Nereye Gidiyoruz?

Kitleler mutsuz. Kitleler yoksul, geleceklerine dair şüpheler bir yana, kendilerini saran kapitalist yağma düzeni bugünü bile yaşanmaz kılıyor. Bırakın geleceğe dair iyimser konuşmayı, gündelik kaygılar her şeyin önüne geçti. Egemen sınıflar için işler tıkırında. Kitleleri saran derin yabancılaşma hali onların mutluluk kaynağı çünkü. Günde 14-15 saat çalışan ve “Ölsem umurumda olmaz” diyecek kadar yaşamından bezmiş motokuryenin sokak röportajlarına taşan anlamsızlaşmış yaşamı, onun emeğini sömüren şirket sahiplerinin yaşamını anlamlı kılıyor. Sürekli aynı şeyleri yapmaktan bitap düşmüş bir süpermarket işçisinin rutin faaliyetinin dayanılmazlığı, o marketler zinciri sahibinin lüks yaşantısını anlamlı kılıyor çünkü. Çok fazla betimlemeye de gerek yok. Sosyal medya hesaplarından, medya organlarından, tutamadıkları dillerinden fışkıran şatafatlı yaşamlarının yarattığı iyi hisler, onaylanmışlık duyguları, burjuva anlam dünyaları, aşağılarda yaşamları mahvolmuş, aciz hisseden, gayrı-insani bir varoluş içerisinde yaşamını sürdürmeye çalışan emekçinin rutin, yorucu ve yaşamı tüketici faaliyetlerinin üzerine inşa ediliyor.

İşçilerin, yoksulların, madunların, sorabileceği en tehlikeli soru “neden” sorusudur. Bu sorunun cevabı, dolaysız bir ekonomik ilişki olarak verilince de kıyamet kopmaya başlıyor. Lafı hiç uzatmaya gerek yok, sınıflar mücadelesi kristalize oluyor. Yaşadıklarımız onun sancısı. Alt sınıfların mahvolmuş, parçalanmış yaşamları üzerine yükselen sınıflar dengesi; kimlik siyasetlerinin, inanca dayalı yaşam tarzına ya da başka bir kimlik zıtlığına hapsolmuş siyasal kutuplaşmayı aşan bir kutuplaşma tarafından aşındırılıyor.

Kamuoyu araştırmacısı Bekir Ağırdır da bu olguyu doğruluyor. Bekir Ağırdır’a göre, soyut kimlik anlatısı, gerçek sorunlar [ekonomik] karşısında eriyor, çünkü hane gelirleri artan bir oranda ücret gelirlerinden oluşuyor. Hane halklarının gelirleri arasında olan kişisel girişimlerin yarattığı gelirlerin, çiftçilik gelirlerinin, esnaflık gelirlerinin oranı azalıyor. Ücretli iş gelirlerinin oranı artıyor.[1]

Özgür Kuşlar Uçarken

İşin özcesini söylemek gerekirse, uzun erimli bir proleterleşme yaşanıyor. İnsanlar mülksüzleşiyor, Marx’ın deyimiyle birer vogelfrei’a (işgücünü satmaktan başka bir gelir kaynağı olmayan anlamında, “özgür kuş”) dönüşüyor. Bu dönüşüm, ekonomik kriz, pandemi krizi derken bir de şimdi bunların içerisinden çıkan yeni ekonomik yönelimin yarattığı yoğun yıkımla daha da artıyor, artmaya da devam edecek gibi görünüyor. Hele de paranın her geçen gün değer kaybetmesi ve ekonomik durumun sürekli olarak ücretleri ve sosyal hakları baskılaması da kimliklerin ötesine taşınan bir bilincin kapısını aralıyor. Yaşanan şey kısa erimli bir oldu bittiden ziyade, her fırsatta kendisini bir biçimde ifade edecek olan bir sınıf bilinci keşfi. Yine Bekir Ağırdır’ın son derece haklı tespitlerine dayanarak söyleyebiliriz ki bundan sonrasının siyaseti bu oluşan sınıf kimliği tarafından belirlenecektir.

Sokağa bir süredir yansıma eğiliminde olan tepkinin kaynağı bu uzun erimli toplumsal dönüşümden ayrı değil. Bu “barınamıyoruz” eylemlerinde de geçerli. Sokak röportajlarına yansıyan sınıfsal öfke için de geçerli. Aslında bakarsanız sosyalist sol için uygun koşullar oluşuyor. Bu sefer hakkımız yenmesin, barınamıyoruz, geçinemiyoruz eylemlerinde yer alan sosyalistler, önemli pratikler ortaya koydular. Bu daha başlangıç, bunu zengin sınıfları ve onların sözcüsü AKP de çok iyi biliyor. Ve bu yüzden bir araya gelen 3 eylemciye 20 polis gönderiyor.

MGK Bildirisinin Gösterdiği

Olup bitenlerden bağımsız bir MGK toplanmadı. MGK bildirisinin dili de bunu doğruluyor zaten:

Türkiye’nin inşa ettiği sağlam altyapı üzerinde, hedeflerine uygun şekilde yatırım, üretim, istihdam ve ihracat odaklı ekonomi politikalarını hayata geçirme sürecinde karşılaştığı ve karşılaşabileceği sınamalar ile tehditler değerlendirilmiş, cumhuriyetimizin 100. yılına her alanda olduğu gibi iktisadi olarak da güçlü şekilde ulaşma kararlılığı teyit edilmiştir.

Tercih ettikleri ekonomik stratejinin, milyonlarca insanın yaşamını hiçe sayan bir niteliğe sahip olmasının ötesinde, yeni bir şeyler denemekte oldukları anlaşılıyor. Bu yeni şey, sadece bir ekonomik model önerisini kapsamıyor. Belli ki alt sınıfları ve onlardan gelecek her türlü tepkiyi ezip geçecek bir dizi siyasal tedbir de bu yeni yönelimin bir parçası. Bu bütünüyle bir işçi soykırımı projesidir. Bu yönelimin yaratacağı cari açık işçi kanıyla kapatılacak.

Üstelik büyük sermaye çıkışı da olacağını öngörmek zor değil. Bu yönelime her sermaye fraksiyonu aynı biçimde yaklaşmıyor, ortada çatışan çıkarlar da var. Bu da büyük işçi havzalarındaki fabrikaların kapanması anlamına da gelecektir.

Bu çılgınlık, ne yaptığını bilememezlik, ya da körlük değil, düpedüz bilinçli bir politika. Neden böyle olduğunu burada uzun uzun tartışamayız.[2]

Belli ki sadece işçi sınıfı değil mesele. Bir süredir dillendirdikleri “Sokağa çıkmayın, AKP’nin ekmeğine yağ sürmeyin” telkinleriyle halkın öfkesini içermeye çalışanlar da bu yönelimden nasiplerini alacağa benziyor. Eh biz demiştik, di mi?

Metin Gürcan’a yönelmeleri, restorasyoncu güçlerin her bir figürünün her an hedefte olabileceğini apaçık gösteriyor herhalde. Yıllardır ülkenin NATO çizgisine sadık kalması gerektiğin telkin edip duran Metin Gürcan’ın temsil ettiği restorasyon belli ki tümden hedefte. Sandık kurguları sandıkları kadar kolay olmayacağa benziyor. Bu yönelimin başka isimlere doğru genişleyip genişlemeyeceğini göreceğiz.

Kılıçdaroğlu’nun muhtemelen tıkanan kapitalist ilişkileri rahatlatmak ve olası bir halkçı demokratik yükselişin önünü almak ve böylece restorasyon hareketine bir yönelim vermek amacıyla ortaya attığı “helalleşme” girişimi belli ki devletin sahiplerinin de kaygılarının yükselmesine neden olmuş. 6-7 Eylül gibi, Roboski gibi, Varlık Vergisi ya da Ali İsmail Korkmaz cinayeti gibi, doğrudan devletin işlediği suçları gündeme taşıması kendi niyeti açısından bir risk taşımayabilir. Yine ne yapıyorsa devleti için yapıyor, düzen ayakta kalabilsin diye yapıyor. Ancak böylesi bir yönelimin başka birtakım durumları tetikleyebilme riski taşıdığı bir gerçek. Bu olayların tek tek üzerinden geçilerek bu işleyişi organize eden mekanizmanın yaşamına başka bir biçimde devam etmesini amaçlayan bu girişim, ya halkçı güçlerin etkin müdahalesiyle bizzat o mekanizmanın kendisine yönelirse? Bunun olmayacağını kim garanti edebilir?

İktidar sahiplerinin bu yönelimi de hesaba kattıklarını tahmin etmek zor değil. Egemen sınıf iktidarını yeni bir biçimde tesis edecek olan bu restorasyon projesine karşı bu devletin doğrusu esneyecek pek bir yanı kalmamıştır.

Kısacası iktidarı elinde tutan koalisyonun hem halk güçlerini, hem de muhalefetteki rakiplerini etkisiz hale getirme planı olduğunu, bunun da son MGK toplantısına yansıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu Kantar Bu Ağırlığı Tartar mı?

Ezip geçmek onların hesabı elbette. Bu illa da böyle gerçekleşecek diye bir şey yok. Ama bundan başka bir çareleri olmadığı da anlaşılıyor. Bu noktada gözden kaçırmamamız gereken bir şey var. Milyonlarca insanın kaderini sarsıcı bir şekilde etkileyen bu yönelimin içlerinde yaratacağı yüksek basıncı karşılayabilme kapasiteleri var mı? İyimser bir yorumla yok. Birincisi Lütfü Elvan’ın Erdoğan’ın konuşması sonrası gözlerden kaçmayan alkışsız tepkisi görünen o ki onun bakanlığına mal oluyor. Bu bireysel bir tepki mi dersiniz? Değil. Dünyalığını yapan her bir iktidar mensubu, gidişatı oturup gözden geçirmek zorunda kalıyor. Nereye doğru gittiği kestirilemeyen bu patlak frenli kamyonda, kaybedeceği çok şey olan çok fazla ortak var. Birinci gerekçe şu ki, bu gidişat iktidarı çat diye ortadan çatlatabilir.

Bu yönelim salt şiddete dayalı olarak nasıl sürdürülecek? Devletin büyük suçlar işlemesi gerekiyor. Bu suçlara ortak olmak kolay da, tutmazsa hepsinin yargı önüne çıkmayacağını kim garanti edebilir?

Bu yönelimin bir rıza inşasına dayalı olmadığı ortada. Milyonlarca insanın tepkisine neden oluyor. Yüksek döviz kuru bu ülkenin ekonomisinin fay hattı, bu çok açık. Büyük bir bölümü küçük işletmelerden, KOBİ’lerden, esnaftan oluşan bir ekonomide (bu toplam ülke ekonomisinin yüzde 97’sini oluşturuyor), yüksek döviz kurunda ısrar etmek birkaç bin kişi dışında herkesi ateşe atmak anlamına geliyor. Bunun yaratacağı yüksek basınç ancak bir dizi büyük suç gerektiren önlemlerle önlenebilir.

Kötümser ve iyimser senaryolar bir yana, hem halk sınıflarının, hem burjuva muhalefetin, hem de iktidarın el yükselttiği bir ortamda düzenin veçhesi birden değişiverdi. Aynı anda bütünü oluşturan tüm faktörler el yükseltince ülkenin içerisinde olduğu durumun kendisi de nitelik değiştirdi. Herkes kelle koltukta geziyor. Nereye mi gidiyoruz? Daha büyük bilinmezlerle yüklü bir başka konağa. O konakta sert kırılmalar yaşanacak. Kehanet değil, bilimsel yordama. İrtifa yükseldikçe olası bir yere çakılmada oluşacak hasar da yükseliyor.

Her kaybediş, iktidarın kaybedişini hızlandıracak. Kaybede kaybede tükenecekler. Ama kendiliğinden değil, bizim müdahale ve mücadelemizle. Bakalım oyun ilerledikçe kim devre dışı kalacak. Ya da moda soruyla, kaç numaralı oyuncu elenecek?