AKP–MHP İktidarının Ekonomi Politiği

Önce “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” mottosuyla, sonra “Çin modeli” diyerek bilimsel bir kılıfla sundukları; halka zulüm ve yoksulluk getiren iktisat politikalarından ısrar ediyorlar.

İktidar koalisyonunun ekonomide ne yapmak istediğini “yediden yetmişe”, iktisat biliminin teknik terimleriyle konuşur olduk. “İhracata dayalı sanayileşme ve ekonomik yapısal dönüşüm; istihdam ve cari fazlalığı, düşük faizle, serbest döviz hareketi, enflasyonda düşüş vb.” kavramlar hepimizin dilinde. Ülke çapında “ekonomik aydınlanma” yaşıyoruz adeta.

Evet! Onların ne yapmak istediği biliniyor. Programlarını yürütürken “MGK ve OHAL” sopasını göstererek ilerlemek istediği görülüyor. Ve tabi hangi sınıfa dayandıklarını hiç gizlemiyorlar.

Maliye Bakanı Nureddin Nebati, emekçi halka seslenerek “bana güvenin yeter” dedikten sonra: “Sen en fazla enflasyonda ezilirsin, maaşını kaybedersin. Benim babadan kalma işim gider” diyerek kendisi de bir tekstil patronu olarak sermaye sınıfından taraf olduğunu belirtmeyi ihmal etmiyor. Ne de olsa “Reis”inden öğrenmiştir; O da 2008 yılının 1 Mayıs öncesinde, işçileri kastederek: “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” dememiş miydi?

Türkiye’de ekonomik kriz derinleştikçe, sınıf saflaşması daha da keskinleşiyor. Bakanın ağzından dökülen bu sözler, ekonomik programlarının “süslü teknik terimlerin” altında patron sınıfının taraftarlığının itirafıdır.

Nedir Bu “Çin Modeli” Dedikleri?

Peki, iktidar, yürüttüğü bu ekonomik modelde başarılı olabilecek mi?

Açmazları, çıkmazları nelerdir? Soruların cevabından önce Çin modelini kısaca açıklayalım.

“Çin, 1980’lerde kapitalizmin bazı temel ilkelerini benimseyerek özel ellerde sermaye birikiminin yolunu açınca 20 yıl içinde tarihin en çarpıcı ekonomik dönüşümlerinden birini gerçekleştirdi. Batı dünyası da bu atılıma sermaye, teknoloji ve ‘know-how’ desteğiyle büyük katkıda bulundu. Çin ekonomisinin son 20 yılda 77 kat büyüyerek ABD ekonomisine rakip hale gelmesinde, Çin’in Batı’nın bilgi ve deneyim birikiminden azami ölçüde yararlanmasının, bilim ve teknolojiye öncelik vermesinin de büyük payı var.” [1]

İşte Çin modeli gerçeği özetle bu özellikleri taşıyor. Ucuz işgücü ve despotik devlet zoru dışında Türkiye ile hiçbir yanı uyuşmuyor. Bu haliyle olsa olsa bir “12 Eylül Modeli” olabilir; 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle uygulanan “24 Ocak Ekonomik kararları”nı uygulama biçimi…

Başarısızlığa Mahkûmlar

Gelinen noktada dünya çapında 2008, Türkiye’de ise artçı dalgalarla 2013 ve 2018 krizi derinleşerek ve genişleyip tüm topluma yayılarak devam ediyor. Özü itibarıyla kapitalist sistemin kendi sınırlarına çarparak seyreden bir kriz durumu yaşanıyor. Bu nedenle radikal bir dönüşüm olmadıkça krizden çıkılacağına kanaat getirmek oldukça güç görünüyor.

Bu nedenle iktidar koalisyonunun yeni ekonomik modelle de başarılı olması büyük engellerle karşı karşıya. İktidarı başarısızlığa mahkûm edecek etkenleri şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi, 21. yy. dünya kapitalizminin “finansallaşma” stratejisi ve 2008’den bu yana neoliberal finansallaşma politikaları yapısal krizini yaşıyorken kapitalizmin kendi sınırlarında köklü bir “kurtuluş ufku” görünmüyor.

“2008 krizi, kendi kendine gelişen rastgele olaylar sonucu değil, kapitalizmin sistemik istikrarsızlıklarının birikiminin sonucu patlak veren uzun bir zincirin son halkasıdır.”[2]

Türkiye’deki kriz, dünya çapında yaşanan “finansallaşma” krizinin[3] bir parçasıdır. Türkiye kapitalizminin bağımlı ekonomisi -ki özellikle AKP döneminde daha da artmıştır- küresel kapitalizmin krizinden ayrılmazlığının temel nedenlerini oluşturur.

Finans Kapital ve Tefeci Bezirgânlık

İkincisi, Türkiye kapitalizminin kendi tarihsel sürecidir. “Serbest rekabetçi” aşamayı yaşamadan oluşan “doğrudan” tekelci/finans-kapital ekonomik gelişimi gerçekliğinde; Türkiye burjuvazisinin “tefeci bezirgân” ruhu/geleneği hedeflenen sanayileşme, üretken sermayeye hızlı geçiş adımlarına engel olabilecek etkenlerdir. [4]

Üçüncüsü, krizden kurtulmak için gereken “zaman” kendi seyri içinde başlı başına bir sorundur. Kısa çıkış için ve Türkiye kapitalist sistemin yeni bir “yapısal dönüşüme” gitmesi üretken sermayeyle istihdam yaratarak kapitalizmi yeni niteliğe sıçratmaları oldukça zor görünüyor.

Yirmi yıldır uygulamadıkları bir modeli şimdi birden uygulayabilecek kapasitelerinin olmadığını saptayabiliriz. Böyle bir zamanda Türkiye burjuvazisinin uzun vadeli sanayi yatırımı ve adımlardan öte, kısa vadeli, kârlı “dövizli” çözümlere gideceğini kestirmek güç olmasa gerek. Zira Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin büyük patronlarla yaptığı toplantıda bu uzun vadeli ekonomik modele ve dolar bozdurup liranın değerini yükseltmeye ikna etmeye çalıştığı biliniyor. Toplantıdan çıktıktan sonra memnuniyet bildiren demeçler veren “bezirgân” ruhlu patronlar, iki gün sonra tam tersi davranışlarla dövize yatırımlar yaparak Türk Lirası’nda yeni bir değer kaybı dalgalanmasına yol açabilmiştir.

Dördüncü olarak “Çin modeli” sanayi üretkenliğine, ihracata ve istihdama dayalı bir ekonomi; Çin’de uygulanan biçimiyle, sadece ucuz işgücü ve devlet “sopası” ile yürümüyor. Böyle olmuş olsaydı ucuz işgücü cennetleri olan Afrika ülkeleri sanırım şimdiye kadar kalkınmanın en ön sıralarında olurlardı. Dolayısıyla Çin modelinin aynı zamanda eğitimli kadro, yüksek teknoloji ve yaratıcı girişimcilik koşullarında başarılı olduğu gözden ırak tutulmamalı.

Beşincisi ve en önemlisi tüm bu uygulamaları yapacak öznenin/iktidarın, toplum gözünde meşruiyetinin giderek tükenmesidir. Ülke içinde ve dışında bütün politikaların tıkandığı, çöktüğü, kendilerini bir arada tutan “iç asabiyetlerinin” kaybolmaya yüz tuttuğu bir gerçeklikte; yeni ekonomik modelle oluşturulacak bu niteliksel değişim programını kim ve nasıl yürütecek?

AKP-MHP iktidarı 21 Aralık 2021 tarihinde ekonomik programlarında önemli bir adım daha attılar. Mevduata kur farkı ödenmesini öngören sisteme geçtiklerini bildirdiler; adını da “Kur korumalı TL vadeli mevduat ürünü” koydular. Açıklamadan sonra döviz kurunun düşmesi TL’nin kısmen değer kazanmasına yol açtı.

Asıl olarak bir nevi gizli faiz artırımı denilebilecek bu uygulama; döviz dalgalanmasına karşı kamu varlıklarını kullanarak krizin yükünü halka yüklemek anlamına gelir.

2018’de de Merkez Bankası kaynaklarını kullanarak benzer bir “yalancı iyimserlik” yaratılmıştı. Bu hamleleriyle oluşan iyimser havanın uzun sürmeyeceğini görebiliriz.

Sonuç olarak iktidar koalisyonu hamasi söylemlerle yaşanan gerçekliği çarpıtıp, kabul etmese de[5] yaşanan döviz krizi ve ülkenin sürüklendiği yoksulluk batağıdır. Krizin stratejik bir derinlikte olması kısa vadeli çözümlerle önü alınamayacağına işaret ediyor.

İktidarın tüm yönelimleri Türkiye kapitalist sisteminin çoklu krizine bir çare arayışıdır.

Kriz ise çok boyutlu, derin ve yapısal olduğu aşikârdır. Sermayenin çıkarı doğrultusunda kriz toplumsallaştırılıp bütün halka, kurumlara yayılarak çözülmeye çalışılırken; halkın gözünde ağır kan kaybı yaşayarak ve meşruiyet krizi içinde bir iktidar olarak, ekonomik kurtuluşu halk güçlerine karşı “savaş” politikası uygulayarak yol almaya çabalıyor. 

Toplumsal bir ekonomik kurtuluş ise halkçı iktisat temelinde; güncel/acil talepleri tarihsel/programatik dolayımla bütünleştiren bir mücadele hattı ve devrimci dönüşümle mümkün olabilecektir.  

 

[1] https://t24.com.tr/haber/osman-ulagay-cin-modeli-degil-12-eylul-modeli,999203

[2] Yeldan, Erinç: “Kapitalizmin Yeniden Finansallaşması ve 2007/2008 Krizi: Türkiye Krizin Neresinde?”, Çalışma ve Toplum, 20, 2009.

[3] [3]“Kriz kavramının ortaya çıkışı Habermas’a göre, Orta Çağ’da tıp disiplininde, ölümcül bir hastalık anında, ölüm ile yaşam arasındaki ince ayrım anlamında kullanılması ile olmuştur. Bu kavramın iktisat yazınında kullanılışı da sistemin kendini yeniden üretebilmesinin sınırlarına dayandığı dönemleri ifade etmesiyle olmuştur. Krizler, ekonomik yapının karşı karşıya kaldığı sınırları aşabilmek için, sistem içi veya dışı farklı kaynaklara ihtiyaç duyduğu bıçak sırtı dönemlerdir. Dolayısıyla kavramın ölüm döşeğindeki bir hastayı ifadesiyle, sistemi ifadesi arasında önemli bir benzerlik mevcuttur.

Kapitalizmin kendini yeniden üretmesinin sınırları olduğunu ve bu sınırların dışsal değil, tersine, sisteme içkin olduğunu savunan teorisyenlerin temel çıkış noktası Marx’ın “Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası”dır.

Sonuç olarak, sermayenin organik bileşimindeki bu artış, artı-değerin kaynağının değişen sermaye olduğu gerçekliğine bağlı olarak, kâr oranında bir düşme eğilimi yasasının varlığını ortaya koyar.” Kriz Teorileri Doğrultusunda 2008 Krizinin Değerlendirilmesi, Serap Sarıtaş.

[4] İşte bu asalak tip haline gelir, bu yoldan tekelci kapitalist. Ve tabii asalaklığı ilerledikçe göze çarpar: yahu bu adam oturuyor, hiçbir fonksiyonu yok. 19’uncu yüzyılda iyi kötü kapitalist dediğimiz bir girişkin adamdı. Gider, taştan su çıkarır, birtakım ileri adımlar atar, memlekette bir sanayi kalkınmasında hızlı gelişim sağlar, falan… Bir görevi vardı. 20’nci yüzyılda kapitalist meydanda yok, ama kapitalistin tahakkümü ve hazır yiyiciliği var.” (Türkiye Kapitalizmi ve Finans Kapital – Hikmet Kıvılcımlı, Sosyal İnsan Yayınları)

[5] Bir boks maçında, dayak yiyen boksöre ilk raunt bittiğinde, antrenörü;
– Aferin evladım, çok iyi gidiyorsun. Adamı iyi dövdün, devam et…
demiş. İkinci raunt başlamış, değişen bir şey yok. Bizim boksör dayak yemeye devam ediyor, bir gözü de iyice morarmış. Raunt bittiğinde antrenörü;
– Çok iyi dövüştün, bravo. Adamı öyle dövdün ki neredeyse devirecektin,
demiş. Üçüncü raunt başlamış. Bu kez kaşı açılmış, dudağı yarılmış, burnu kanıyor. Ringin ortasına serildi serilecek. Neyse ki, gong imdadına yetişmiş. Perişan bir şekilde, kesik kesik nefes alırken, antrenörü demiş ki;
– Aferin evlat, çok iyiydin. Hatta önceki rauntlardan daha iyiydin. Çok iyi dövdün, perişan ettin adamı, bravo…
– Hocam, adamı çok iyi dövdüm, perişan ettim değil mi?
– Evet, evet, adamı perişan ettin…
– Hocam, madem ben adamı dövüp, perişan ediyorum… Peki ama biri beni dövüyor, o kim?