COVID Çağında Lefebvre: Kentsel Devrim ve Paris Komünü’nden Dersler-Andy Merrifield

El Yazmaları’nın Notu: Dünyayı “alt üst eden”, mevcut tüm toplumsal krizleri daha da belirginleştiren COVID-19 salgını günlerinde Henri Lefebvre’in Kentsel Devrim kitabı ile Paris Komünü’nü aynı metinde tartışmamızı sağlayan şey ne olabilir? Ya da soruyu şöyle soralım: Yeni bir dünya ufku, en bariz biçimde kriz anlarında mı belirir? Andy Merrifield, bizi bu iki “eserin”, Paris Komünü ile Kentsel Devrim’in doğum gününü birlikte kutlamaya ve Vive la Commune! demeye çağırıyor…

Henri Lefebvre’in Kentsel Devrim’i (1970) 50. yaşını kapanma altında sessizce kutladı ve şimdiye kadarki en büyük kentsel devrimimiz, Paris Komünü (1871), benzer bir biçimde 150. yaş gününü kutladı. COVID-19 yaşamı yok etmekle tehdit etse bile hem kitap hem de olay (komün) ilerici insanların şehir hayatı hakkında düşünmelerine yardımcı olma konusundaki parlaklıklarından hiçbir şey kaybetmediler. Özellikle COVID-19’un yaşamı tehdit ettiğini söyleyebileceğimiz bugünlerde hem Kentsel Devrim hem de Paris Komünü, pandemi sonrası bir kentsel dünyayı nasıl yeniden inşa edebileceğimiz ve onu demokratik olarak nasıl yeniden kurabileceğimiz konusunda hayati öneriler sunuyor.

COVID, bir zamanlar bildiğimiz kentsel yaşamı alt üst etti. Fakat hâlihazırda var olan patolojileri, pandemi öncesinde “normal” yaşamı kirletenleri de yoğunlaştırdı. On yıllardır olağan şey haline gelen sömürü, şehirlerin yalnızca işlevsel ve finansal olarak standart hale gelmesi demek değildi; şehirler aynı zamanda çok pahalı ve eşitsiz bir şeye dönüştü. Son zamanlardaki sosyal mesafe, bu eşitsizlikleri daha da artırıyor, şehirlerdeki fiziksel karşılaşmaları engelliyor, en çok da yoksul ve durağan sakinlerin canını yakıyor. Günümüzde kentsel gerçekliğimiz, hastalığa yönelik korku ve nefret nedeniyle, karşılaşmaların olduğu ve yoğunlaşmış bir şehir yaşamından ziyade zayıflamış, dağınık ve seyrelmiş haldedir.

Şehrin bu şekilde kötüleşmiş olması Henri’yi pek şaşırtmazdı. Kentçilik karşıtlığı ve boşa düşürülen umutlar hakkındaki her şeyin farkındaydı. Ne de olsa Kentsel Devrim bunlardan doğmuştu, 1968’in umut vericiliğinde kök salmış ve gelişmişti, ancak takip eden iç karartıcı dönemi oldukça iyi sezinlemişti.[1] 1970’e gelindiğinde, Lefebvre sokak mücadelesi yıllarının vaatlerinin boşa çıktığını fark etti; özellikle maddi koşulların göz önünde bulundurulduğu temkinli bir yeniden kavramsallaştırmayı oluşturmaya çalıştı. 1968’den sonra öngördüğü şey, Marksist Antonio Gramsci’nin “pasif” olarak nitelendirebileceği bir devrimdi -yukarıdan bir isyan, bir karşı devrimdi. (Marx’ın Manifesto’da “burjuvazi son derece devrimci bir rol oynamıştır” derken kastettiği buydu.) Yine de Kentsel Devrim’de Lefebvre’in istediği, Paris Komünü’ne daha çok benzeyen, Gramsci’nin “mevzi savaşı” olarak adlandırdığı, aşağıdan gelen halkçı ve tarihsel bir saldırı, bir devrimdi.

Hegel’i tersine çeviren Marx gibi, Lefebvre de ana akım ekonomik ve sosyolojik bilgeliği tepetaklak eder: “Sanayileşmeyi kentleşmenin bir aşaması olarak görmeliyiz” diyor, “bir an, bir aracı, bir araç. İkili süreçte (sanayileşme-kentleşme) belli bir süre sonra ikinci terim baskın hale gelir ve birincisinin yerini alır.” Bu, herhangi bir Marksist için cesur, kışkırtıcı bir ifadedir. Çünkü o, sanayileşmenin kentleşme kadar kapitalist ekonominin temel dayanağı olmadığını, sanayileşmenin baştan beri özel bir kentleşme biçiminden ibaret olduğunu öne sürüyor. Kapitalizm hüküm sürüyor, diyor Lefebvre, çünkü artık çok özel bir metayı yönetiyor ve üretiyor: kentsel mekânın kendisini – yani (kentsel mekân) devasa büyüklükteki bir küresel pazarda hem bir fırlatma rampası hem de roket olarak muazzam bir üretim aracı olduğu kadar bereketli bir artı değer kaynağı.

Artık şehirlerden bu şekilde bahsetmemeliyiz, diyor; bunların hepsi modası geçmiş şeyler. Bunun yerine, kent toplumundan, sanayileşmeden doğan bir toplumdan, geleneksel kentteki samimi yakınlığı paramparça eden, Engels’in sanayi kentine dönüşen, ama sonrasında daha geniş büyükşehir birimleri tarafından aşılmış, yutulmuş ve yok edilmiş bir toplumdan söz etmeliyiz. Kırsal yerler de kentsel sürecin ayrılmaz bir parçası haline gelir, sınırlarını sürekli genişleten, tarımsal yaşamın kalıntılarını durmadan aşındıran, artı değeri artırmak ve sermaye biriktirmek için her şeyi ve her yeri silip süpüren bir “kent dokusu” tarafından yutulur. “Bu terim, ‘kentsel doku’,” diye açıklıyor Lefebvre, “kentlerin inşa edilmiş çevresini dar bir şekilde tanımlamaz, şehrin kırsal alan üzerindeki tahakkümünün tüm tezahürlerini de tanımlar. Bu anlamda bir tatil evi, bir otoyol ve bir kırsal süpermarket, kentsel dokunun birer parçasıdır.”

Kentsel Devrim, Richard Nixon’ın ABD dolarının değerini düşürmesinden ve altın standardının sabitlenmesinden vazgeçmesinden bir yıl önce ortaya çıktı. Çeyrek asırlık kapitalist genişlemeyi kontrol altında tutan mali ve ekonomik düzenleme neredeyse bir gecede ortadan kalktı. ABD ekonomisi Vietnam’daki savaşın yükünü taşımaya çalışırken, Amerikan ticaret dengesi açığı belirdi. Nixon, doları aşırı değerlemeden veya rekabet gücünü kaybetmeden sabit döviz kurlarının sürdürülemeyeceğini biliyordu. Böylece doların dalgalanmasına izin verdi, değerini düşürdü ve Bretton Woods ipinin ucunu kaçırdı. Bundan sonra dünya para birimi dalgalandı; sermaye artık ulusal sınırlar arasında daha kolay bir şekilde ileri geri gidebilirdi. Kuralsızlaşmış bir kapitalizm, kısıtlama olmaksızın yaygınlaştı; Lefebvre onun gelişini hissetti, gayrimenkul ve finansal varlıklar üzerinde spekülasyon yapabilen gevşek paranın, yani mekânda somutlaşmak için can atan sıvı ganimetin, “ikincil sermaye çevrimi” olarak adlandırdığı şeyi nasıl kolaylaştırdığını gördü.

Bir sınıf olarak sermayenin bakış açısından bu son derece anlamlıdır: Peyzaj saf bir mübadele değeri olarak işaretlenir ve arazideki faaliyetler, mutlaka “en iyi” olmasa da “en yüksek” arazi kullanımlarına uygundur. Tıpkı diğer sektörler ve yerler yatırımdan mahrum bırakıldığı gibi, ikincil çevrim akışları şiddetli hale geldikçe kârlı yerler yağmalanır. İster istemez insanlar da paranın peşinden gitmek zorunda kalıyorlar, kırsaldan şehre, fabrikalardan hizmetlere, istikrardan kırılganlığa doğru akıyorlar. Kent dokusu, devalüasyon ve yeniden değerleme, kriz ve spekülatif aşırılık, harap olmuş bir yapılı biçim ile yenilenmiş bir yapılı biçim ve sermaye birikimi için taze bir temel arasında bocalıyor. Bir zamanlar paslı bir iskelede kumlu bir depo olan yer; şimdi, birinci sınıf bir gezinti yerinde gösterişli bir çatı katı. Bir zamanlar kenarda boş bir alan olan yer; şimdi yukarı tarafın merkezindeki mahalle.

Yarım yüzyıl sonra, Lefebvre’in Kentsel Devrim’indeki görüşleri kulağa her zamanki gibi taze ve anlamlı geliyor. Yine de burada isyan uyandıran bir manifesto bekleyen herkes, hayal kırıklığına uğrayacaktır. Bu, kent yaşamı için tutkulu bir “haykırış ve talep” ile doruğa ulaşan Şehir Hakkı (1968) gibi bir kitap değil. 1970’te Lefebvre, militan düşünceler bakımından daha ihtiyatlı, daha düşünceli bir metni bizlere verdi. Kentsel Devrim’in gerçekte ne tür bir radikal devrimi benimsediği konusunda ipuçları istiyorsak, geriye bakmalı, geçmişe, Lefebvre’in erken bir çalışması olan 1965’te yazılmış Komün’ün İlanı’na (La proclamation de la Commune) gitmeliyiz. Onu okumak ilerlememize yardımcı olabilir.

Lefebvre’in siyasi tahayyülünü ateşleyen, Komün’ün tarzıydı. Peki bu tarz neydi? “Muazzam, görkemli bir festivalin tarzı” diyor Lefebvre, “Fransız halkının ve genel olarak insanların özü ve sembolü olan Paris yurttaşlarının kendilerine ve dünyaya sundukları bir festival. İlkbahar bayramı, mirastan mahrum bırakılmışların bayramı, devrimci festival ve devrimin festivali, özgür festival, modern zamanların en büyüğü, bütün dramatikliği ve muhteşem neşesiyle ilk kez ortaya çıkıyor.”[2] 73 gün boyunca, Ulusal Muhafızların bir “Merkez Komitesi” tarafından desteklenen, gevşek bağlı yurttaş örgütleri, mahalle ve sanatçı dernekleri, Paris’in 20 bölgesini burjuva otoritesinden, ordusundan ve polisinden kurtarılmış, ekonomisinden ve bürokrasisinden özgürleştirilmiş bir halk iktidarı bölgesine dönüştürdü. 

18 Mart’ın erken saatlerinde, çoğunluğu kadınlardan oluşan hoşnutsuz bir yurttaş kalabalığı, Montmartre Tepesi’nde toplandı ve halka ait olan eskimiş topları kuşattı. General Lecomte, Ulusal Muhafızlara topları ele geçirmelerini ve ateş açmalarını emretti. Üç kez ateş emri verdi. Askerler sessiz kaldılar, silahlarını kendilerine, “halka” çevirmeye gönülsüzdüler; ne de olsa kendileri “halk”tı, askere alınan işçi sınıfıydılar ve önlerinde muhtemelen anneleri duruyordu. Aniden, hava dönmüştü. Tüfekler yön değiştirdi, Düzenin egemenliğini hedef aldı. Lecomte o günün ilerleyen saatlerinde, 1848 “Haziran Günleri”nin baş cellatlarından General Clément Thomas ile birlikte vurulacaktı. 10 gün sonra -28 Mart 1871’de- Belediye Binası Meydanı’nda (Place de l’Hôtel-de-Ville) Paris Komünü resmen ilan edildi. Çok geçmeden Rimbaud şöyle yazacaktı: “Batı’ya oturmuş kutsal kentin işte hali”. [3]

Lefebvre, “ihtişam ve çılgınlık, kahramanca cesaret ve sorumsuzluk, hezeyan ve akıl, yüceltme ve yanılsama”nın bir araya toplandığını söylüyor. İsyancılar, Marx’ın devrimci praksis idealini reddederken aynı zamanda onu desteklemekteydiler. Çünkü bu, fabrikalarda kuluçkaya yatırılan bir işçi ayaklanması değildi; daha ziyade, “kendini bir insan gerçekliği ölçüsüne yükselten bir şehrin büyük ve yüce girişimiydi”. Bir kentsel devrim, kamusal alanlara yeniden enerji vererek ve günlük yaşamı dönüştürerek, yenilgiyle sarsılırken zafer çığırtkanlığı yaparak görkemli ilk çıkışını yapmıştı. Vaftizinin neşesine rağmen Komün, daha doğarken ölüme mahkûm edildi. “Hareketin başarısı,” diyor Lefebvre, “başarısızlıklarını maskeledi; tersine, başarısızlıkları da zaferdir, geleceğe açılan kapılardır, ele geçirilmesi gereken bir standart, korunması gereken bir hakikattir. Komünarlar için imkânsız olan, bugüne kadar imkânsız olarak kaldı ve sonuç olarak, onun mümkünatını fark etmemiz gerekiyor.”

İronik bir şekilde, Komün’ün özel tekilliği ve benzersizliği -Paris Prusya güçleri tarafından kuşatıldığında ve savaşla birlikte meydana gelmişti- bugün bizim için bir şekilde daha evrensel olarak uygulanabilir kılıyor, çünkü biz de aynı şekilde bizi çevreleyen güçler tarafından kuşatılmış ve aynı şekilde hayatımızı istila ettikleri durumdayız. Aslında, Komün’ün tarihinin öncesi, uğursuz bir şekilde bizim şimdiki tarihimize benziyor. En çok acıyı yoksul nüfus çekti. Paris’in ekonomisi çökmüştü. Her gün bir işyeri kapanıyordu. Yiyecek kıttı. İşsizlik büyüdü. İnsanlar ekmek için, temel ihtiyaçları için fırınların dışına uzanan kuyruklarda çaresizce beklediler. Kış kasvetliydi. Baharda hava hâlâ soğuktu. Isınma için çok az yakıt vardı. Bu sırada zenginler paralarıyla birlikte kırlara kaçmışlardı. Borsa ve Banque de France eşit derecede tası tarağı toplamıştı ve Versailles’dan yönetilen geçici bir burjuva hükümet kurulmuştu.

Lefebvre, toplumsal yaşamın bu “yapısızlaştırılmasının” tepeden tırnağa her yeri etkilediğini söylüyor. Öte yandan, “yeniden yapılandırma” -kent yaşamının yeniden inşası- aşağıdan yukarıya doğru aktı. İnsanlar Paris’i enkaz yığınlarından yeniden inşa ettiler ve düzenlediler. Buradan çok şey öğrenebiliriz. Kiralar üzerinde bir erteleme vardı; borçlar silindi, asalak pratikler yasaktı. Paris “sermayeleşmeden kurtarıldı”. Lefebvre, “Parisli kitlelerin faaliyetlerinde bir tür niteliksel bağ vardı” diye yazıyor. Kentin temeli, “Paris halkı… belediye etkinliklerinde sözcü ve katılımcı olan proleterlerle müttefik zanaatkârlar, küçük işletme sahipleri, işçiler, küçük-burjuvalar” oldu. Bu isimsiz erkek ve kadın kahramanlar “anonimliklerinden gurur duyuyorlardı.”

Şehir vaadi, her şeyin elinden alındığı, şehir hayatının en fazla tehlikede olduğu bu noktada kendini gösterir. Çünkü geriye kalan sadece insan kaynaklarıdır— yurttaşlar gibi hareket eden, el ele veren, katılan, kendi kamu kurumlarını yaratan, birbirini örgütleyen, bunu gönüllü olarak, parasal etiketler olmadan, rekabetçi zorlamalar olmaksızın yapan yurttaşların bunu herkesin iyiliği için yaptığını söyleyebiliriz. Bu, Marx’ın temel demokrasi vizyonu olan Kapital’de ana hatlarıyla belirttiği iş birliğinin büyük bir armağanıydı. Marx işyerinde iş birliği hakkında konuştu; biz burada bütün bir şehirde iş birliği yapmaktan, insanların bir kentsel güç olarak irade ve zekâlarını bir araya getirmesinden bahsediyoruz. İnsanlar birlikte çalıştıklarında, diyor Marx, “hem önde hem de arkada elleri ve gözleri vardır ve bir dereceye kadar her yerde hazır oldukları söylenebilir.” Bu, şeyleri tanımlamanın oldukça hoş bir yolu. “Başkalarıyla planlı bir şekilde iş birliği yaptığımızda”, bireyselliğimizin zincirlerinden kurtuluruz diye düşünüyordu Marx, “ve türümüzün yeteneklerini geliştiririz.”

Ancak “normal” kapitalist yaşamda iş birliğiyle ilgili sorun, yalnızca burjuvazi tarafından, insanların birlikteliğini kendi ticari amaçları için sömüren yönetici sınıf tarafından kontrol edilmesinin sahtekârlığıdır. İnsanın her yerde var olması, sermayenin her şeye kadirliğine; başka bir deyişle, ortak yarar için seferber edilmemiş, ancak özel kazanç olarak yağmalanmış kolektif bir güce dönüşür. Marx, sermayeye hiçbir maliyeti olmayan birleştirici bir gücün, iş dünyasına “bedava hediye” olduğunu belirtiyor. Ve “iş birliği ölçeğini genişlettikçe” diyor, “sermayenin despotizmi genişler.” Kötü bir haber bu. İyi haber şu ki, “iş birliği yapan işçilerin sayısı arttıkça, sermayenin tahakkümüne karşı işçilerin direnişleri de artıyor.” Marx fabrikada bunu hep istedi; 73 gün boyunca Paris’te sokakta ve hâlâ en çok ihtiyaç duyduğumuz yer olan gündelik hayatta onu bir anlığına gördük.

Paris Komünü’nün bu olağanüstü koşullarının bir şekilde sıradan hale geldiğini, herkesin ücretsiz ve rekabetten kurtulmuş bir şehir hayatına ulaştığını hiç hayal edebilir miydik? 2020’de gerçekleşen şeyler olağanüstüydü. COVID-19, gündelik yaşamda kendi devrimini, ölümcül olsa da pasif bir devrimi başlattı. Peki ya Lefebvre’in aktif devrimi ve şehir hakkı? Metadan arındırılmış, sermayeden arındırılmış bir şehir hayatı biraz daha az olağanüstü hale gelebilir mi, hatta tamamen normal bir şey olabilir mi? Ya gerçek iş birliği, ellerimizin ve gözlerimizin önde ve arkada olduğu -Marx’ın önerdiği gibi- ve “belli bir ölçüde her yerde hazır ve nazır” olduğumuz günlerin düzeni haline geldiyse? Güçlü bir devletin ekonomimize ve toplumumuza müdahale ettiğinde neler yapabileceğini, bir kriz anında neler yapabileceğini gördük. Şimdi, kriz geçtikten sonra müdahale ettiğini, demokratik olarak müdahale ettiğini, iş birliğini ve katılımı teşvik ettiğini, yukarıdan aşağıya çok fazla yıkıma uğrayan bir dünyanın aşağıdan yukarıya yeniden inşasını mümkün kıldığını yeniden tasavvur etmemiz gerekiyor.

Kesin olan bir şey var ki: Şehir hakkı artık zenginlerin ve güçlülerin kendi mülkiyet haklarını seferber etme, bu hakkı başka insanları istismar etme, işte ve evde soyup soğana çevirme, çok fazla tüketim yaparken çok az ödeme yapma hakkı anlamına gelmiyor. Sermayenin ikincil devresinin akışları üzerinde bir miktar kurumsal kontrol olmalıdır, bir şekilde bu akışlar engellenebilir, şirketlerin mübadele değerlerine değil, kamusal kullanım değerlerine yönelik altyapı ve mülkiyete yönlendirilebilir. Lefebvre’in Marksist terminolojisinde somut mekân soyut mekâna üstün gelmelidir. Niceliksel büyüme adına dünyayı niceliksel büyüme açısından düşünmenin bu “kör alanları” parçalanmalı, daha uzun görüşlü, sosyal olarak daha öngörülü hale getirilmelidir.

Lefebvre, kent hakkının gerçekleşmesi halinde dev bir toplumsal ve mekânsal sözleşmeye benzeyeceğini söyledi. İlişkisel bağlar insanları birbirlerine ve şehirlerine bağlardı. Halk sağlığı krizinin yaşandığı çağda buna ekleyebileceğimiz şey, bu “hakların” artık “görevler” ile tamamlanması gerektiğidir. Komün, yine fikir vericidir. Komünarlar kendilerini şehre verdi, şehirlerini işler hale getirmek için sorumlulukları olduğunu kabul ettiler. Kamusal alan sadece onlarla ilgili değildi, münhasıran bireylerle ilgiliydi. Kamu hizmeti, kolektife saygı duymak, birbirlerinin alanında birbirlerine saygı duymak anlamına geliyordu. Burada özgürlük, ortak iyiye katkıda bulunarak ve kolektif zorunluluktan geldi, çünkü insanlar kendilerinin yarattıkları bu ortak zenginlikten varoluşsal olarak yararlanıyordu. Bencil olmayan başarı duygusu devasaydı.

Bir başka deyişle kamusal alanın değeri tasdik edilmiş, sağlam ve sağlıklı tutulmuştur. Kendi zamanımızda, bu kamusal alanın nasıl aşağılandığını ve parçalandığını gördük. Toplumsal sözleşmenin çöküşü, hiçbir yerde dizginlenmemiş kişisel çıkarların hüküm sürdüğü, diğer insanların sorumluluğunun reddedildiği yerlerden daha belirgin değildir. Burada hüküm süren şey, sözde bireysel özgürlüğü tehdit ettiği için kamusal alanda koruyucu bir yüz maskesi takma konusundaki bariz isteksizliğin örnek olduğu absürt bir anti-sosyal sözleşmedir. Art arda gelen nesiller, insanları istedikleri şeyi yapabilecek özgür bireyler olduklarını düşünmeye iten ve yapamazlarsa haklarının çiğnendiğini düşündüren kapitalist bir ideolojiden zorla beslendi.

Kamusal ve paylaşılan her şeye şüpheyle, kalitesiz ve verimsiz, üçüncü sınıf bir varlık, kaçınılması gereken bir şey olarak muamele edilir. Bu artık ideolojik görünmüyor: her zaman olduğu gibi nesnel bir gerçeklik olarak insanların beyinlerine yerleşmiş durumda. Bu, insanlara unutmayı, kamusal alana sırtını dönmeyi, dolayısıyla şehre karşı her türlü görevi benlikten öteye taşımayı öğreten bir inanç sistemidir. Belki de bu iyi bir sebepten dolayıdır: sosyal devletin içi o kadar oyulmuş ki, artık bir paçavraya dönmüş. Bu günlerde, kamu sektörünün temel işlevlerinin -toplu hizmetlerin planlanması ve organizasyonunun- uzak özel danışmanlara ve yüklenicilere dış kaynak olarak büyük meblağlarla sağlandığını görmek son derece doğal görünüyor. Ancak COVID, özelleştirilmiş devletin eksikliklerini ortaya çıkardı.

Küresel bir salgınla ve bu sırada bir şehirle başa çıkmaya çalışırken bir dünya kolektif gereklilik var. Bu, Paris’i bir devrimle yeniden inşa etmeye benzer. Kent hakkının bir yönü, toplumu yeniden kabul etmeye istekli olmak, sonuçta böyle bir şeyin var olduğunu, her birimiz daha büyük bir bütünün -toplu yeniden inşa gerektiren kamu kültürünün- parçası olduğumuzu kabul edersek daha özgür olabileceğimizi kabul etmek olmalıdır. Birleşik Krallık’ın aşı hizmetinin dikkate değer başarı öyküsü, resmi olmayan bir alt olaya dayanmaktadır: Her aşı merkezini, aşı sıralarını ve trafik akışını organize eden, hatta enjeksiyonları bile düzenleyen, kolektif bir çabaya el veren kendini adamış gönüllüler ordusu. Bunu her yerde neşeyle ve büyük bir verimlilikle yaptılar. Belki kolektif katılım kişisel tatmin de sunduğu içindir. Herkes biliyor, herkes takdir ediyor, havadaki pozitif ruhtan ilham alıyor. Sırada durup aşınızı beklerken, öndeki ve arkadaki eller ve gözler gerçekten hissedilir ve canlandırıcıydı. (Sıradan zamanlarda da bu kadar saygıyı ve insan gücünü sunan bir halk sağlığı sistemi hayal edilebilir.)

Garip ve daha gösterişsiz bir şekilde, belki de bu kolektif hissiyat, Komünarların hissettikleriyle örtüşüyor. Bu, Lefebvre’nin Komün’ün İlanı’nda sık sık ortaya çıkan ve artık nadiren konuşulan bir sözcükle ifade edilen bir duyarlılıktır: “haysiyet”-la dignité. Bu sözcüğü nadiren duyuyoruz çünkü bugün hayatımızın büyük bir kısmı, özellikle de kentsel yaşamımız, haysiyetsiz, güç bela geçiyor ve hayatta kalmak, iki yakayı bir araya getirmek için yabancılaştırıcı bir günlük mücadeleyle sürüp gidiyor. Bunların arasında, haysiyet bir lüks, uzak bir ideal haline gelir. Ancak, Komünarların bildiği gibi, haysiyet duygusu dayanışmadan, halkın katılımından türer. Yoksul ama gururlu komünarlar haysiyetlerini korudular, doğru olanı yaptılar, başkalarıyla birlikte yaptılar. Tecrit ve güçsüzleşmeden kurtuldular, bir süreliğine bunun işe yarayabileceğini, başarabileceğinizi hissederek zorlukların üstesinden birlikte gelmek için mücadele ettiler. Belki de haysiyet hakkı gerçekten de Kentsel Devrim’in yazılmasından 50 yıl sonra, Komün’ün 150. yıl dönümünde sessizce ilan ettiği şeydir: saygı görme hakkı, başkalarına saygı gösterme görevi. Taklit edilmeye değer bir tarz varsa, o da haysiyettir. Kesinlikle harika bir tarz. Asla modası geçmemesi gereken bir şey. Vive la Commune!

(Bu yazı İngilizceden Türkçeye Diyar Saraçoğlu ve Caner Malatya tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan erişebilirsiniz: https://mronline.org/2021/03/28/lefebvre-in-the-age-of-covid/ )

 

[1] HenriLefebvre, La révolutionurbaine(Paris: Gallimard, 1970); The Urban Revolution(Minneapolis: Minnesota UniversityPress, 2003), Kentsel Devrim (İstanbul: Sel, 2013).

[2] HenriLefebvre, La     proclamation de la Commune (Paris: Gallimard, 1965). Lefebvre’inKomün yorumu, eski yoldaşlarını 1871 üzerine fikirlerini çalmakla suçlayan GuyDebord ve Sitüasyonist Enternasyonal (SI) ile arasında bir çatışma yarattı. Debord, Lefebvre’in görüşünün Sitüasyonist Enternasyonal’in kendi “Komün Üzerine Tezler”inden (1962) aşırıldığını söyledi. Lefebvre 1983’te verdiği bir röportajda, “Bu hassas bir konuydu” diye itiraf etti. Lefebvre, “Bir festival olarak Komün hakkında bir fikrim vardı ve Milano’daki Feltrinelli Enstitüsü’nde bulunan Komün hakkında yayımlanmamış bir belgeye danıştıktan sonra bunu tartışmaya açtım. Enstitüde haftalarca çalıştım,” dedi ve ekledi: “Bu intihal suçlamaları umurumda değil.” “Dergilerinde Komün hakkında yazdıklarını okumaya hiç vakit ayırmadım.” Yine de Lefebvre, Debord’aLa proclamation de la Commune’de “bu kitabın hazırlanmasındaki verimli ve samimi tartışmalar sırasındaki” dostluğu ve desteği için teşekkür eder. Ama bir dizgi hatası olarak -ya da Lefebvre’in pratik şakası?-Debord’dan M. GuyDebud olarak bahsedilir! 2018’de La fabriqueéditions, Lefebvre’inLa proclamation de la Commune kitabını merhum Daniel Bensaïd’in2008’de yazdığı mükemmel bir önsözüyle yeniden yayımladı, Gogol’un İki İvan’ın Münakaşası gibi ortaya çıkan Lefebvre-Debord tartışmasını uzun uzadıya tartıştı. La fabrique’in yeni baskısında, Lefebvre’inDebord’a teşekkürü kesildi.

[3] Türkçesi: Arthur Rimbaud – Bütün Şiirleri, çev. Erdoğan Alkan, Varlık, 2019.