmalardan kaynaklı olarak ortaya çıktığını iddia eder. Sınıf ve tarih bilincine karşıdır. Kimlik siyaseti ve sınıf siyasetini birbirleriyle ilişkisiz, geçişsiz, birbirine değmeyen iki ayrı kategori olarak tanımlar. Kimlik siyaseti esas olarak 1989’da sosyalist blokun çöküşü ardından, sınıf siyasetine karşı konumlandırılıp yaygınlık kazandırıldı.

Sınıflar nasıl maddi bir gerçeklikse kimlikler de mesela etnik, dini, mezhepsel veya cinsiyet farklılıkları da ister doğuştan gelsin isterse sonradan inşa edilsin fark etmez, maddi bir gerçekliktir. İnsanlar veya topluluklar bu kimliklerine göre ayrışır, bir araya gelir, çatışır veya birbirleri üzerinde hegemonya kurmaya çalışırlar. Farklılaşan kimlikler veya başkaca çelişik nedenlerin kimlikler üzerinden kendi çıkarlarını dillendirme çabası çatışmaların da nedenidir. Kimlik çatışmaları bazen bir başka kimlik tarafından yok sayıldığında kendi varlığını savunmak zorunluluğu nedeniyle çoğu zaman da sınıf çatışmasının bir görünümü olarak ortaya çıkar. Geçmişten bugüne süregelen bu çatışmalar içeriği, gerekçesi, yoğunluğu ve yaygınlığı farklı olmakla birlikte günümüzde de yaşanmaya devam ediyor. Kimlik çatışmasından kaynaklı sorunlar geçmişten bugüne çözümlenememişse eğer kimi koşullarda tarihsel bir dinamik olarak günümüz sınıf siyasetinin bir bileşeni haline gelebilir. Mesela, yüzyıllardır Sünni ortodoksinin ayrımcı politikalarına ve katliamlarına maruz kalan Alevilerin halleri böyledir. Alevilerin yaşadıkları sorunlar gerçektir ve bu sorunlar geçmişte çözümlenemediğinden dolayı günümüze dek varlığını devam ettiriyor. Kürtler de benzeri bir kimlik sorunu yaşıyor. Onlarca yıldan bu yana varlıkları ve kolektif hakları yok sayılan Kürtlerin kendi kimliklerini kabul ettirme mücadelesi çözülemeyen tarihsel bir sorun olması itibariyle hem tarihsel bir dinamiktir hem de aynı zamanda sınıf siyasetinin bir bileşenidir.

Tek tek insanlar sadece sınıf konumlarından hareketle kendilerini tanımlamıyor. Hatta çoğu zaman düşüncelerini ve hareketlerini sınıfsal konumları değil, kimlikleri ve içinde hareket ettikleri kültürler belirliyor. Ama son tahlilde davranışlarını ve düşüncelerini, güçlü bir biçimde bilince çıkartamasalar da maddi süreçler ve sınıfsal konumları belirler. Çokça bilinen bu gerçekliği ispatlamak için tarihsel materyalizme veya Marx’a bakmaya gerek yok. Egemen sınıfların en tecrübeli temsilcisi Demirel dillendiriyor reddedilemeyecek bu gerçekliği; “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” sözüyle. Çok sade ama bir o kadar da net bir sınıf analizi! Dolayısıyla tek tek insanların kendilerini tanımlama biçimi ve içinde yaşadıkları evrenin bir tasavvuru olan kimlik ve kültürler reddedilemez bir gerçeklik olmakla birlikte, kitleler, “tencere boşaldığı” anda sınıfsal konumlarına göre hareket etmeye başlarlar. Kimlik siyaseti ve sınıf siyaseti arasında böylesine kopmaz bağlar vardır. Fakat bu ilişkiyi sadece karşılıklı etkileşimlerle sınırları çizilmiş bir bağ olarak tarif etmek eksik ve yanlış olur. Sınıf ve kimlik siyaseti arasında kopmaz bağlar ve etkileşimler vardır ama sınıf siyasetiyle ilişkilenmeyen, sınıf siyasetinin yön vermediği kimlik siyaseti son tahlilde kimliğin baskılanması nedeniyle ortaya çıkan sorunlara kalıcı çözümler üretemez ve sistem içi hale gelir.

Sınıf siyasetini ve sınıf bakışlı perspektifi, kimlik siyasetiyle sınırlandırılmış bir hat öneren postmodern çizgiye karşı ve sınıf mücadelelerinin üzerini örtecek şekilde etnik-dini-mezhepsel farklılıkların bir boğazlaşmaya dönüştüğü özellikle içinde yaşadığımız Orta Doğu coğrafyasında temel bir yönelim ve program haline getirmeyi hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Halkçı, milliyetçi, vahiyci ve kimlik siyaseti ile kendini sınırlandırmış bir siyasal perspektifle ayrışmak esastır. Şayet bu becerilmezse mücadele hattında dalgalanma, zihinsel bulanıklık, yönsüz kalma ve bir emperyal güce eklemlenmek türünden sonuçlar ortaya çıkar. Öte yandan sınıf siyaseti her anda (zamanda) ve her mekânda sadece işçi sınıfı içinde çalışmaya indirgenemez. Bunu içerir ama buna indirgenemez. Eğer böyle olursa mesela ezilen bir mezhep olarak Alevilerin demokratik hakları için yapılacak bir mücadele anlamsızlaşır. Burada esas olan Aleviler içinde yürütülecek mücadelenin sınıf perspektifinden kopmaksızın yürütülmesidir.

Türkiye’deki bütün çelişkiler ve çatışma noktaları, şimdide/anda ortaya çıkan ve yüzyıllık kapitalizmle başlayan sorunlar değildir. Kapitalist sistemin ortaya çıkardığı her türden sömürüye ve egemenliğe karşı mücadele hattını örerken, aynı zamanda tarihten bugüne çözülmeden biriktirilerek gelen tüm sorunlar doğrultusunda (Kürt meselesi, Aleviliğin demokratik talepleri, Müslüman olmayan halkların hakları, ezilen cins olarak kadınların sorunlarının çözümü doğrultusunda gelecek topluma ertelenemeyecek talepleri, ekolojik sorunlar vs.), tarihsel dinamikleri de gözeten bir yerden politika üretilmesi zorunludur. Öte yandan kimlik ve kültürel eksenli sorunların çözümü doğrultusunda yürütülecek kimlik siyaseti mücadelesinin de andaki kapitalizm karşıtlığıyla ilişkilendirildiği ölçüde kalıcı kazanımlar sağlayacağı açıktır. Eğer bu ilişki kurulamazsa yürütülen mücadele sistem içi kalmaya mahkûm olur.

Kürt Siyaseti “Kimlik Siyaseti” mi Yapıyor?

İndirgemeci bir bakışla Gezi’nin (ve Türkiyeli sosyalistlerin) kendisini “sınıf siyaseti”, Kürt meselesinin bir görünümü olan Kobani sürecini ise “kimlik siyaseti” ile tanımladığını ve başka nedenleri olmakla birlikte bundan dolayı da Kobani’yle arasına mesafe koyduğunu belirttik. Peki, gerçekten de Kobani, Gezi’nin kodladığı haliyle sadece kimlik siyaseti sınırları içine hapsedilerek tanımlanabilir mi? İlk söylenecek şey şu: Kobani kendini böyle tanımlamıyor. Dar anlamda HDP geniş anlamda Türkiye’deki Kürt siyasetinin programı ortada. Programlara bakılabilir. Hedeflerine, güncel taktiklerine, sınıf ittifaklarına bakılabilir. Sadece Kürt kimliğinin kabul ettirilmesi ve kolektif haklarının elde edilmesi ile sınırlandırılmış bir mücadele programı değil bu. Onu da içerip aşan bir program. Bütün Türkiye coğrafyasında cumhuriyetin demokratikleştirilmesi, radikal demokrasi, özgürlük alanlarının genişletilmesi, anti tekelcilik türünden hedefler sınıf siyasetinin talepleridir. En son Şubat 2015’te “Dolmabahçe Mutabakatı”nda dillendirilen on maddelik program önerisi kimlik siyaseti taleplerinin çok ötesinde sınıf siyasetinin sınırları içinde değerlendirilebilecek hedeflerdir. Ulaşılmak istenen hedefler sadece Kürtler için de talep edilmiyor. Böyle de olabilirdi. Ama değil. Eğer böyle olsaydı bile Kürt siyasetinin programı için kimlik siyasetiyle sınırlandırılmış denilemezdi. Bu da basbayağı sınıf siyaseti ekseninde oluşturulmuş bir programdır çünkü. Kaldı ki, bahsi geçen hedefler veya HDP-BDP’ninki dâhil çeşitli platformlarda dillendirilen programlar Türkiye coğrafyasındaki bütün halkların taleplerini kapsayacak içerikte sınıfsal taleplerdir.

Kürt siyaseti kendisini sol siyasetin bir parçası olarak tanımlıyor. Bundan dolayı neredeyse tüm zamanlarda, ister seçim süreçlerinde isterse başka platformlarda olsun, Türkiyeli sosyalistlerle düzenli olarak ilişkilerini derinleştirmeye çalışıyor. HDP bunun somut bir göstergesidir. HDP, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin birçok farklı eğilimini bir araya getirerek kurulan bir çatı partisidir. En önemli bileşenlerinden birisi Türkiyeli sosyalistlerdir. Kürt siyasi hareketi ile Türkiyeli sosyalistlerin ittifak partisidir asıl olarak. Partinin programı da bu ittifakın ruhuna uygun olarak belirlenmiştir. Toplumcu ve emek eksenlidir; iktisadi süreçleri ve gündelik hayatı doğayla uyum içinde yeniden kurmayı esas alır, kadın özgürlükçüdür. Cumhuriyetin demokratikleştirilmesinden ve demokratik ulus paradigmasından yanadır. Tek başına HDP’nin emek yanlısı programı bile Kürt siyasetinin ufkunu/stratejisini/hedeflerini göstermeye yeterli. Kaldı ki HDP, Kürt siyasetinin bütününün derinliğini sınırlı düzeyde yansıtıyor. Bütünün ufku çok daha derin ve net biçimde sınıf siyaseti alanının içindedir.

Kürt hareketinin siyasal programı ve savunduğu ilkelerin kimlik siyasetini de içermekle birlikte onu aştığını ve kimlik siyasetini sınıf siyaseti perspektifiyle oluşturduğunu, Türkiye’deki Kürt siyaseti ile K. Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi’nin ana aktörü olan KDP çizgisiyle karşılaştırarak görmek mümkündür. Ortada iki ayrı program, iki ayrı çizgi ve iki ayrı pratik vardır. Bundan dolayı aralarındaki ilişkiler 1996’da olduğu gibi kimi dönemlerde silahlı çatışmalara da dönüşecek biçimde, çoğu zaman gerilimli olarak devam ediyor. KDP programı Kürt milliyetçiliği ekseninde oluşturulmuş kimlik siyaseti merkezli bir programdır. Modern, aydınlanmacı, laik, halkçı, emek eksenli değerlere ve burjuva anlamda bile olsa demokrasiye ve cumhuriyete kapalıdır. Özgürlükçü değil otoriterdir. Hem dini hem de siyasal önderliği kendi bünyesinde birleştirmiş, aşiretlere dayalı yapısıyla hareketin önderliği Kürt egemen sınıflarına dayanır. Feodal, aşiretçi, dini referanslara dayalı bir yönetim kültürüdür bu. Erkek egemen ve ataerkiye dayalı bir zihin dünyasına sahiptir. Halkı derinlemesine örgütlemediğinden dolayı kendi gücüne yeterince güvenmez. Bundan dolayı çoğu zaman dış dinamiklere yaslanarak siyaset yapar. Bu durum da onun zikzaklı politikalar izlemesine ve kimi zamanlarda Kürt halkının ulusal çıkarlarına göre değil grup çıkarlarına göre davranmasına neden olur. Türkiye’yle yürüttüğü ilişkiler çoğu zaman bu eksendedir. Bu durum onu pratikte de sık sık işbirlikçi bir pozisyona düşürür.

Bölgesel yönetime hâkim olan Kürt egemen sınıfları içinde de Barzani ailesinin konumu belirleyicidir. Neredeyse yönetimin her alanına hâkimdirler. Üstelik sadece siyasal yönetim düzeyinde değil, petrol başta olmak üzere bütün büyük zenginliklerin mülkiyeti de bu ailenin kontrolündedir.

Türkiye’deki Kürt siyasal hareketinin KDP ile hiçbir benzerliği yok. Kürt Hareketi 1960’lardan başlayarak Türkiye’de yükselen sol/sosyalist hareketlerden etkilenerek 70’i yıllarda kuruldu. Kurucu unsurlar, Kürt egemen sınıfları değil, emekçi sınıfların içinden gelenlerdir. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başında örgütlenen bütün Kürt hareketleri mirler ve ağırlıklı olarak şeyhler öncülüğünde kurulurken, tarihte ilk kez kurucu unsurlar emekçi sınıfların içinden geliyordu. Kurucu unsurların emekçi karakteri programların içeriğini de belirledi. Sosyalizmi referans alan programlar oluşturuldu. Feodal ağalık düzenine, kadını yok sayan başta aile olmak üzere geleneksel değerlere ve dinsel gericiliğe karşı güçlü bir mücadele örgütlendi. Hareketin programı en yalın haliyle bütün referanslarını, kimlik siyasetini içerecek biçimde sınıf siyasetinden alıyordu. Toplumsal tabanı ise ağırlıklı olarak yoksul Kürt köylüsü olmak üzere emekçi kesimlerdi.

Hareketin o süreçte Kürtlere dair politikasının ana ekseni kendi kaderini tayin etme iradesini kabul ettirmek ve bu doğrultuda “ayrılma hakkı”nı kullanmak şeklindeydi. 2000’ler sonrasında bu politikadan vazgeçildi ve yerinden yönetimi içerecek şekilde Kürtlerin kolektif haklarının elde edilmesi ve bunun anayasal güvenceye kavuşturulması biçiminde bir programa evrildi. 2000’lerin başındaki İmralı savunmalarında ve 2015 yılında “Dolmabahçe Mutabakatı”nda bu çizgi ilan edildi. Fakat hiçbir zaman Kürtlerin kimliğinin tanınması ve bu kimliğin bir statüye kavuşturulması programı, sınıf siyasetinin talepleri göz ardı edilerek belirlenmedi. Kürt Hareketi kendini hiçbir zaman sadece Kürt eksenli bir siyasetle sınırlandırmadı. Tam tersine sınıf siyaseti çizgisi 70’lerden bugüne, kimi yanlarıyla bulanıklaşsa da esasta derinleşerek devam etti. 1989’da yıkılan reel sosyalizm eleştirisi üzerinden var olan program revize edildi. Kapitalist modernite, sanayi uygarlığı, ulus devlet, bürokrasi, kitleleri karar alma süreçlerinin dışına iten temsili demokrasi, tek partili sistem, ekonomizm eleştirildi. Ekolojist anarşist M. Bookchin ve Frankfurt Okulu’nun yaşayan son temsilcisi J. Habermas referans alınarak küçük ölçekli üretimin merkeze alındığı komünler ve kooperatifler ile hem üretim hem de siyasal karar alma süreçlerine kitlelerin aktif biçimde katılmasını sağlayacak radikal demokrasi çizgisi önerildi. Hangi siyasal biçim altında olursa olsun bir baskı aracına dönüşebilecek bir aygıt olarak tanımlanan genel anlamda “devlet” mekanizması eleştirilerek ekonomik ve siyasal hayatın mevcutta var olan devlet alanı dışında “sivil alan”da örgütlenmesi önerildi. Devletsiz de olsa toplumların yaşayabileceği tarihsel geçmişten örneklerle gösterilmeye çalışıldı. Ulus devletler, milliyetler arasında çatışmalara neden olduğu için demokratik ulus modeli önerildi. Gelir adaletsizliğini derinleştirdiği, bölüşüm ilişkilerine zarar verdiği için anti tekelci bir söylem öne çıkartıldı. Kabaca özetlenecek olursa bu program; kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite, sanayi uygarlığına karşı doğa merkezli uygarlık, ulus devlete karşı demokratik ulus/konfederalizm, mevcut cumhuriyete karşı demokratik cumhuriyet, büyük ölçekli üretime ve merkezi planlamaya karşı komün ve kooperatifler, devlete karşı onun alanı dışına çıkarak sivil alanı örgütlemek, temsili demokrasiye karşı radikal demokrasi, üretim süreçlerinin tek elde toparlanmasına karşı anti tekelcilik ve kadınları hayatın her alanında özne kılmak biçiminde toparlanabilir.

Bu görüşleri isteyen eleştirebilir, ortodoks bulmayabilir, sivil toplumcu, liberal, anarşist… bulabilir; bunlar ayrı. Ama önemli olan şu; Kürt siyasetinin ne 70’lerde ne de şimdilerde, hiçbir dönem kendini sadece Kürt eksenli siyasetle, kimlik siyasetiyle sınırlandırmadığının, kimlik siyasetini her dönem, sınıf siyaseti ekseninde belirlediğinin teslim edilmesi gerekir. Kürt Hareketi, son süreçlerde kısmen bulanıklaşsa da sınıf siyaseti ekseninden hiç kopmadı. Tam da bu yüzden KDP ile arasındaki gerilim hiç bitmiyor. KDP ile yaşanan gerilim bir iktidar savaşı değildir. Bunu da içerir ama esas olarak iki ayrı sınıf, iki ayrı program arasında yaşanan bir sınıf savaşımıdır. Kategorize edersek salt kimlik siyaseti ekseniyle kendini tanımlayan bir siyaset ile kimlik siyasetini sınıf siyaseti eksenine tabi kılarak kendini tanımlayan iki ayrı program arasındaki bir çatışmadır.