İklim Adaleti Mezopotamya Kervanı İzlenim ve Tanıklıkları

İklim Adaleti Koalisyonu ve Ekoloji Birliği’nin düzenlediği ve 17 Eylül’de orman kıyımına karşı Cudi’de başlayan Mezopotamya Kervanı yolculuğumuz, Silopi’deki termik santralin yaşam alanlarına tecavüzünü yerinde gözlemleme ve teşhir etmeyle devam etti. 19 Eylül’e kadar süren ziyaretler kapsamında (Amed)Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri, tarihi Sur kenti, Dicle Nehri, baraj altında kalan Hasankeyf, Sarım Havzası ve Goderne Vadisi’ndeki tarihi, kültürel ve ekolojik yıkımın boyutları gözler önüne serildi.

Mezopotamya Kervanı Programımız

İlk gün Cudi yürüyüşüne toplu katılımı ve alana kalabalık güçlü bir girişi engellemek için kolluk kuvvetlerinin araçları fişlediği ve GBT yaparak araçları beklettiği, zaman geçirerek yıpratma politikası uyguladığı bir durum gelişmişti.

Bizler de araç değiştirerek çokça kontrol noktasından geçerek alana nihayetinde giriş yapabildik. Günlük planımızı uygulamak için devletin kolluk güçlerinin özel uğraşları sonucu zaman kaybı oluştuğundan kervan programımız ve rotamız da dolayısıyla biraz aksamıştı. Bunca baskı ve engellemeye rağmen güçlü bir direnişle yürüyüşü gerçekleştirdik.

Alanda Kürt halkının öncülüğünde toplumun her kesiminden insanların buluştuğu kolektif bir direniş ruhu hakimdi. İlk önce polisin TOMA’larla tazyikli su sıkarak püskürtmeye ve ardından üzerimize gaz kapsülleri atarak dağıtmaya çalıştığı şiddetli saldırı sonrasında toplamın ikiye bölünüp direnerek tekrar birleştiği bir mücadele hali başlayıvermişti. Herkes gazın yoğun olduğu alandan birbirinin koluna yapışarak birilerini o şiddet hengamesinden çıkarmaya çalışıyordu. Orada direnen herkes gibi benim de gazdan gözlerim yaşarıp göremeyecek, öksürükten nefes alamayacak duruma geldiğimde -sağ olsun köylüler tecrübelerinden hazırlıklı gelmişlerdi- ve  yardıma yetiştiler hemen gözüme limon sürüp ağzıma  şeker atıverdim, mendille de yüzümü silip kendime gelmiştim sayelerinde.

Orada yıllardır doğa için dilleri, kültür ve yaşam alanları için mücadele veren köylülerle görüştüğümde bana o gün hariç her zaman çok daha sert ve acımasızca saldırdıklarını, plastik mermi kullandıklarını, polisin sakatlayarak yakalama yaptığını anlattılar. Bu, yurdun dört bir yanından gelen doğa savunucularının ve basının olaya müdahil olarak devlet şiddetini küresel boyutta teşhir etmesinden kaynaklı devletin terör gücünü göstermelik olarak da olsa orantılı kullanmak mecburiyetinde kaldığının göstergesiydi.

Özellikle seçim öncesi politik birikim sürecinde geniş çaplı kitlesel direnişlerle devlete ve kolluk kuvvetlerine onların korkularının üzerine giderek geri adım attırdığımız politik bir zemin oluşturabiliyoruz. Bu iktidarın zulüm saltanatının son demlerindeki çekimser, özgüvensiz, kararsız tavır ve politikalarının yansımasını kentlerdeki sokak mücadelelerinde de gözlemleyebiliyoruz. İstanbul’da son birkaç aylık süreçte yaptığımız tüm eylemlerde polisler sert müdahale ediyor ve çok “rahat” davranıyorlar. Eylem anında polisin biri arkadaşımızı kolundan yakalarken tam elini kaldırıp vuracağı anda kararsız kalarak vurmayıp geri bıraktığı, bir gazeteci arkadaşımızı alıp hemen eylem anında geri bıraktığı, video çekemezsin deyip -çekiyorum hadi engellesene denildiğinde hiçbir şey yapamayıp çaresizce amirine baktığı hadiseler de yaşanmıştı. Ara ara polisleri oynatarak ablukalarını yıkıp geçtiğimiz ve onların da zaman zaman verilen emirleri “mış” gibi yaparak karşımıza çıktıkları durumlar oluyor. Rütbesiz polislerin o hiyerarşik yapıda ne kadar üstlerinden baskıya maruz kalsalar da pratikte halkla karşı karşıya gelmekten korktukları ve taraf oldukları yapının çok değil aylar sonra hesap vereceği endişesiyle hareket ettikleri diken üstünde oldukları bir durum söz konusu. Bu konjonktürde, çürük duvarda fırsatlar yaratarak daha büyük çatlaklar ve gedikler açmanın tam zamanı diye düşünüyorum.

Cudi’de bana garip gelen şeylerden birisi de polis, jandarma amir ve komutanlarının Uhud Savaşı’ndaymışız gibi bir tepeyi tutarak megafonla aşağıdaki kurşun askerlere emirler yağdırması ve yanlış yaptıklarında da fırçalamasıydı. Oradan, Uhud’daki  okçular gibi çevikler de gaz kapsülü fırlatıp duruyorlardı. Bir an bu savaşın biçimi bana trajikomik gelmeye başlamıştı. Güya Medeni (Medineli) olduklarını söyleyen onlardı ama hiç öyle davranmıyorlardı.(!)

Burası talan alanıydı. Burası absürtvari bir kara anlatı: Despotun taşrasıydı…

Geçmişte Bölgede Yaşananlar

Şırnak’ta ağaç katliamına karşı verilen 25 meclis önergesi yanıtsız kaldı. Valilik, Bakanlık, Cumhurbaşkanlığı vb. ile yapılan tüm hukuki ve bürokratik görüşmelerden hiçbir sonuç alınamadı.

7 Haziran 2015 seçimlerinde, HDP’nin seçim barajını aşarak başkanlık sistemine karşı duruşunu ilan etmesi ve Kürtler dışında farklı bir toplumsal tabana da hitap ederek AKP iktidarını sınırlandıracak konumda olmasının da getirdiği korku ve endişeyle devletin halklara savaş açmasıyla devam eden bir süreç gelişmişti. Halklar “güvenlik” adı altında izole edilerek, yalnızlaştırılarak psikolojik ve ağır fiziksel saldırılarla beraber yaşam alanlarının güvenlik güçlerince yıkılıp tahrip edilmesiyle karşılaştılar. 90’lı yıllarda da yüzlerce köy ve mahalle yakılıp yıkılmıştı. Buradaki temel amaç da bugün olduğu gibi aynıydı: Cudi’yi, Botan’ı ve tüm Kürdistan’ı insansızlaştırmak ve demografisini değiştirmek.

Bugün tüm canlılar ve insanlar dahil toplu katliamların başlangıcından itibaren Cizre’ye bakacak olursak bölgedeki tüm canlıların yuvasızlaştırıldığını ve doğasızlaştırma politikalarıyla ormanların tıraşlanarak ölü topraklar haline getirildiğini görüyoruz. Tüm bu talan ve savaş hala sürerken yurdun ve dünyanın dört bir yanında demokrasi havarisi kesilerek konjonktüre göre renkten renge girseler de kendi ürettikleri safsatayı kullanarak kendilerine ‘yeşil’ diyen STK’lar, aktivistler, gazeteciler, medya yayın kurumları Şırnak’ın sesini hiçbir zaman duymadı ve biz kazanana dek de duymayacaklar. Çünkü suçun ortakları olduğu gibi suçun  artıkçıları  da var maalesef. Ve burada yaşananlara dair tek söz etmeyip, tek satır yazı yazmayan, dayanışmadan yana olmayıp hiçbir şey yapmayanlar bu insanlık suçuna da ekokırım suçuna da ortaktırlar.

Şırnak’ta yaşananlara dair son olarak Demirtaş’ın kıymetli bir sözünü zikretmekte fayda görüyorum: “Cizre şimdi Roboski, Suruç, Ankara gibi tarihe geçiyor. Ama insanlık tarihi bir yandan katliam, bir yandan da direniş tarihidir.” Ve bu direniş tarihini acılarımızla kayıplarımızla olduğu kadar zaferlerimizle, yeniden yeşerttiğimiz alanlarımızla gelecekteki doğa savunucularına intikal ettireceğimize tüm varlığımla inanıyorum.

.Cudi’de jandarma ve polislere slogan atıp gülerek dalga geçen çocuklar…

Gaz kapsülleri atan polislere karşı dimdik duran Kürt halkı…

Amed, Tarihi Sur Kenti ve Hevsel Bahçeleri

Kent ve bahçelerin iç içe muazzam bir uyumla var olduğu ender yerlerden biridir Amed Suriçi ve Hevsel Bahçeleri. Güney Doğu Anadolu bölgesinin en büyük kuş cenneti olan bu yerde 8000 yıldır kesintisiz tarım yapılıyordu. Bakanlık tarafından özel proje alanı ilan edilip Millet Bahçesi adı altındaki doğa talanı başlamadan önce en az 200 aile de geçim sağlıyordu.

Burada Gezi direnişi sonrası Dicle Üniversitesi 700 ağacı katlederek ekokırım suçu işlese de halkın direnişiyle büyük bir kısmı korunarak bugünlere gelebildi.

Sur 124 gün boyunca bombalandı. Tehdit ve baskılarla, tutuklamalarla, evlerinden yurtlarından zorla çıkarıldı insanlar. Bugün Mehmet Abiş hâlâ, daha fazla zarar görmemesi için 550 yıllık evinde nöbet tutuyor. Ve buna benzer nice örnekler var daha…

Savaş sırasında ağır hasar alan ve mermi izlerinin hâlâ durduğu Kurşunlu Camii…

Hep birlikte bölgenin çok etnisiteli yapısına ve kültürel zenginliğine dair sohbet ederken Zeki hocamızdan Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan’ın ‘Gavur Mahallesi’ kitabını okuma önerisi olarak not almıştık kendimize.

Hasankeyf:

Hasankeyf başta olmak üzere bölgedeki 5000 mağara dinamitle patlatılarak talan edilmişti. GAP projelerinden birinin Ilısu Barajı’nın da inşa edilmesiyle birlikte habitatı tamamı ile cansızlaştırdılar, yok ettiler. Bizi şaşırtmayacak Türkiye çapındaki bir istatistiğe bakacak olursak GAP’ın uygulandığı günden bu yana GAP bölgesinin illeri (Gaziantep dışında) Türkiye sıralamasında daha çok gerilemiştir.

Bölgeyi insansızlaştırıp ekoturizm merkezi yapma planları kuran yönetimlerin doğaya her müdahalesi sonrasında yerine koydukları her şeyin sırıtmasını, eğreti duruşunu gözlemleyebiliyoruz bu karede.

Zeynel Bey Türbesi, Ilısu Barajı tamamlanınca su altında kalacağından dolayı 12 Mayıs 2017’de bulunduğu yerden 2 kilometre uzaklıktaki iktidarın ‘Yeni Kültürel Park Alanı’ olarak adlandırdığı yere taşındı.

Sarım Havzası:

Bingöl’ün Genç ilçesi ve Diyarbakır’ın Lice ilçesi arasında, Dicle Havzası Sarım Çayı ve yan kolları üzerinde kurulması planlanan ve raporlama aşamasındaki ‘Birsu Hidroelektrik Santrali Projesi’ Silvan Elektrik Şirketi’ne 49 yıllığına kiralanmıştı. Sarım Havzası, Lice merkezden Kulp istikametine doğru yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta 20-25 kilometrelik bir alanı kapsıyor.

HES’lerin yapılması durumunda yaşam alanları tahrip olacak olan köylerin sayısı ise 100’e yakın.

Eğer mücadele verip iş makineleriyle girmelerine engel olamazsak baraj havzasında bulunan birçok yerleşim yerini ya sular altında bırakacaklar ya da kuraklık nedeniyle yaşanmaz bir hale getirecekler. Her iki durumda da insanlara göç etmek dışında bir seçenek bırakmayacaklar. 1915 itibariyle Ermenilerin katledilmeleri ve zorunlu göçe zorlanmaları, ardından 1925’te Şeyh Sait isyanı sonrası bölge halkına tehcir uygulanması ve 1993’te de köylerin kundaklanması nedeniyle üç kez göç eden Bingöl’ün Genç ilçesine bağlı Sağgöze köylüleri, bu kez de yapılması planlanan baraj nedeniyle evlerinden, akarsularından, ormanlarından olmak istemiyorlar.

HES inşa edebilmek için köye yol ve köprü yapmışlar. Yine bunları yapabilmek için de hemen oraya kum ocağı inşa etmişler.

Goderne Vadisi:

Bölgede yer alan tarihi mekânların birçoğu yapılan barajlar nedeniyle sular altında kaldı. Hasankeyf ya da Eğil gibi yerler bunlara örnek iken tarihi ve doğası ile binlerce canlıya yuva olan olan tarihi Gelîyê Godernê Vadisi de baraja kurban edilmek isteniyor. Bölge halkı ve doğa savunucuları olarak harekete geçmezsek Silvan barajının faaliyete geçmesiyle birlikte burayı ne bölge halkı ne de bu dağlarda, bu sularda yaşayan canlılar kullanamayacak.

Silopi Termik Santrali:

Silopi’ye bağlı Görümlü ve Çalışkan beldeleri arasında bulunan termik santralin bölgenin ekosistemine verdiği zarar her geçen yıl daha da büyüyor. 2004’te ‘üretim lisansı’ verilen, 2009’da ise faaliyete giren hükümete yakın çetelerden Ciner Grubu’na ait santral, hem doğa hem de insanların yaşamı için büyük bir tehdit. Bu yüzden o muazzam dağ silüetlerinin arasında gri dumanıyla sırıtan bu ucube yapının oraya aidiyetsizliği ve tüm yaşam alanlarını işgalinden ötürü acilen yıkılması gerekiyor.

Bu santral yüzünden 1 yılda 511 insan canından oldu. Her evde kanserli hastalar var, ve bu kanserli, astım hastası insanların verilerini sağlık bakanlığı paylaşmıyor. Çünkü bu insanlık suçunun infial yaratacağını ve şiddet üzerine kurulu iktidarlarının yıkılacağından, tehlikeye gireceğinden korkuyorlar. Şırnak’taki her bölgede yaptıkları gibi bu köyün etrafındaki her tepeye de bir kalekol inşa ederek bu insanları buraya hapsettiler. Ve bu kolluk kuvvetleri yüzünden ticari, sosyal, politik her anlamda yoğun baskıya maruz kalıyorlar. Bölgede yaşayan insanların röportaj yapmalarına bile izin vermiyorlar.

Marx’ın devleti egemen sınıfın denetiminde bir şiddet aygıtı olarak değerlendirmesinin haklılığını doğrudan gözlemleyebiliyoruz burada. Devlet sermayenin kazancı uğruna halklara ölüm ve hastalık vaat ediyor…

Biz de bu zulüm politikaları uygulayan egemenlere  karşı Silopi’ye giderek hiçbir yatırım doğadan, insanlardan ve tüm canlılardan daha değerli ve öncelikli değildir diyerek sözümüzü söylemiş olduk.

Basın açıklamamızı okurken…

Hayvanların, Türdeşlerimizin Durumu

Kürdistan coğrafyasındaki ekokırım suç mahallerini tek tek gezerken önce kapitalist sermayedarların sonra ise tüm insanların hayvanlara değişmeyen kader olarak çizdikleri zulüm politikalarını ve bu canları nesneleştirmelerini gözlemledim.

Bir yandan tarihî kültürel arka planı da olan bir sömürü bu. Örneğin Dicle nehrinde önceleri hayvan derilerinden yapılan Kelek adı verilen şişme bot tarzı şeylerle balıkçılık ve ticaret yapılıyordu. Hayvanların sırtlarına kereste olur erzak olur her şeyi yükleyip kullanıyorlardı. Tulum yüklü kervanların biri gidiyor öbürleri geliyordu. Bunlar bugün yaşadığımız dünyada bizlere çok garip gelmiyor olabilir çünkü sömürünün biçimleri birazcık değişse de sömürünün ve katliamların kendisi değişmedi hâlâ. Örnekleri uzakta aramayacağım. En basitinden bu kervana katılan ekoloji örgütlerinin hemen hemen hepsi navegan. Ne yazık ki hâlâ türcülüğe ve hayvan özgürlüğüne dair yeterince farkındalık geliştirememişiz. Hayvanlar için doğa için dağlardaki ceylanlar, böcekler, kuşlar, tüm canlılar için eylem yapıyoruz ama hemen ardından tabaklarımızda bir cesetle, üzerimizde o bölgedeki hayvanların sömürülmesiyle, tüyleri, yünleri çalınarak üretilmiş bir kıyafetle, elimizde hayvan deneylerinde kullanılmış bir ürünle kendimizi afişe ederek pratikte çelişkili bir tutum sergiliyoruz.

Eşitliği savunurken iktidarımızı sorgulamaya girişmiyoruz hiç. Her ezilenin hakkını savunduğumuz dayanıştığımız gibi her ezilenin de birilerini ezdiğini unutuyoruz. Hayvanların çektikleri acıyı görmüyor emeklerini, bedenlerini ve her şeylerini sömürüyoruz. Bu coğrafyada turizm amaçlı yani keyfi bir biçimde faytonculuk devam ediyor hâlâ. Bu insanların geçim kaynağı diyenler var ama geçimimizi birilerini sömürerek bedenlerini alıp satarak atları çatlayıp ölecek kadar koşturarak kazanmak zorunda değiliz.

Nehirde katledilip şehir merkezinde satılan balıklar…

Hasankeyf’te tek rastladığım kedinin de dişlerinin olmaması ve ağzının yaralı olması insansızlaştırılan, cansızlaştırılan bu yerdeki tek tük kalan hayvanların da bu kanlı politikalardan ne kadar büyük oranda etkilendiğini gösteriyor.

Ayağı sakatlanmış bir keçi; idare etsin diye bir tahta parçası ve keçeye benzer bir bezle desteklemişler bacağını. Büyük ihtimalle yaşadığı sürece sütünden faydalanıp biraz daha kilo alıp yaşlanınca da kesilecek veya kesilmesi için satılacaktır.

 

Son birkaç güzel fotoğrafla da umudumuzu hep diri tutmayı hatırlayarak, insan merkezli ve türcü olmayan, eşit, özgür vegan bir dünyayı yaratma mücadelesinin sözünü verelim hep beraber…